Ülkemiz özellikle son günlerde yeniden bir siyasî kaynaklı yoğun tartışma ve çatışma ortamına doğru sürüklenmektedir. Sebep bu defa düpedüz tarihçilerin alanına giren bir konu: Anadolu’nun Doğusu ve Günaydoğusu’na “Kürdistan” denir mi denmez mi? Bu derece hayatî bir konuda – maaşallah – tarihçilerden başka en başta “âlim” kılıklı gazetecilerin, zâlim tavırlı terör yardakçılarının, bu işlere dünden tâlimli sözde siyasetçilerin/devlet adamalrının çokça konuştuğu vatan sathında, neredeyse tek konuşmayan – üzerlerine ölü toprağı serpilmiş – Üniversitelerdeki oldukça mülâyim edâlı tarih profesörleridir.
Biz şimdi, farklı bir tarih profesörünü (hem de zamanın ordinaryüsünü) tanık göstererek – okuma iştiyakı olan insanlar için – konuya ışık tutmak istiyoruz. Günümüz tarih profesörleri yine de susmaya devam ederlerse, onları vicdanlarıyla baş başa bırakıyoruz.
“Kürtler”in Turanî kökenli, yani “Türkler”in bir kolu mu, yoksa İranî mi olduğunu; Kürt sözcüğüne ilk defa Yeniseydeki Elegeç-Göktürk Yazıtları’nda bir “uruk” ya da “boy” adı olarak mı rastladığımızı (“Ey Kürt Beyleri!..”..“Kürt elinin Hanı Alp Urungu..” örneklerindeki gibi); ilk “Kürt Tarihi” yazarı sayılan Şeref Han’ın, Şerefnâme adlı eserinde (16. Yüzyıl) Kürtlerin soyunu Oğuz boylarına kadar mı dayandırdığını; 1918’de Kürt Teâli Cemiyetin’nin üyesi olan Dr. M. Şükrü Sekban’ın dahi yıllar sonra Paris’te Fransızca olarak yayımladığı Kürt Meselesi diye çevrilen kitabında “Türklerle Kürtlerin ayni soydan olduğunu”un kanıtlarını mı ortaya koyduğunu; Zaza Türklüğünün temsilcilerinden öğretmen M. Şerif Fırat’ın, “sosyolojik ve etnografik verilere dayanarak Doğu İlleri ve Varto Tarihi kitabında yine “Kürtlerin de Türk soyundan mı geldiği”ni, keza “Kürtçenin bir dil değil lehçe mi olduğu”nu – en son Prof. Ahmet Buran’ın ayni konuyu “Karma Diller, Klasik Osmanlıca ve Kürtçe” adlı makalesinde Rus Akademisinin yayımlarına dayanarak nasıl temellendirdiğini; keza Ali Gültekin Biniş’in kendi Karahasanuşağı aşiretinden kalkarak Kurmanca’yı nasıl olup da Doğu Anadolu Osmanlıcası’ndan kalma bir “ağız” saydığını, bizim Abdülbâkî Günışığı benzeri fedâkârların bunları anlatmak için nasıl dağ-taş gezdiğini; Rişvan aşireti mensubu Dr. Mahmut Rişvanoğlu’nun ise Doğu Aşiretleri ve Emperyalizm ile Ortadoğu Üzerine Oynana Oyunlar kitaplarıyla bütün bu işlerin emperyalizm arka plânını nasıl ortaya koyduğunu; nihayet doksanına merdiven dayamış aziz Prof Orhan Türkdoğan’ın Etnik Sosyoloji’sinde daha da fazlasını nasıl harmanladığını; nice yüzlerce belge-bilgi-yayını, (şimdiki profesörler hariç) bir kısım tarihçiler, antropologlar, aydınlar en az yüz yıldan günümüze tartışadursunlar,[1] bütün rehavetiyle uyuyanlara inat, atı alan Üsküdar’ı geçmek için olanca gücüyle – peşine takıldığı yoldaşları-oynaşları-yandaşlarıyla birlikte – koşmaktadır.
Anadolu’da Kürdistan Nasıl Uyduruldu?
İlk Selçuklu Tarihçimiz Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç (Elbistan, 1900-İstanbul, 1961), Ortaçağ İslâm tarihçisi olmakla beraber, özellikle Anadolu Selçukluları ve Anadolu’nun Türkleşmesi üzerine büyük bir otorite sayılmaktadır. Bundan 88 yıl önce, yani 1925’te, Mükrimin Halil’in genç ve parlak bir tarihçi olarak temayüz ettiği sırada Doğuda Şeyh Sait isyanı çıkmıştır. Şeyh Sait hadisesi münasebetiyle, bugünlere benzer bir şekilde gazetelerde ve ağızlarda Kürdistan tabiri dolaşıp durmaktadır. Bugünün farkı, zamanımızda artık sözde siyasî sorumlular, hatta bizzat Başbakan tarafından da kullanılmaktadır. O günler gidişattan kaygı duyan Mükrimin Halil Bey, 16 Nisan 1925 günü, “Manasız Bir İsim: Kürdistan” başlıklı bir makale yayımlar.[2] Amacı, Anadolu Türk Tarihini yazan birisi olarak hem konuyu ilmî sınırlarıyla ortaya koymak ve hem de ülke bütünlüğü açısından dikkat çekmektir. Makalesinde “gerçekten tarihin derinliklerine inerek” sırayla, “Kürdistan” tabirinin ilk kez nerelerde geçtiğini, Kürtlerin eskiden nerelerde meskûn olduğunu ve bu tabirle nerelerin kastedildiğini ele alır. Daha sonra tarihte Doğu Anadou’nun bir kısmına bu ismin ilk kez hangi Osmanlı Sultanı zamanında ve asıl hangi tarihçi tarafından düpedüz UYDURULDUĞUNU anlatır.[3] (Kastedilen meskûn yerlerle ilgili paragrafı özetleyerek – ve bazı yerleri gençler için biraz sadeleştirerek veriyoruz – parantez içi ifadeler bize ait. MK):
“Kürdistan ismi ilk önce İlhanlı tarihçileri Reşidüddin’in Câmi‘u’t-Tevârîh‘inde, ondan sonra Ebu’l-Kâsım Kâşânî’nin Târîh-i Olcaytu Han‘ında geçer. 14. yüzyıl başlarında yazılan bu kitaplarda Erdelan (İranda, Azerbaycan sınırı) ve Luristan (güney-batı İran) bölgelerinin bu isimle anıldığı görülmektedir. 15. yüzyılda yazılan Nizâmüddin Şâmî’nin ve Şerafeddin Ali Yezdî’nin Timurnâme‘lerinde bu ismin Hoy şehri (İran’ın Batı Azerbaycan’ı) ve Şehrizor‘a tahsis edildiği görülmektedir (bugün Kuzey Irak’ta Süleymaniye’nin doğusunda kalan eski bir şehir). Bunların ardından giden birçok tarihçi de – ki, üç kişi daha anıyor: Hafız Ebru, Abdürrezzak Semerkandî, Mirhond – Kürdistan ismiyle ayni yerleri kastetmişlerdir. Bütün bu tarihler bize gösteriyor ki, ‘Kürdistan’, eskiden Irak-ı Arap ile Irak-ı Acem denilen bölgelerin ayrıldığı hatta, zikrettiğimiz alanları ihtiva eden bir mıntıkadır. Eski tarihçilerin hiçbirinde Anadolu’nun herhangi bir kısmına’Kürdistan’ ismi verildiği görülmemiştir.” Devamında ise tarih okutuculuğunda yapılan hataya işaret ederek şu çarpıcı cümleyi kullanıyor: “Bugün (1925’i kastediyor) mektep kitaplarında Şarkî Anadolu’nun bir kısmının fuzulî olarak “Kürdistan” tesmiye edildiği görülmektedir.” Ve Mükrimin Halil Bey o gün için yapılan, fakat yine o zaman göz yumulan hataya şöylece dikkat çekiyor: “Şarkî Anadolu’yu bu isim ile ilk tevsîm eden (adlandıran) Heşt Behişt müellifi İdris-i Bitlisî olmuştur.[4] Müverrih-i muma-ileyh Yavuz Sultan Selim’in bu havaliyi Safevîler elinden nez‘ ettiğini (aldığını) zikrettiği esnada bu isim ile tevsîm eylemiştir. Heşt Behişt‘i takip ve onu me’haz ittihaz etmiş olan Hoca Sadeddin Efendi Tâcu’t-Tevârîh‘inde aynen selefinin tabirini kullanmış ve Sadeddin’in muakkipleri olan Hasan Beyzade ve Solakzade gibi müverrihler bu tabiri aynen muhafaza eylemişlerdir.”
Ve en çarpıcı pasajlar:
“Eski tarihçilerin eserlerini inceleyip araştırma zahmetine katlanmadan kitap yazmaya yeltenenler hep bu bir-iki Türkçe kitabı kaynak kabul ettiklerinden, onlar da bu ismin ilim-dışı olduğunun farkına varamamışlardır. Son zamanlarda Mehmed Mazhar Efendi ve Osmanlı Devleti Tarihi yazarı Abdurrahman Şeref Bey, bu ismi aynıyla kullanmışlardır. Her iki yazarın da yegâne kaynakları Tâcu’t-Tevârîh kitabı idi. Okul kitapları da ayni şekilde yazılmış ve Anadolu’nun Doğusu “Kürdistan” adıyla anılır olmuştur. Şu halde İdris-i Bitlisî bir “Kürdistan” tabiri UYDURMUŞ, diğerleri de inceleyip araştırmaksızın bu ismi kitaplarına geçirmişlerdir.
“İdris-i Bitlisî ve ona bağlı olarak diğer yazarlar Kürdistan tabiriyle Fırat nehrinin sol yakasından itibaren İran’a kadar devam eden Anadolu’nun Doğusunu murat etmektedirler.”
Mükrimin Halil Bey makalesinde, bundan sonra Anadolu Tarihini özetlerken:[5]
– Milattan önce 6. Yüzyıldan itibaren Batı Anadolu’daki Frigyalılar’ın bir kolu olan Ermeniler’in Doğu Anadolu’ya geldiklerini ve uzun asırlar (Roma ve Bizans dönemleri dâhil) burasının “Ermeniye” diye anıldığını;
– Sonra Arap-İslâm ordularının Doğu Anadolu’yu işgal ettiklerini; halkının büyük çoğunluğu Arapça konuşan Diyarbekir bölgesinin, gerçekte “birer Abbasi valilerinden başka bir şey olmayan “Şeyh”, “Hamedan ve “Mervan” aileleri tarafından idare edildiğini”[6];
– 11. Yüzyıl ortalarından başlayarak Selçuklular tarafından gerek Doğuda Bizans’ın elindeki “Ermeniye” kısımları, gerekse Güneydoğuda Mervanoğulları’nın elindeki Diyarbekir bölgesi, nihayet bütün Anadolu’nun kesin olarak Türklerin hâkimiyetine geçmekle onların “vatanı” hâline geldiğini;
– Ardından Anadolu Selçuklu Devleti’nin Anadolu’da iki buçuk asır boyunca sağladığı birliğin Moğolların işgaliyle bozulduğunu; ama kısa bir zaman sonra onların çekilişiyle beraber Beylikler döneminin başladığını, o yıllarda da Güneydoğu vilâyetlerinde Akkayonlu ve Karakoyunlu diye iki benzer Türk devletinin hâkimiyetini;
– Nihayet Osmanlı döneminde Yavuz Sultan Selim eliyle Anadolu’daki birliğin yeniden ve kâmilen gerçekleştiğini, genel hatlarıyla anlatıyor.
Ve merhum tarihçimiz, makalesini şöyle bitiriyor:[7]
“Eskiden ‘Ermeniye’ adıyla bilinen Doğu Anadolu’muz, Anadolu’dan ayırmayı icap ettirecek yahut ayrı bir bölgeye delâlet edecek hiçbir isim almamış, bazen küçük küçük vilâyetler hâlinde idare edilmiş, bazen de tek bir emirlik hâlinde ve ‘Diyarbekir’ emirliği olarak idare olunmuştur. Bütün tarihi devirlerde Anadolu’nun herhangi bir kısmına ‘Kürdistan’ adı verildiği hiç görülmemiştir.”
“Yalnız son asırlarda Ermeni milliyetçileri, Ermenilik adına siyasî ve kültürel faaliyette bulunarak Anadolu’da bir Ermenistan vücuda getirmek hülyasını takip ettikleri esnada, Doğu Anadolu’ya eski çağlardaki adıyla ‘Ermeniye’ demeye başlamışlar ve o yolda pek çok eserler yayımlamışlardı. Türklere düşman olan Avrupalılar da Ermenilere taraftarlık ediyorlar ve yayımladıkları tarih ve coğrafya kitaplarında Doğu Anadolu’yu ‘Ermeniye’ diye adlandırarak onlara mânen arka çıkıyorlardı. Ermenilerin faaliyeti II. Abdulhamid’i son derece kuşkulandırmış idi. Adı geçen Hâkan, ‘Ermeniye’ ve ‘Ermenistan’ adını ortadan kaldırmak için Doğu Anadolu’nun ‘Kürdistan’ adı altında anılmasını ve mekteplerde okutulan tarih ve coğrafya kitaplarına o suretle geçmesini uygun görmüştü. Bu sebepten dolayı, Heşt Behişt yazarının (İdris-i Bitlisî’nin) icadı olan ve onun izinden giden yazarlar tarafından aynen korunan ‘Kürdistan’ adı, incelenme ve araştırmayla ilgisi olmayan yazarların himmetiyle yayıldı ve genelleştirildi. İlmî ve tarihî bir değeri bulunmayan bir ad ortaya çıktı.”
Sonuç
Mükrimin Halil Yinanç “Anadolu Türklüğü’nün Tarihi” teziyle meşhur bir tarihçi olarak Anadolu’nun bütünlüğü konusunda kaygılarla yüklü şu hükmü vererek makalesini bitirmektedir:
“Şu açıklamalar bize gösteriyor ki, Anadolu’da bütün mânasıyla tam bir birlik mevcuttur. Bu birlik, bin seneden beri devam edip gelmiştir. Anadolu’nun her tarafı ‘Anadolu’ adıyla adlandırılmıştır. Anadolu’da hiçbir bölgenin ‘Kürdistan’ adını taşıdığı görülememektedir. İlmî ve tarihî hiçbir değeri olmayan böyle bir tabirin (1925 yılı şartlarını kastederek-MK) bundan böyle anılmaması, hem ilmî gerçekler adına, hem de ülke bütünlüğü adına temenniye şayandır.”
Merhum Mükrimin Halil ve benzeri tarih bilginlerimiz, yani sade o değil Osman Turan’lar, Faruk Sümer’ler, İbrahim Kafesoğlu’lar, M. Altay Köymen’ler, bugünün Türkiyesi’nde ülke bütünlüğü adına yaşanan son tartışmaları yerlerinden kalkıp görseler, kahırlarından bir daha ölürlerdi herhâlde!..
Nihayetinde biz ise bir soruyla bitirmek istiyoruz:
Bilir-bilmez nicesinin sözde allâme kesilip bin yıllık vatanımızın bir bölgesine, özellikle Doğu ve Güneydoğu’suna “Kürdistan” damgası vurmaya yeltendikleri; hatta bu “hülya”yı hayata geçirmeye çalıştıkları, sonunun nereye varacağını bilerek-bilmeyerek bazı sözde siyasetçi ve devlet adamlarının dahî fütursuzca (daha doğrusu “sorumsuzca”) bu ismi kullandıkları bir zamanda, Mükrimin Halil Yinanç’ların kaygısına ve uyarısına kulak kabartabilecek sorumlu mevkilerde bulunan bilim adamları ve tarihçilerle bir kısım gerçek devlet adamlarında hakikati savunma inanç ve iradesi yok mu acaba?
Yoksa eğer, eminiz Mükrimin Halil Yinanç ve onun gibi düşünen ebediyet kervanının ruhları – ne yazık ki – muazzep olacaktır!..
Ve bin yıldan beri gerek Türk doğmuş, gerekse bu milletle hem-hâl olarak kendi iradeleriyle “Türk olmuş” insanların gözlerinin nuruyla aydınlanmış ve damarlarının kanıyla sulanmış aziz Anadolu toprakları bu meş’um süreçte bütünlüğünü fiilen kaybederse eğer, başata tarihçilerimiz ve devlet adamlarımız olmak üzere bütün gerçek aydınlarımızın o büyük insanların ruhaniyetlerinden af dilemeleri gerekecektir.
[1] Biz bu tartışmaların somut örneklerini daha fazlasıyla geçen yılki benzer bir yazımızda ele almıştık: Bkz: “Mükrimin Halil Yinanç Uyarıyır: Mânasız Bir İsim Kürdistan”. Türk Yurdu, Aralık 2012 sayısı.
[2] Mükrimin Halil Yinanç, Yeni Türk, S: 16, s. 3, 16 Nisan (1925) 1341/23 Ramazan 1343 (Makale yakında Ö. Hakan Özalp’ın, merhum için çıkardığı – Tarihe Adanmış Bir Ömür, Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç, Elmuhay Vakfı Yay. 2012 İstanbul, s.48 vd. – biyografi kitabında özetlendi. Çevrim yazısı da kendisi tarafından yapılmış makalenin aslını bize gönderen sevgili Ö. Hakan Özalp’a müteşekkiriz.
[3] Mükrimin Halil Yinanç, a.g.m. s. 3.
[4] Heşt-Behişt, Bitlisli İdris’in, ilk sekiz Osmanlı Sultanının dönemini anlatan meşhur tarih kitabıdır. (MK)
[5] Mükrimin Halil Yinanç, Anadolu Türkleri Tarihi’ni bundan sonraki hayatında 18 el yazması defterden oluşan 4 cilt hâlinde planlamış, fakat ömrü içinde bunun sadece bir cildini yayımlayabilmiştir (Anadolu’nun Fethi -Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri, 1944). T.T. K. ise 2011’de – merhumun 50. Vefat yılı dolayısıyla – bütün eserlerini yayımlama kararı almış bulunmaktadır. İlki için bkz: Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, Yay. Hazırlayan: Re’fet Yinanç, I. Cilt (aslı üzerinden I. ve II. cilt bir arada), T. T. K. Yay. Ankara 2013 (426 s.).
[6] Diyarbakır Tarihi, M. Halil Yinanç tarafından İslâm Ansiklopedisine (M. E. B. Yayını) mufassal bir madde hâlinde yazılmıştır (bütün eserleri içinde yeniden yayımlanacak). Bkz: Cilt: 3, s. 601-627.
[7] Bu kısım doğrudan Ö. Hakan Özalp’ın kitabından alınmıştır: Tarihe Adanmış Bir Ömür Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç, s. 51 vd. (Tarafımızdan sadeleştirilmiştir.)