Bize biçilen elbiseye göre bir vücut taşımamız istendiği için hafızamızın da çok güçlü olması, beynimizin iyi çalışması gibi tehlikelerin önüne geçmek amacıyla balık hafızalı bir millet olmamız isteniyor. Hadiseleri, insanları, dostu düşmanı çabuk unutan bir hafızaya…
Darülfünun hocalarından birine sormuşlar; “Hocam biz akşam yediğimiz yemeği unutuyoruz. Nasıl oluyor da size sorduğumuz sualin cevabının, hangi kütüphanedeki, hangi raftaki falanca kitabın filanca sayfasında bulursunuz diye cevap verebiliyorsunuz?” Hocanın cevabı çok mühim: “Evladım, biz Osmanlı terbiyesiyle yetiştirildik. Bize yolda giderken sağa sola bakmayı değil, önümüze bakmayı öğrettiler.”
Nasıl olup da böyle balık hafızalı olduğumuzu düşünürken bu hatıra aklıma geldi ve aradığım cevabı bulduğumu hissettim: Beynimiz bir şehir çöplüğü gibi ve biz içinde aradığımızı bulamıyoruz. Bir memurun masasındaki çöp kutusu olsa, çöplerin içinden yanlışlıkla oraya atılmış bir belgeyi, bilgiyi kolayca bulursunuz. Ama aradığımızı bulmak istediğimiz beynimiz o kadar büyük bir çöplük ki, içinde bir şeyler ararken ne aradığımızı da unutuyoruz.
Beynimize çok fazla bilgi; görüntü, ses, ışık, renk vesaire ile dolduruyor ve beynimizin bir noktaya; meselelere ve çözüm yollarını bulmaya odaklanmasını önlüyorlar. Bunu kim mi yapıyor? Evet, biz bize ne verilirse onu almaya meyilliyiz; bir sürü gereksiz malumata hamallık yapıyoruz. Doğru, lakin bize bunları sunan, bizi boş şeylerle uğraştıran, boş insanların saçma sapan ilgilerini, iğrenç ilişkilerini önümüze süren, fındıkkabuğunu bile doldurmayan konularla bizi meşgul edenlerin hiç mi suçu yok?
Yakın zaman öncesini hatırlayınız: İçte ve dışta meydana gelen gelişmeleri takip edip, gelecek hakkında birtakım fikirler yürütür, olması muhtemel hadiseler hakkında beyin idmanı yapardık. Hoş bu gibi çalışmalara da “Komplo Teorisi üretme” kulpu takıp aşağıladılar, küçümsediler ve beynimizi çalıştıran bu gibi zihin faaliyetlerini askıya aldırmayı başardılar sonunda. Artık koyunlar gibiyiz. Başımızdaki nereye giderse biz de onun peşinden, düşünmeden gidiyoruz. Artık Allah ne verirse. Yardan atlasa, atladığını görsek, bunun bizi ölüme götüreceğini bilsek, yine de arkasından gideceğiz. Nitekim gidiyoruz da.
Beynimizi gıdasız bıraktılar. Sağlıklı beslenme, düzgün yaşama, öğrenme, okuma, sohbetlerle geliştirme, fikrini rahatça ifade etme gibi imkânlardan mahrumuz. Önce bizi maişetle, karın tokluğuyla uğraştırıyorlardı. Fakir adamın yediği nedir ki? Beynine doğru dürüst bir güç gitmez. Fakir okuyamaz, gezemez, göremez. Kitap, dergi, gazete alacak parası yoktur, vesaire… Sonra bizi bu duruma alıştırdılar ama arpamızı da biraz arttırdılar. Bol bol borç verdiler, harcamamız için. Yöneticilerimiz-tüyü bitmemiş yetimlerin haklarından yedikleri zehir zıkkım olsun- hem milletin dişinden tırnağından arttırdığı paraları, hem de önümüze yensin diye sunulan yabancı paraları bir güzel yediler. Fakirlikten kurtulmayı, bize gösterilen yanlış örnekler gibi olabilme, onlar gibi yaşayabilme, gezebilme, yiyebilme, içebilme, arabalara binme, evlerde oturma olarak algıladık. Böylece millet olarak eskiye göre biraz daha maddi durumumuz iyi olmasına rağmen biz beynimizi çalıştırmamaya devam ettik. Hâlbuki gerçek zenginlik töreyi koruyarak bilgiye sahip olmaktan ibaretti.
Sıradan Türkler olarak biz, beynimize, kendimize ait ne verebilirdik ki? Türk Medeniyeti’ni öğreten okullarımız, dershanelerimiz, yayınevlerimiz, kitaplarımız, gazetelerimiz, radyolarımız, televizyonlarımız, sinemalarımız, filmlerimiz, tiyatrolarımız, sanatçılarımız, konser binalarımız, edebiyatçılarımız, müzisyenlerimiz ve sairimiz olmadı, olamadı. Paramız yoktu. Bu işlere ayırdıkları parayı, yabancı medeniyetlerin bizi kuşatmak istediği ürünlere verdiler. Türk kültürünü garip bıraktılar. Çocuklarımızı, kendimizin yetiştirmesine bırakmadılar. Doğru dürüst bir çocuk dergimiz bile olamadı. Bu şartlarda yabancı kültürler öyle şiddetli ve sistemli saldırdılar ki akıllara ziyandır: Biz atalarımızdan sözlü aktarma geleneği ile bize kadar gelebilen bir bilgi kırıntısını çocuklarımıza aktarmaya çalışırken, onlar milyon tane bilgiyi, belirttiğim çok çeşitli vasıtalarıyla, adeta kazıdılar. Ve böylece bir nesil yetişti ki sormayın:
Kendisini tanımaz; çünkü tarihini, dinini, medeniyetini, sanatını, mimarisini, edebiyatını… Bilmez. Milletini bilmeyen, atalarını tanımayan kendisini nasıl tanıyabilir?
Bencil ve saygısız; çünkü kendisine saygısı yok, millet kavramını ona kimse anlatmamış, Türk Milleti’nin dünyanın en büyük mirasını oluşturan ama bu zenginlikten habersiz olduğunu görmemiş. Böyle bir milletin ferdi olmakla övünememiş, şahsiyet bulamamış. Kendi milletinden çok başkalarını görmüş, duymuş, dinlemiş, hayran olmuş ve bu yüzden aşağılık duygusu içinde. Kendisini rüzgârın önünde sürüklenen bir yaprak gibi koyuvermiş; kendisini tanımıyor, kendisinden utanç duyuyor, kendisini dinlemiyor; Türk müziği dinlemiyor, kulağında başkalarının türküsü var. Kendi filmini seyretmiyor, zaten kendisini anlatan bir film de çevrilmiyor, vs. vs…
İşte bu nesil, emperyalistlerin, sömürgecilerin tam da yetiştirmek istedikleri bir nesildir: Sömürgeciler diyor ki: “Kendinden habersiz olsun, köksüz olsun, milletini sevmesin, dinini tanımasın, bencil olsun. Ufak tefek yaraları olsun ki istediğimiz zaman kanatabilelim.. Bize hayranlık duysun, bizsiz hiçbir şey yapamayacağını düşünsün. Biz böyle bir nesli istediğimiz gibi böler, parçalar, yutarız. Kendinden, milletinden uzak olsu da kafası ne kadar karışık olursa olsun, hiç önemli değil. Zaten kafasının çalışması da gerekmiyor. Kafası çalışanlarının en iyilerini uygulattığımız eğitim sistemiyle seçip, alıp götürüyoruz. İşimize yarayanları elimizde tutar, kendimize hizmet ettiririz. Yaramayanları da onları yönetmek için ülkelerine göndeririz, bizim adımıza onları yönetirler. Biz onları yönetiriz. Besleriz, semizletir, güzelce sağarız. Etini sütünü, sakatatını, tüyünü, tırnağını… sonuna kadar değerlendiririz. Fazla sağlıklı olmaları gerekmiyor; sigara, alkol, uyuşturucu, kumar bizim silahlarımızdır. Yaşadığı topraklarda ne kadar yerüstü, yer altı zenginliği varsa biz el koyarız. Gelir getiren şirketlerini, bankalarını satın alırız. Olmadı, batırırız. Madenlerine el koyarız. Petrolünü akıtırız, akıtamazsak betonlarız. Olmadı mı onları birbiriyle kapıştırıp silah sanayimizi güçlendiririz. Hiçbir şey yapamasak, filmimizi, müziğimizi, markalarımızı, ‘dilimizi’ satar, yine biz güçlü kalmaya, dünya üzerinde istediğimiz yerde, istediğimiz yöneticiyi satın alıp istediklerimizi yaptırmaya devam ederiz. Ekonomik dalgalanmalarla üç beş yılda biriktirdikleri paralara el koyarız. İstediğimiz zaman terör örgütlerini onların başına musallat ederiz.Narkotik şebekelerini, ilaç ağlarını elimizde tuttuğumuz sürece, gıdalarında oynayabildiğimiz, hastalıklarını arttırabildiğimiz, nesillerini kendi nüfusumuza geçirebildiğimiz, geçiremediklerimizi mankurtlaştırdığımız oranda bizim gemimiz yürür arkadaş!” Böyle diyorlar sömürgeciler ve emin olun halimize bakıp Yeşilçam filmlerindeki ayılar gibi def çalıp, göbek atıyorlar.
Peki, bu arada Türk Milleti ne yapıyor? Beynine gece gündüz doldurulan lüzumsuz bilgileri ayıklayıp asıl meseleye odaklanabiliyor mu? Durum tespiti yapıp, olmakta ve olabilecek olanlar üzerine fikir yürütebiliyor mu? Görünen o ki sadece küfredebiliyor.
“Türkiye bölünecek!” diyenler var.
“Bölünmeyecek, iyi olacak!” diyenler var.
“Bölünecek” diyenler, bölünmenin hangi esaslara dayanarak gerçekleştirileceğini, hangi aşamaları geçip bu noktaya gelindiğini takip edebildiler mi? Kimler tarafından, nasıl gerçekleşeceğini tahmin edebiliyorlar mı? Peki bu meselenin hal yolu nedir?
“Bölünmeyecek” diyenler, bir yandan buna kendileri de inanmaz, ABD, AB ve Apo itinin borazanlığını yaptıklarını bilmiyorlar mı? Biliyorlarsa “Yahu bizim milletimizin bundan ne menfaati var?” diye sormuyorlar mı? Sömürgecilerin arzularını yerine getirdiklerini görmüyorlar mı? Eğer kanları bozuk değilse bu yaptıklarının açıklaması nedir? Neden ağızlarında gevelediklerini millete anlatamıyorlar?
Öte yandan, hem bölücülerin, hem de bölünmeye karşı olanların, neden millete mal olabilen sağlıklı açıklamaları yok? Süreç diye bir zırva tutturmuş olan iktidar ve ona koşulan yerli yabancı şebekeler kamuoyunu gereksiz yere oyalıyorlar. Yok ayran, yok çayran. Nedir bu kepazelik? Bunu yapanların koca koca adamlar olması sizi de iğrendirmiyor mu? Bu şer ittifakına karşı durmak isteyenler neden ne yapacaklarını hâlâ bilemez durumdalar? Memlekette adam mı yok? Bence asıl mesele yukardan beri bahsettiğim ‘beynimizin çöplüğe çevrilmesi’ meselesidir.
Hasılı kelam, zihnimizi çalıştırmalı, dikkatimizi en önemli meseleye verip bunun çözüm yollarına odaklanmalıyız. Hem ayağındaki futbol topu ile koşup, hem de seyircilerdin arasındaki en güzel kızı takip edeceksin, böyle şey olmaz. Milletini sevenler, bilgi, ses, görüntü, gürültü..ileti bombardımanı altında olduklarını bilip sığınaklara koşmalıdır. Sığınaklar bellidir. İlgilerini tekleştirip mevcut duruma odaklansınlar. Çözüm düşünsünler. Birleşsinler. Teoriler kurup, stratejiler üretip mevcut komploları boşa çıkarsınlar. Tarihin en büyük dönemecinde ırmaklar geçilirken at arayıp, binici değiştirmeye kalkmasınlar. Yapabiliyorlarsa biniciye yol göstersinler. Yoksa bu sel, atı da biniciyi de sağlam durmazsa yutacak gibi görünüyor..
Yalnız çok ciddi bir tehlike var: Samimi olarak çözüm üretmek maksadıyla üretilen komplo teorilerinin de elde edilip, üretenlere karşı kullanılması da söz konusudur. Onun için, “…yakında bunlar şunu da yapar!” şeklinde teoriler üretmesinler. Zira samimiyetle ve safça söyledikleri şeyleri de gerçekleştiriveriyor bu Türk ve İslâm düşmanları, Son Haçlı Seferi askerleri, vatan hainleri, onun bunun çocukları…
Sözüm size, bize, hepimize…