Çocuklarımızın doğup, büyüdüğü “aile” kurumu, birçok paylaşımların yaşandığı, değerlerin var edildiği, bildiğimiz o güvenli yerler değil artık…
Kuruma gölge düşüren o kadar acı olaylara tanık oluyoruz ki, iyilikler mükâfatlandırılmıyor, kötülükler cezalandırılmıyor, dolayısıyla kutsallığı tartışılır durumda. Zaman zaman ülkemizin içinde bulunduğu duruma Mehmet Akif gibi, “Yoksa biz o muazzam ecdadın ahfadı değil miyiz?” diyerek bağırasım geliyor…
Küreselleşme ve yeni dünya kültürünün içinde kendine bile yabancı kalan fertlerin aile bağları gevşedi, “anne-baba-çocuk” bir birlerine olan sorumlulukları bile sıradanlaştı…
Anne-baba meşguliyetlerinde çocuk ihtiyaçları üzerine maddeleşmiş durumda… Babanın mazeretleri dağ gibi, annenin öncelikleri de saymakla bitmiyor. Çocuk eğitimine katkısı azımsanmayacak kadar değerli olan, ninnilerimiz, nenelerden, dedelerden dinlediğimiz bol mesajlı masallarımız sustu… Komşular, akrabalar, mahallenin bakkalı, muhtar yerlerinden göç edeli çok oldu… Çocu(klu)ğa anılar biriktirecek, sokakların, park ve bahçelerin yerinde yeller esiyor. Her yer beton, çocuğun hayal dünyasını zenginleştirecek hiç bir renk yok…
Televizyon denen canavar (popüler kültür) insanımızı yutmuş. İyilik, yardımseverlik, şükür, tevekkül, fedakârlık gibi erdemli duyguların adresi olan aile, “ insani, milli ve manevi” değerlerin değil, “kıskançlık, bencillik, şiddet, sözde özgürlük” gibi duyguların yaşatıldığı yer olmuş. Ortak değerlerin taşıyıcısı olmaktan çıkmış “AİLE”miz bu haliyle, kendi kültüründen uzak ve kimliksiz olmaktadır. Bir çok çocuğumuz işte böyle, savunmasız ve güvensiz ortamlarda büyütülmeye çalışılıyor…
En ufak bir çatırdamada aile dağılıyor, kadın çözümsüz kalıyor… Sığınma evleri gibi bir kurum, uzun zamandır “aile kurumuna” alternatif adres olarak sunuluyor. Siyasetçisinden, sivil toplum örgütçüsüne SIĞINMA EVLERİ üzerine uzun uzun nutuklar atılıyor.
Sözde kadının özgürleşme adresi, projeler yapılıp övgüler sunuluyor… Sosyal devlet güvencesi ise maalesef bu nokta da, siyasetin malzemesi durumda. (Bu ülkede, kadın ve çocuk üzerine yapılan projeler ne yerli, ne de milli!) Dağılmış bir aile kurumuna, kadının evinin dışında bir adres aramasına, çocuklarıyla kurduğu düzenin bozulmasına neredeyse yardımcı olunuyor…
Ortaya konulan projelere ve sonuçlarına bakıyoruz kocaman bir HİÇ! Kadın gittikçe sessizleşiyor, kimliksizleşiyor… Bu kimliksizlik toplumsal yapıyı bozarken, annelik kavramının da içini boşaltıyor.
Ailenin direği konumunda ki anne, hangi değerlerin taşıyıcısı olduğunu bile bilmiyor. O kadar çok problemle mücadele etmek durumunda kalmış ki, şiddet, taciz, rızasız küçük yaşta evlendirilme, sigortasız işçi, kuma, namus cinayetleri…
Kendi söz hakkını kullanma, hayatını idame ettirme konusunda güçsüz ve savunmasız annenin, bırakın çocuklarıyla ilgili bir düşünce ortaya koymasını, kendisi ile ilgili kararları hakkında bile bir direnme gösteremiyor!
Hâlbuki şiddete veya tacize uğramış kadın için yapacağımız en önemli şey kadını, evinde kurduğu düzen içinde var etmek, sosyal hayatında güçlü kılmak, ayakları üzerinde durabilecek ekonomik desteği sunmak olmalıdır. Yahya Kemal’in dediği gibi, “düşünme, eğitime önem verme, uygulama seferberliği ”ne ihtiyacımız var.
Özetle, bugün hep birlikte tartışacağımız konu çocuk yaştakilerin cinsel istismarının yanında, aile kurumunun işleyişi değerlerimiz ve kadının kimliği olmalıdır.
Cumhuriyetin kazanımlarını, toplum değerlerini korumak ve yaşatmak kararlılığı ile dimdik ayakta olan biz kadınlar, “Kadının yok sayıldığı ortamlarda, çocuğa ne kadar sahip çıkılabilir?” diyor. Kadınların eğitiminden, uğradıkları şiddetten, siyasal yaşama ve istihdam piyasasına katılımına kadar, birçok “kadın” sorununu konuşmak ve çözmek için söz hakkı istiyoruz…
Kimse farkında değil ama bu halimizle, en büyük şiddeti, çocuklarımız ve onların çocukluğu görüyor.
“Ben senin meselen olabildim mi?
Sualinden ben mesulüm çocuğum.
Ben senin mektebin olabildim mi?
Kitâbından ben mesulüm çocuğum.” Ömer Defne-