2012 yılı Hac mevsimi sona erdi. Hacca özellikle gazeteci olarak gidenlerle, basın mensubu olduğu halde “hac niyetiyle” gitmiş olanlarca, hac organizasyonundan şikâyetçi oldukları bir takım konular yazılıp çizilmeye başlandı. Basılı yayın organları yanında internet medyasında ciddi sayılabilir eleştiriler yapılıyor. Kimseyi muhatap almadan, suçlamadan söylemek istiyoruz ki, yazılıp çizilenlerin ve/ya şikâyetlerin bir kısmı “duygusal” denilen boyutu çok geçmiyor. Bunları görünce, insanın, acaba Diyanetçiler haccı eleştiren olmuyor demesinler diye, bunları kendileri mi yazdırıyor, diyesi geliyor.
Üst makamlara, “görüyorsunuz ya, haccın ciddi şekilde eleştirilecek, tenkit edilecek hiçbir yanı yok. Kusursuz bir organizasyon yapıyoruz”, demek için mi yazdırıyorlar, demek bile mümkündür.
Üstelik bu eleştiriler içinde, hacdaki kusurları sadece din görevlilerine yükleyen; (hacca din görevlisi olarak giden din adamlarına “on bin lira” verildiği halde, bu görevlilerin hacılarla yeteri kadar ilgilenmedikleri) gibi iddialar var ki, bu cehaleti affetmek mümkün değildir.
Gariban Din Görevlisini suçlayanlar, üst yönetime mensup olanlarla, misafir olarak hacca giden, çeşitli kamu kurumlarında Müsteşar, müsteşar yardımcısı, genel müdür unvanlı kişilerden “Hacıları Karşılama ekibi Üyesi”, “Kargo Görevlisi” “Hac Denetim Görevlisi” … gibi unvanlarla “görevli listesi”nde adı bulunup da bazen eşleriyle, bazen da eşsiz misafir statüsü ile gidenleri, bu yazıları yazanlar din görevlisi zannetmiş olmasınlar?
Bu görevlerle gidenler ne işmi yaparlar?
Mesela “Hacıları Karşılama ekibi Üyesi” hacılar Mekke veya Mediye’ye geldiklerinde otel önünde hacıları karşılar, “hoş geldiniz” dedikten sonra da, siz rahatsız olmayın, eşyalarınızı biz taşıyacağız, derler ve bu işi yaparlar.
Bu işler bürokrat ve akademisyenlerce yapılabilir işler değildir.
“Kargo Şirketi”, kuruluş safhasında, Diyanet, Gümrük ve nakliye ile ilgili kamu kurumları üst yönetici akraba ve yakınları tarafında kurulmuş profesyonel bir şirkettir. Hacıların hurma, zemzem, hediyelik eşya ve özellikle de Hac bölgesinden alınan “Çin malları”nın gümrüksüz, “hediyelik eşya” adıyla getirip satacakların ticari malları, binlerce ton eşya bu kargo şirketince taşırır.
Kargo görevlisi de, hacılar arasında dolaşarak, “alacağınız eşyaları erken alın, siz gitmeden önce evinize teslim edelim” diyerek kargo taşımacılığı için ayakçılık yapanlardır. Üzülerek söylemek gerekir ki, kamu görevlilerinden bir kısmı bu özel – profesyonel şirket görevlisi olarak götürülmektedir.
Hac organizasyonu Diyanet Müfettişleri ile Kültür ve Turizm Bakanlığı elemanları tarafından denetlenmektedir. Fakat fiilen ve hukuken denetim yapanların çoğunun bilmediği “denetim listesinde adı bulunan ve misafir olarak götürülmüş kimseler de olmaktadır. Bunlar daha üst bürokratlar oldukları halde, –beki de– onlar da adlarının görevli listesinde yazılı olduklarını bilmezler.
Hacca gidecek görevliler listeleri açıklanabilirse, halen görevde olan sayılan unvanda bulunanlardan bir kısmı ile daha önce bu makamlarda bulunmuş pek çok kimsenin yüzü kızarmaktan sokağa çıkamayacaklarında kuşku yoktur. Çünkü onlar, kendilerini “Diyanet İşleri Başkanı’nın misafiri” olarak hacca davet edilmekte ve “Diyanet’in misafir götürme hakkı veya “kontenjanı“ olduğunu zannetmektedirler.
Fakat Sayın Başkan’ın böyle bir yetkisi olmadığı için nerelere yazılırsa yazılsın, adı “Hac görevli listesi”nde yazılı diye ücretsiz hacca gittikleri gibi, üstüne üstlük yurtdışı yolluğu ve yevmiye ile bazı hediyeler de almaktadırlar. Mekke ve Medine’de ikamet ettikler yerler mi? Çok da önemli değil, çoğunlukla beş yıldızlı mütevazı(!) otellerin özel odalarında kalırlar. Bunlar arasında İlahiyat fakültelerindeki akademisyen arkadaşları unutmak da haksızlık olur.
Bu gidenler için de, ben niye misafir olarak seçildim, hangi hizmetimden veya hangi üstün meziyetimden beni seçtiniz?, demediği gibi, “hadi ücret ödemeden misafir diye geldim de, diş kirasını da aşan bana verdiğiniz bu para neyin nesi, bunu alamam” diyen kimse de görülmemiştir.
Yıllarca Müftülük kapısında sıra bekleyen, kur’a çıkmadı diye hacı olamadan, yani “farz olan bir görevi yapamadan Hakk’a giden insan”ların haklarını ona buna peşkeş çekenlerle, bunu kabul edenler toplum içine nasıl çıkarlar?
HAC İBADETİ Mİ HAC SORUNU MU?
Hac, din terminolojisi ile diyecek olursak, Kitap, Sünnet ve İcma-i Ümmet’le sabit, zengin Müslümanlar için hayatta bir defa yapılması, zorunlu “farz” bir ibadettir.
Bizim bu başlığı atmamıza sebep ise, kısmen yukarıda işaret ettiklerimizle birlikte Nisan 2012 ayı içerisinde yazdığımız “Önemli bir mesele olarak rekabetsiz hac organizasyonu” yazımızda da belirttiğimiz hususlarla birlikte şimdi dile getireceğimiz meseleler sebebiyledir.
Özellikle son on yıldır siyaset kullanılarak “dindar”, “muhafazakâr”, “mukaddesatçı” olarak kabul edilen insanların sosyo – ekonomik olarak sınıf atlamaları veya “muhafazakâr burjuva” oluşturulması amacıyla ürettiği bu “Yeni Müslüman tipleri”nin helal – haram ayırmaksızın bir hayat sürdürmelerine ilişkin yakınmaların da bu olumsuzluklarda katkısı olduğunda kuşku yoktur.
Hac konusunda, biz de kültür haline gelmiş, “hacca gidilecek paranın mutlaka helal kazançtan olması gerektiği” anlayışı –nerede ise– unutulmaya başlanmış gibidir.
– Müslüman’ın helal olmayan kazancı nasıl olabilir?
İslam’ın en fazla önem verdiği kavramlarının başında “Hak” ve “helal” kavramı gelmektedir.
Bu terim hem “Hak Teala” ifadesiyle yaratan ve yaşatan Cenab-ı Allah’ı ifade ederken, “hakkına razı olmak”, başkalarının hakkına saygılı olmak, “hakkı olmayanı almamak” gibi pek çok şeyi ifade ettiği gibi, “hak” aynı zamanda “hukuk” kelimesinin de kökü ve kaynağıdır. Hakka saygılı olmak, aynı zamanda hukuka uygun davranmak” anlamındadır.
Helal ise, kazandığı, aldığı, yediği, içtiği her şeyin Hakkın rızasına ve emirlerine uygun olması anlamı taşır.
Böyle olunca da bir Müslüman’ın haksızlık yapması, hak etmediği şeyi alması, haram lokma yemesi, sadece insanlara karşı değil, hayvanlara, diğer canlılara, tabiata karşı da saygılı ve ölçülü davranması gerekir.
Büyüklerimiz, abdest alırken suyu ölçülü kullanalım, israf etmeyelim diye uyarır, “evladım Dicle Irmağında da abdest alsan suyu israf etmeyeceksin” derlerdi.
Şimdilerde ise, “parasını ben vermiyor muyum, kime ne?” denilirken, su yüzünden dünyanın savaşa girecek noktaya geldiğini kaç kişi biliyor?
Bunu diyenler kazançlarının helal olduğundan ne kadar emindirler?
Halk arasında darb-ı mesel olarak anlatılan, “çok söz yalansız, çok para haramsız olmaz” sözü ne kadar yanlış?
“Yakın geleceğin en önemli savaşı, su savaşları olacak” şeklinde dünyadan yükselen uzman görüşlerini dikkate almayanlar da yakında bu yanlışlarından vaz geçmek zorunda kalacak; para her zaman suyu bulamayacaktır.
Müslüman öncelikle nefis ve şeytanla mücadele edecek, lüks ve israftan kaçınacaktır.
Merhum Prof. Dr. Sabahattin Zaim Hoca, “Modern iktisat ve İslam” konulu konferans ve kitap çalışmalarının da başlangıç noktasında, 1969 – 1970 yıllarında, Eminönü’nde ki Arpacılar Camii İmam lojmanında 15 günde bir yatsı namazı sonrasında, bizlerle yaptığı sohbetlerinde, “- Lüks ve israfın haram sayılması, İslam’ın ekonomi için ortaya koyduğu en önemli hükümdür. Bu iki kurala uymayan Müslümanı, bu daire içinde tutabilmek pek kolay değildir” dediğini sohbetlere katılmış herkes hatırlar.
Yani haram sadece içki içmek, zina yapmak, adam öldürmekten ibaret değildir.
Çoğu ilahiyat fakültesi mezunu, ilahiyat alanında kariyer yapmış, kamuda din hizmetlerinde uzmanlık kazanmış, bürokratik unvanlar almış bunca insanın katıldığı ve hizmet verdiği bir organizasyondan söz ediyoruz.
Bu organizede kurallara uyulmadığı, hacca gidenlerin, kontenjan dağılımı yapılırken en “ucuz hac tipine en az kontenjan ayrılması” sebebiyle, her yıl müracaat eden vatandaşların 6-7 sene “kura çıkacak umudu” ile bekledikleri biliniyor.
Konfor aramadan hacca müracaat edenlerin ciddi bir miktarını oluşturan ve hacca gitme amacıyla para biriktiren, parası yetmediğinde çocuklarının katkısı veya arazi veya hayvanlarını satarak hacca gidenler olduğu hatırlanmalıdır. Bunların sayısı hacca gitmek isteyenler içinde hayli kabarıktır.
Kendilerine haksızlık edilen, hakları yenen bu garibanların parasının “İslam Dünyası’nın en pahalı Hac Organizesi”nde çar çur edilmesi yahut lüks ve israfla harcanması, hakkı olmayanların şu veya bu isim altında kılıflarla hacca götürülmesi; İslam’la, ahlâkla, hukukla nasıl izah edilebilir?
İşte asıl mesele budur.
O zaman hac ibadeti yerine şikâyetlere ve rahatsızlıklara sebep olan tarafları sebebiyle hac sorunu denilmesi daha doğrudur.
Biz bu yazımızda daha çok bundan sonra hac organizasyonu nasıl olmalıdır, sorusuna makul ve mantıklı cevaplar bulmak istiyoruz. Bu da nereden çıktı, gül gibi idare ediliyordu denilmemesi ve çözüm için siyaset kurumlarının da dikkatlerini çekmek amacıyla bazı konulara daha temas etmek istiyoruz.
Genelde Diyanet’i, özelde Hac’la ilgilenen pek çok kişi ve siyasilerden bir kısmı ile bazı sivil toplum kuruluşları Diyanet’i bir “Holding” olarak algılamakta ve “Diyanet kaldırılsın” diyenlerin bir kısmı da bu sebeple kaldırılmasını istemektedir. Bu düşünce sahipleri toplumda çok ciddi bir nüfusu da oluşturmaktadır.
Diyanet İşleri Başkanlığı bir “kamu kurumu” olmakla birlikte iddia edildiği gibi, hukuka uygun olup olmadığı bir tarafa, gerçekten Türkiye’nin en etkin Holdinglerinden biri görünümündedir.
Bunun birkaç sebebi var:
Diyanet denilince sadece kamu kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anlaşılması gerektiği düşünülmektedir. Halbuki fiilen görülen Diyanet, öncelikle Kamu kurumu olan Diyanet + Başkanı Diyanet İşleri Başkanı olan Türkiye Diyanet Vakfı + Başkanı Diyanet işleri Başkan Yardımcısı olan Dini ve Sosyal Hizmetler Vakfı ile bu vakıfların kurmuş oldukları Şirketler + Seyahat acenteleri + Mekke ve Medine’de“Kasrul Kavafil Ticaret Şirketi” ve benzerleri ile + özellikle Avrupa ülkelerinde kurulmuş Vakıf, Şirket, dernek, federasyonların tamamı anlaşılmaktadır. (Bunlara yukarıda adı geçen Kargo şirketi türü kuruluşlar dahil değildir).
Yurt içi ve dışındaki bu kuruluşların ihtiyaç duydukları sermeyenin bir kısmının da, Yardım Toplama Kanunu hükümlerine aykırı olarak, Diyanet’in yazılı emirleri ile yurt içinde ve yurt dışında camilerde açılan yardım kampanyaları ve makbuzsuz toplanan paralar olduğu da hatırlanınca DİYANET HOLDİNG diyenlere hak vermek zarureti doğmaktadır.
Asıl hizmet alanı “İslam Dini’nin inanç, ibadet ve ahlâk esasları konusunda toplumu aydınlatma ve ibadet yerlerini yönetme” ile sınırlanmış bu kurum en büyük uluslararası ticaret, ithalat, ihracat kurumuna dönüştüğü için, asıl hizmet konusuna zaman kalırsa bakabilmekte, bu topraklarda bin yıla yakındır uygulanmakta olan İslam konusunda bile toplumda birlik sağlanamamaktadır.
Gerçekten para herkesi bozduğu gibi, din kurumunu da, din adamını da bozmaktadır. Bunun için de hac sorunu sebebiyle dikkatleri çekmeyi vicdani bir görev saydık.
Daha önce yazdığımız, “Önemli bir mesele olarak rekabetsiz hac organizasyonu” başlıklı yazımızda da belirttiğimiz gibi, Diyanet işleri Başkanlığı, Rekabet Kurumu’nun 10.11.2011 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığına yazdığı yazıda belirtildiği gibi, “Hac ve Umre pazarının yıllık cirosunun 500.000.000 Euro‘yu aşmıştır. Ekonomik büyüklüğe bakıldığında, bu alanda “Tekel” değil, “kartel” olarak değerlendirilebilecek durum ortaya çıkmaktadır.
Rekabet kurumu bu yazısında son derece önemli bir noktaya da dikkatleri çekmiştir:
“Diyanet İşleri Başkanlığı, hac ve umre konusunda hem düzenleyici ve denetleyici fonksiyona, hem de pazarda faaliyet gösteren bir oyuncu olarak yasal bir takım imtiyazlara sahiptir”.
Mevcut yürürlükteki anayasamız ise, eşitliği düzenleyen maddesinde hiç kimseye veya zümreye “imtiyaz verilemeyeceği”ni hükme bağlamıştır.
Öncelikle bu imtiyaz; bu hukuksuzluk ortadan kaldırılmalıdır.
HAC BUNDAN SONRA NASIL DÜZENLENMELİDİR?
Hac organizesinin en yoğun işleri olarak ticaret ve turizm kısmı daima ibadet kısmının önüne geçmektedir.
Diyanet’in Cumhuriyetin getirdiği “din Kurumu” özelliği ve saygınlığı korunmalıdır. Bunun için de bu niteliği zedeleyen veya aşan işlerden Diyanet arındırılmalıdır. Aksi halde, “Diyanet Vatikanlaştı” diyenler her geçen gün artacak ve haklılık kazanacaktır.
04 Aralık 1996 tarihli “Milli Gazete”de röportaj olarak neşredilen yazımızda, benzer durumlara dikkat çekmiş, hac işinin Diyanet işleri Başkanlığı’ndan alınarak, Başbakanlığa bağlı Hac ve Umre Genel Müdürlüğü kurulması önerisinde bulunmuştuk.
O günden bu güne pek çok şey değişti ve ciddi gelişmeler, sosyal ve idari değişiklikler oldu. 1996 yılındaki önerimizi günün icaplarına göre değiştirerek, 633 sayılı kanun değişikliğinde 6002 sayılı kanunla kurulmuş Hac Genel Müdürlüğü’nün, Diyanet’ten alınarak Başbakanlığa bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü ile birleştirilerek Vakıflar ve Hac Müsteşarlığı veya “bakanlığı” haline getirilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.
İslam ülkelerinin çoğunda da “hac ve evkaf” bakanlıkları vardır. Bu unvanla organize ve İslam uluslar arası toplumda işler daha kolay yapılabilecek; siyaset kolay karşılık bulacaktır.
Yapılması gereken en önemli iş burasıdır.
Hac işinin devlet kurumları yanında; Kızılay, Türsab gibi kurumlar arasındaki koordine hizmetleri bu kuruluş tarafından yapılmalıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı hac sayısına göre kendisinden istenilen miktarda, hac ve umrede sadece ibadetler ve dua konularında hizmet verecek personel görevlendirmelidir.
Haccın denetiminde de ilgili diğer kurumlar gibi görevlendireceği denetim elemanları ile hac ve umredeki ibadetlerin usulüne uygun yapılıp yapılmadığını denetlemelidir.
Hac hava, kara ve deniz yolundan tam bir serbesti içinde yapılmalıdır. THY’nin borçlarını ödeme veya zararını karşılama amaçlı, tekel fiyatlı ücretle bağlı kalınmamalıdır. Hatta Müslüman sosyetenin ve İslami burjuvaya mensup olanların dört çekerli yeni jipleri dahil, özel otomobillerle de hacca gidiş sağlanmalıdır.
Hac müracaatlarından başlayarak, bütün iş ve işlemler internet üzerinden yapılmalı; hacca müracaat eden her hacı adayı müracaat ettiği veya hacca gitmek istediği ilden ve ülke genelinde kaçıncı sırada bulunduğunu müracaatında görmeli ve öğrenmelidir.
Hac kontenjanlarına ilave olarak alınan “ek kontenjan”lar da hiç olmazsa, ilgili kurumun sitesinde ilan edilmeli, zamanımızda olduğu gibi, 50 bin, 75 bin ek kontenjan alınmasına rağmen 75 bin Türk hacca gitti gibi beyanlarla, yapılan bir takım sıkıntılı işler ve hileler ortadan kalkmalıdır.
Halen yapılan işlemler, açıklandığı gibi resmi kontenjan üzerinden mi, yoksa alınmış toplam kontenjan üzerinden mi yapılmaktadır, sorusunun cevabını bilen yoktur. Bu husus organizeyi yapan kim olursa olsun, herkesi ve her kurumu sıkıntıya sokar.
Diyanetçe hazırlanmış yönetmeliklere göre, hacda hizmet veren personele yapması gereken işe göre, yurtdışı harcırahının %35 ile %60 ı ödenmektedir. Çalışan personelin hakkının büyük bir kısmı organizasyona kalmaktadır. Yani kurum, personeline haksızlık yaparak para kazanmaktadır, denilebilir.
Hacda görevlendirilmiş personel yollukları üzerinden de kâr sağlanmasından vaz geçilmeli; her personel Bakanlar kurulu kararı ile tespit edilmiş harcırahını tam olarak almalı ve noksan hizmet için bahanesi kalmamalıdır.
Bu konuda daha çok yazacak veya konuşacağız. İktidar bu konulara da ilgi göstermeli ve çözümü bir an önce gerçekleştirmelidir. Yolsuzluk, hukuksuzluk ve şikâyetlerinin artmasının oy olarak kendisine dönmeyeceğini de görmelidir.
Halk arasında yaygın bir kanaate göre “Haccı Diyanet’e CHP hükümeti verdi. Başka parti bunu değiştiremez” kanaati yaygındır. Bu işi becerse becerse CHP becerir demektedirler.
Bunun haklı tarafı da şudur:
1978 yılında kurulan Bülent ECEVİT hükümetinde Diyanetten Sorumlu Devlet Bakanı olarak görev alan Eski Diyanet işleri başkanı Dr. Lütfi DOĞAN Türk insanının, dünya Müslümanları arasında yaşadığı itibarsızlığı ortadan kaldırmak amacıyla bir çalışma başlattı.
Bu çalışmaya göre, Türk Turizmciliğinin gelişmesi, eğitilmesi ve dünya çapında bu işi yapar hale gelmelerine de katkıda bulunmak amacıyla, Hac işinin devlet tekeline alınması ve bu işin de Diyanet işleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı eliyle yapılması sonucuna varılmıştı. Bu konuda o tarihte Başbakan Yardımcısı Orhan Eyüpoğlu da katkı ve gayretleri sebebiyle rahmetle anmak gerekiyor.
Çalışma 1979 yılı baharında tamamlandı ve Bakanlar Kurulunun 26.04.1979 tarihli ve 7/17439 sayılı kararı haline geldi. Bu karar 12.05.1979 tarihli resmi gazetede yayımlandı.
CHP tekrar iktidara gelirse, devletleştirmeden vazgeçileceği, haccı serbest hale getireceği ve hava, kara, deniz yolunu da açacağı sessiz ve derinde konuşulmaktadır.
Özellikle de sayın başbakanımıza duyurulur.
Başkası niçin bunu yapamasın, MHP’de iktidara gelir veya iktidar ortağı olursa bu işi asıl O da başarır diyenlerin sayısı da gittikçe artmaktadır.
Öyle anlaşılıyor ki, önümüzdeki yıldan itibaren başlayacak sıralı seçimlerde bu konu meydanlara inecek gibi görünmektedir
Bizden söylemesi, elini çabuk tutan kazanacaktır.