Atsız Burucu’nun makalesi, Türk toplumunun inanç ve zihniyet yapısı üzerinden nasıl hedef alındığını açıklıyor. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin Maturidiliğin akılcı yapısının Türklere kontrol edilemez bir güç verdiğini belirtmesi ve Winston Churchill’in Türkleri askeri güçle yenmenin imkansızlığını, ancak tarikatlar aracılığıyla içten çökertmenin mümkün olabileceğini vurgulamasıyla bu stratejiler ortaya konuyor. Metin, etnik düşmanlığın ve farklı ideolojilerin dini söylemlerle gizlenerek Türk kimliğini zayıflatma ve devleti parçalama amacını taşıdığını iddia ediyor. Güncel olayların bu çok katmanlı stratejinin devam ettiğini gösterdiği, bilimle uyumlu Maturidi geleneğin yerine sorgulamayı dışlayan yaklaşımların geldiği ve tarikatların siyasî, etnik ve ekonomik hedeflere alet edildiği belirtiliyor. Sonuç olarak, yazar mücadelenin artık zihinlerde, inançta ve kültürel dokuda verildiğini ifade ediyor.
İngiliz sosyolog Arnold Toynbee, İslam dünyasını iki ana çizgide yorumluyordu: Eşarilik ve Maturidilik. Ona göre Arap coğrafyasında yaygın olan Eşarilik, yönetilmesi kolay bir inanç çizgisiydi; “Baştaki imamı satın alırsınız, mesele biter” diyordu. Fakat Türklerin benimsediği Maturidilik, bilime ve akla yaslanan yapısıyla, sömürgeci planlar için en zor engeldi. Toynbee, “Her zaman Atatürk gibi bir lider çıkabilir” uyarısını yapıyor, Türklerin inanç çizgisini değiştirmeden kontrol altına alınamayacağını söylüyordu.
Bu tespit, yalnızca akademik bir gözlem değildi. Çünkü bir milleti zayıflatmanın yolu, onun düşünme biçimini, dünyaya bakışını ve dini yorumunu değiştirmekten geçiyordu. Bu yüzden Maturidi çizgiden koparılmış bir Türkiye, hedef alınan ilk adım olacaktı.
İki Dünya Savaşı’na damga vuran Winston Churchill ise meseleyi farklı bir açıdan ele alıyordu: “Türkleri tankla, topla yenemezsiniz. Onlar dindardır ama dinlerini derinlemesine bilmezler. Tarikatları kullanın; onlar devleti yıkmak için hazır bekler.”
Churchill’in bu sözleri, inanç istismarının nasıl stratejik bir silaha dönüştürülebileceğini gösteriyordu. Askeri cephede başaramadıklarını, tarikat ağlarıyla, zihinleri ve kurumları içeriden çürüterek başarmak isteyenlerin planını özetliyordu.
Bu noktada önemli bir başka taktik daha devreye giriyor: Türk’e etnik kimliği nedeniyle düşman olanlar, çoğu zaman niyetlerini açıkça ortaya koymaz. Kendilerini yalnızca “dindar” kimliğiyle değil, aynı zamanda çeşitli ideolojilerin perdesi arkasında da gizlerler. Kimi zaman dini söylemleri, kimi zaman da sözde devrimci, ilerici veya milliyetçi ideolojileri kullanarak topluma nüfuz ederler. Amaçları aynıdır: Türk kimliğini zayıflatmak, devleti içeriden çözmek ve milletin bütünlüğünü parçalamak.
Bugün yaşadıklarımız, bu çok katmanlı stratejinin hâlâ yürürlükte olduğunu gösteriyor.
Bilimle barışık Maturidi geleneğin yerini, sorgulamayı dışlayan anlayış alıyor.
Halkın inancı, tarikat yapılanmaları üzerinden siyasi, etnik ve ekonomik hedeflere alet ediliyor.
Türk’e düşman unsurlar, bazen din, bazen ideoloji maskesiyle güç topluyor.
Devlet kurumları, kapalı örgütlü yapılara teslim edilmeye çalışılıyor.
FETÖ, bu tehlikenin yalnızca bir örneği. İsimler değişse de yöntem değişmiyor. Mücadele artık cephe hattında değil; zihinlerde, inançta, ideolojilerde ve kültürel dokuda veriliyor. Eğer bu gerçeği görmezden gelirsek, topun ve tankın başaramadığını, görünmez eller sessizce tamamlayacaktır.