lutfu-sahsuvaroglu
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Nihat Genç’in Edebiyat Dünyasında Mekânlar: Cınıvız’ın Deniz(ler)i

Nihat Genç’in Edebiyat Dünyasında Mekânlar: Cınıvız’ın Deniz(ler)i

0
Paylaş

Nihat Genç’in edebi dünyasında mekanlar, özellikle de denizler, yazarın düşünce dünyasını, vatanseverliğini ve toplumsal eleştirilerini şekillendiren temel unsurlardır. Yazar, dağlar ve denizler gibi doğal mekanlardan aldığı ilhamla bir aidiyet duygusu geliştirmiş ve bu mekanları “iktidar,” yani özgüven duygusunun bir kaynağı olarak görmüştür. Metne göre, Genç’in vatanseverliği ve milliyetçiliği, içinde yaşadığı coğrafyanın parçalarından, yani denizlerden, ırmaklardan ve dağlardan beslenir. Bu mekanlar, onun yazılarında toplumsal ve siyasi meseleleri ele alırken başvurduğu, sığındığı ve duygusal bir bağ kurduğu semboller haline gelmiştir. Ayrıca, yazıda Elias Canetti’nin “Kitle ve İktidar” kitabındaki kitle sembolleri ile Nihat Genç’in doğa ve insanlara bakışı arasında paralellikler kurulmuştur. Nihat Genç, Karadeniz’i bir “dava” ve “türkü” olarak benimsemiş, ancak zamanla düşünce dünyası Ege ve Akdeniz gibi diğer coğrafyalara da açılarak daha evrensel bir bakış açısına ulaşmıştır. Metin, yazarın doğanın tahribatına, madenlerin sömürülmesine ve çevresel katliamlara karşı duyduğu öfkeyi ve bu konulardaki eleştirilerini de vurgular. Son olarak, Nihat Genç’in “tek bir damla” olarak başladığı mücadelesini, denizde kaybolmayı arzulayan ve kitleselleşme hayalleri kuran bir yazar olarak sürdürdüğü belirtilir.

 

Nihat Genç’in dağlarında gezinmiş, o dağların esintilerinden huzur bulmuş, fırtınalarından ürpermiştik. Kendimizi bir vatana ait hissetmek için o dağların sosyal psikolojik arka-planımızı oluşturmada yadsınamaz yeri var.

Ya denizler?..

Denizler de Nihat’ın tabiatının, ürperme ve huzur bulma alanlarının başka bir iklimi

Hastanede müdür yardımcısı olarak çalıştığı zamanlarda doğum yapan bir kadının çığlığından kaçıp kurtulduğu teselli veren kucaktır deniz.

Sinema günlerini, işporta gezginliğini, daktilo tuşlarındaki serenadını ve hastane yönetme stresini yaşarken hep başkalarının metinlerini yazarken ve bu yazma aralarında âdeta avını didikleyen bir aç kurt gibi kitapların sayfalarından notlar tanzim ederken, o kitapların aralarına tıkıştırdığı a5 ebadındaki not kartlarını sayısız kez okurken denizin ona iktidar bahşedeceğini sonradan anladı. İktidar yani öz güven duygusu…

Biriktirdiği ne varsa duygu ve bilgi olarak, onları boca etti kalbini kalemiyle birlikte uzattığı okuruna…

“Sarhoş bir delinin karanlıkta boğdurtulan sesi gibi. Buzdan bir göle düşer, korkuyla soğurum. Azgın hayvanların böğürtüsü gibi feryatlar saatler geçtikçe beni duvardan duvara çarpar. Gecenin karanlığı pis kokulu kuyruğu burnunda iblis gibi içine alırdı beni. Nerden bilebilirim, bu korkunç çığlıkları hiçbir kitap yazmıyordu. Bir değil, üç değil, sabaha kadar… Tabiatın içinde böyle ürkütücü şeytani seslerin mezarlık yarasaları gibi üstüme çullanacağını hiç düşünmemiştim.

Dünyanın tüm yaban domuzlarını bir kuyuya doldursanız böyle çirkin ürpertici sesler olamaz. Bir gecede saçlarınız ağarır, teniniz bir gecede eski püskü bir elbiseye dönüşür.

Yorganları başıma çeker, yumuşak yosunlu dalgaların, kumlu şırıltılı seslerini hayal ederdim. Nefesi çiçek kokan çocuk şarkılarını yüzlerce kez söyler, doğum feryadı sesleri unutmaya çalışırdım.

Köpürmüş kuduzlu çığlıklardan kurtulmak için açık denizde basit bir yelkenli düşünürdüm, uzun uzun. Korkunç sesler birden, sıkıntılı bir bulanıklıkla fırtınayı getirir, kürek denize düşer. Hayal içinde küreğin peşinden diplere dalardım. Ben dalardım, masmavi denize koyu yeşile, koyu yeşil kapkaranlık böceklerle dolu dibe inerdi, ben dalardım kürek dibe vurur, nefesim yetişmez, kürek gözden kaybolurdu.

İşte derinliğin sınırında, alt kattaki serinofil derneğinin kuş çığlıklarını duyardım. Daha yumuşacıktır, daha terbiyelidir diye kanaryaların sesine gömülüverirdim.

Bu müthiş bir buluştu. Benim için tanrısal, pırıl pırıl bir kurtuluştu. Ne zaman doğumhaneden sesler gelse, kulağımı kuşların cıvıltılarıyla dolu döşemeye dayardım…

Bir zaman sonra kuş sesleri “uzmanı” oluverdim. Keşke bu kadar incelmeseydi kulak zarlarım. Saflığıyla övündüğüm kuş cıvıltılarının içinde, dehşetli tiz’likte bambaşka, o
güne kadar fark etmediğim cırıltılar duydum. Bu tiz ses “ötüş” değildi, ışıltılı değildi, suya düşen inci parlaklığında değildi…

Tekerlek altında ezilmiş fare cırıltısı gibi. Sabaha doğru duyuyordum bu sesleri.”[1]

Tek bir damlanın sığınacağı yeri hep genç kalan yazar bilmektedir; özgüveni o damlanın yağış döngüsü içinde asla yok olmayacağına olan inancıdır, bilgisidir. Buharlaşacak olsa bile bir yaprağın üstünde çiğ olarak var olacaktır; bir dereye kapılacak, ırmağa erişecek, çağlayanlardan aşacak ve genişleyen bir delta oluşturup denize varacaktır, kitleselleşecektir. Hem tektir hem bir sürü…

“Deniz çoğul niteliklidir, hareket eder, yoğundur ve iç tutunumu vardır. Çoğulluğu sonsuz sayıdaki dalgalara dayanır. Dalgalar denizdeki insanı her yönden kuşatır. Dalgaların hareketlerinin aynılığı boyutlarının farklılığına mâni değildir. Dalgalar hiçbir zaman büsbütün kıpırtısız değildir.

Hareketlerini dışarıdan esen rüzgâr belirler; dalgalar rüzgârın emriyle şu ya da bu yöne çarparlar. Dalgaların yoğun iç tutunumu kitle içindeki insanın çok iyi bildiği bir şeydir. Diğerlerine sanki kendileriymişlercesine, kendisiyle diğerleri arasında hiçbir mutlak ayrım yokmuşçasına yaslanır. Bu uyumdan kaçmanın hiçbir yolu yoktur; böylece sonuçta oluşan hız ve kuvvet duygusu bütün birimlerce hep birlikte yaratılan bir şey olur. İnsanlar arasındaki bu birbirine tutunmanın özgül doğası bilinmez. Deniz bunu açıklamasa da dile getirir.

Denizdeki tek çoğul unsur dalgalar değildir. Ayrıca tek tek su damlaları vardır. Bunların yalnızca yalıtıldıklarında, birbirlerinden ayrıldıklarında damla oldukları doğrudur. Bu damlaların küçüklükleri ve tekillikleri güçsüz görünmelerine neden olur; damlalar neredeyse hiçbir şeydirler ve izleyende acıma hissi uyandırırlar. Elinizi suya sokun, çıkarın, damlaların tek tek ve güçsüz bir biçimde elinizden kayışını seyredin. Sanki bu damlalar, birbirinden umutsuzca ayrılmış insanlarmış gibi, acıma hissi duyarsınız. Ancak artık sayılamayacak kadar çok olduklarında, yine bir bütünün parçası olduklarında önemsenirler.”[2]

Kitle ve İktidar kitabını sanki Elias Canetti bizim Nihat için yazmıştır. Burada ele aldığı kitle simgeleri doğanın birer parçasıdır ve Nihat’ın vatanseverliği, milliyetçiliği tamamen bu doğa parçalarından neşet etmiştir. Yaşadığı coğrafyayı yahut çocukluğunun baskın hatıralarının arka-planında yaşattığı doğayı; denizi, ırmakları, ağaçları, dereleri, dağları, eski şehirleri, sokakları, meydanları, anıtları Nihat Genç havsalasında yoğurduktan sonra dâvâ olarak ekrana ya da yazıya taşır. Şanslıdır; çünkü o kadar zengin bir tabiat türküsü, gönlünde kendiliğinden bestelenmiştir.

Yazdığında ya da söylediğinde; yaşanan o günkü meselelerin içinden çıkılmaz bir hal aldığını görünce hemen başvurduğu ve göğsünü yaslayıp gözyaşlarından bir duygu seli meydana getirdiği şeyler: pınarlar, dereler, ırmaklar, denizler, ağaçlar, ormanlar, eski şehrin rüzgârları, savaşılan meydanlar, siperler, sokaklar, velhasıl tabiatın kucağıdır. Kimi zaman ama kucağı, baba ocağı fakat daha çoklukla her ferdini içinde anlam vererek olgunlaştıran kitledir. O kitle Canetti’nin kitabındaki kitledir.

Bu kitle Fransızlarınki gibi bir sokak-devrim ritüelidi midir, Almanlarınki gibi orman ve ağaçları mı? Yoksa Hollandalılar ve İngilizler gibi denizler mi?

Anadolu insanının Türkic olarak da vatandaşlık kimliğiyle Türk olarak da aslında kitle ruhuyla sığınabileceği ve adanacağı birçok kitlesel simge vardır aslında. Mazide bizi bir araya getiren ve birçok savaşlara; zaferlere ve bozgunlara sebep olan ruh kardeşliğini pekiştirecek kitle(ler) yok mudur?

Sarıkamış, Çanakkale, Balkan Bozgunu, İstanbul’un fethi, Malazgirt, Yemen dönüşleri, Kuvva-yı milliye, Dumlupınar, Sakarya, Büyük Taarruz…

Irmaklar, Fırat, Dicle, Kızılırmak, Yeşilırmak, Menderes, Sakarya, Aras…

Akdeniz bizim deniz olmaya pek yaraşır/ Deniz eri al demiri vira vira vay/ Dolaşalım limanları sıra sıra vay…

Karadeniz ya…

O zaten başlı başına bir dâvâ…Nâzım’ın yazdığı Mes’ud Cemil’in bestelediği Karadeniz…

“Dağlara çıkma hey Karadeniz

Yavrudur yârim, uçamaz bensiz hey…

Yârim yüreğime konmuş…”

Irmak yahut orman, deniz yahut okyanus olması bir yana, tek bir simgede bile sabit değildir Nihat.

Salt Karadeniz dâvâsı – türküsü bile her dönem başka bir çerçeveye bürünür ve ona yeniden bakıştaki ruh haliyle Nihat’ın düşünce dünyasını etkiler.

Nihat’ın bu atmosfer içinde yaşadığı duygu seli sürekli değişmektedir. Bu değişikliklerin birer bahanesi elbette vardır; aldatan sevgiliden (bu somutlaşmış biri de değildir, bir derin mazidir) ihanet eden siyaset liderlerine, bir arkadaştan beklenmedik darbelere, sitemlere kadar bahanedir bunlar, fakat zaten tabiatında değişme olan tabiatını değişen gerçek tabiattan almaktadır.

Vatan sevgisini Namık Kemal gibi bir fenomen kaynaktan alsa da, çağdaşlaştırmıştır.

Her milletin doğadaki kitlelerden geliştirip âbide haline getirdiği, adanılabilecek nezir ölçütte dâvâlaştırdığı gibi Nihat da Karadeniz’i,  yaylalarını, ormanlarını, ağaçlarını, denizini, balıklarını, balıkçılarını, şehirlerini, sokaklarını, insanlarını, fenomenleştirmiş kalıp haline getirmiştir. Ancak orada durmamış, Ankara’ya geldiğinden itibaren yeni çevrelere erişmiş orada yeni ortamlar yakalamıştır.

Mesela Doğu’nun yaylaları, dağları, ırmakları da hırçın tabiatı da onun tabiatını şekillendirmiş, yazı hayatını başlatmaya maya olmuştur.

Ege’de efeler, Akdeniz de onun dünyasını değiştirmiştir.

Ulusal kimliğini tıpkı eski bağlı olduğu teşkilatta öğretilenlerin ötesine geçerek Attila İlhan’a, Kemal Tahir’e, Doğu Perinçek’e ve başkalarına bakarak ve okuyarak esnettiyse Karadeniz’e sığmayan iç gözü de başka denizlere ulaşan ırmaklar gibi bir süreç yaşamıştır.

Denizlerden belki de okyanuslara açılacak daha da evrensele erişecek bir bakış açısıdır bu…

Başlangıçta da ısrarcıdır, evrildiğinde de; okyanusa eriştiğinde de…

“Denizin, çok değişken ve hemen hemen her zaman işitilebilen bir sesi vardır. Kulağa binlerce sesmişçesine gelen bir sestir bu. Bu sese sabır, acı, öfke gibi pek çok şey atfedilmiştir. Ancak bu sesin en etkileyici yanı ısrarcılığıdır. Deniz asla uyumaz; yıllar, on yıllar ve yüz yıllar boyunca, gece gündüz sesini duyurur. Gücü ve öfkesi, bu nitelikleri bir dereceye kadar taşıyan bir olguyu yani kitleyi getirir akla. Ancak denizin bir de kitlenin yoksun olduğu bir sabitliği vardır. Deniz her zaman oradadır; zaman zaman giderek gözden kaybolup yok olmaz. Varlığını korumak bir kitlenin, sonuçsuz da olsa en büyük arzusudur; bu arzu denizde gerçekleşmiş görünür.

Deniz her şeyi bağrına basandır; asla doldurulamaz. Dünyadaki bütün akarsular, nehirler ve bulutlar, bütün sular denize aksaydı yine de denizin suyunu artıramazlardı; deniz değişmeksizin kalırdı, onun hâlâ aynı deniz olduğunu duyumsardık. Böylelikle boyutlarıyla da, sürekli büyümek ve deniz kadar büyük olmak isteyen, bunu başarmak yolunda giderek daha çok insanı içine alan kitle için bir model işlevi görür. “Okyanus” sözcüğü, denizin vakur itibarının nihai ifadesidir. Okyanus evrenseldir, her yere ulaşır, bütün karalara değer; eski insanlar dünyanın okyanusun üzerinde yüzdüğüne inanırlardı. İlk ve son kez okyanusu doldurmak mümkün olsaydı, kitlenin kendi doyumsuzluğuna, giderek daha çok, daha çok insanı içine almak anlamına gelen o en derin ve karanlık dürtüsüne ilişkin hiçbir imgesi kalmazdı.

Okyanus, kitlenin gözlerinin önünde, evrenselliğe doğru kendi zapt edilemez itkisinin mitsel doğrulanışı olarak uzanır. Demek ki denizin duyguları değişebilir: yatışabilir, tehdit edebilir ya da fırtınalar halinde patlayabilir. Ama o hep oradadır. Onun nerede olduğu bilinir; açık ve barizdir, daha önce hiçbir şeyin bulunmadığı bir yerde aniden
belirmez. Aç bir kurt gibi olmadık yerden insanın üstüne atlayan ve bu yüzden her yerde beklenebilen ateşin gizeminden ve birdenbireliğinden yoksundur. Deniz yalnızca var olduğu bilinen yerde beklenebilir.

Gene de denizde bir gizem, birdenbirelikte yatan bir gizem değil de içerdikleri ve üzerini örttükleriyle ilgili bir gizem vardır. İçini dolduran yaşam, bariz değişmezliği kadar onun parçasıdır. Yüceliği, içerdikleriyle, içinde gizlenen çok sayıda bitki ve hayvanla zenginleşir.

Denizin iç sınırları yoktur, halklara ya da ülkelere ayrılmamıştır. Her yerde aynı olan bir tek dili vardır. Bu nedenle onun dışında tutulabilecek bir tek insan yok gibidir. Bildiğimiz herhangi bir kitle türüne tam olarak denk düşmeyecek kadar kapsayıcıdır, ama durulmuş insanlığın imgesidir de bütün yaşam onun içine akar ve o bütün yaşamı içerir.”[3]

Nihat’ın insan kimliği önceki bütün kimliklerine baskındır aslında. O milliyetçiliğin, muhafazakârlığın, hatta İslamcılığın (Yesevi müridi demleri; Nihat, “üstadım” dediği Yesevizâde’yi Arkası Karanlık Ağaçlar kitabına aldığı Şecerecilik[4] başlıklı bölümde anlattı da), antisiyonizmin ve de ulusalcılığın bir fedaisi olduğunda bile bu insan kimliği omurgası olarak Karadeniz’in yaylaları dağları gibi ağaçları gibi dimdik ayakta tutuyordu.

İnsan hakları, hayvan hakları, doğal evrenin yaşatılması, küresel ısınmaya karşı mücadele, barış, savaşların son bulması, açlıkla mücadele…

Bu evrensel değerlere ne kadar muti olduğunu benden daha iyi kimse bilemez.

O bir ulusal deniz gibi Karadeniz gibi aslında Marmara gibi bir iç denizdir, burada yereli inşa eder; ama Akdeniz gibi okyanuslar gibi dünya kıtalarını da kucaklar, ya da kucağında yatar. Herhangi bir kitle türüne denk düşmeyecek kadar kapsayıcıdır, bütün yaşam onun içine akar, onun içinden doğaya olan borç gibi taşar…

Ernle Bradford Akdeniz – Bir Denizin Hikâyesi adlı eseri ile bu uygarlıkların etrafında kümelendiği büyük denizi ve halklarını, topraklarını akıcı bir üslupla anlatmada daha önce Akdeniz’i yazan Fernand Braudel’den hiç de geri kalmamış.

Hem tarih hem mitoloji, sosyal antropoloji ve sosyoloji ile birlikte gözden geçirilirken bugünün dağları, akarsuları, yaylaları, ovaları, şehirleri, kasabaları, tarımı, sanayi ve yönetim biçimleri üzerinden bir bağlamsal deneme ve edebiyat örneği ortaya koymuş.

Akdeniz’i anlamak için Büyük Deniz’i, Braudel’i ve Bradford’u birlikte okumak icap eder.

Karadeniz’i anlamak için de Karadeniz çocuğu Cınıvız okunmadan olmaz.

Nihat Genç de Braudel gibi, Bradford gibi, Abulafia gibi[5] bağlamsal deneme ve öykü yazarlığı açısından keskin zigzaglara kapılsa da bu üç yazardan hiç de geri kalmayan bir hassas dokunuşa sahip olduğunu göstermiştir. Coğrafya ile kültür ansızın siyaset ve gazetecilikle küçük küçük fiskelerle kendine gelir. Ya da siyaset ve haberciliğine coğrafya ve kültürü ve/veya kültürleri ikazlarda bulunur.

“Akdeniz’in bütün alanları kıraç arazi örneklerini gösterir ve bu, birçok adanın tipik özelliğidir; toprağı insanın yüzyıllarca süren bilgisizliği çoraklaştırdı ve o kadar zayıflattı ki sadece bu dayanıklı bitkiler varlığını sürdürebiliyor. Kıraç toprağın ötesinde, cetvelin en ucunda step vardır. Toprağın neredeyse bütünüyle yok olduğu ve sadece derin kök sistemlerine sahip bitkilerin yaşayabildiği toprak.

Bazı devedikeni ve ot tipleri, dağlalesi ve süsen gibi uzun ömürlü bitkiler ve birkaç soğan köklü bitki steplerde yaşar. Sicilya, Malta ve Gozo gibi adaların yoksullaşmış yaylalarında en belirgin step tiplerinden biri görülebilir; burada kocaman yumru köklü çirişotundan başka hiçbir şey yetişmez. Eski Yunanlıların çirişotunu yeraltıyla ilişkilendirmelerini sağlayan şey, olasılıkla sadece bitkinin ölü renkli çiçekleri değildi. Homeros’un ölülerin yaşadığı büyük “çirişotu çayını”ın betimlemesine, şairin kefenlere bürünmüş cesetler gibi duran çirişotlarının titreyen kafaları dışında her şeyin perişan durumda olduğu çıplak bir stebi anımsaması neden olmuş olabilir.

Yaprak dökmeyen ormanlardan çöle kadar uzanan Akdeniz manzarası, toprağın akıllıca kullanılmasıyla ya da insanın şu ya da bu nedenle bölgeyi terk etmek zorunda kalmasıyla tersine çevrilebilir. Ne var ki, süreç bu kadar ilerlemiş olduğu için, sadece toprağı yeniden oluşturmaya yönelik yoğun çabalar manzarayı başlangıçtakine benzer bir duruma dönüştürebilir ve birçok yerde, toprağın gücünü geri getirmek için hiçbir şey yapılamaz. Modern insanın Yunanistan imgesiyle bütünüyle özdeşleşen ıssız, çıplak adalar bir zamanlar ormanla ve kış yağmurlarına karşı toprağı tutan dayanıklı sık bitkilerle kaplıydı. Klasik yazarların sözünü ettiği pınarları ve dereleri aramak boşunadır. Doğrusu bir zamanlar vardılar, fakat ormanların yok olması ve toprağın kaybolmasıyla birlikte pınarlar ve dereler kurudu. Eskiden pırnal ve kermes ormanları üzerinde aylakça dolaşan sonbaharın yağmur bulutları şimdi hızlı bir biçimde rüzgâr yönünde hareket eder ve çıplak kireçtaşı yamaçlara ani bir sağanaktan başka bir şey bırakmaz.” [6]

Ormanların bir zamanlar varoluşunu hatırlayan günümüz insanı, aşırı yağışların giderek toprak tarafından emilmesinin ne kadar zorlaştığını, artık kayalık yüzeyden yıkıcı bir sele dönüştüğünü idrak edebilmiştir ama yine de çarpık kapitalistleşme ve onun sınır tanımaz hırsı, hadnaşinaslığı yüzünden bir şey yapamamaktadır.

“Yıllardır yaylalarımızı anlata anlata kafasını nasıl yemişsem arkadaşımız Serkan Öz yıllardır yalvarır durur “abi Maçka yaylalarına ne zaman çıkacağız?”

Serkan beni Çorum’daki köyüne defalarca götürdü. Orta Anadolu’nun köyleri, bozkır başka güzel!

Ancak gitmemiş görmemiş bir insana uzaktan Karadeniz’in koylarını ve eşsiz güzellikteki ormanlarımızı anlatmak fotoğrafla resimle yazıyla mümkün değil!

Gündelik telaşla üstünü örttüğümüz insanın unuttuğu insanın derinlerindeki sanata, felsefeye ve Tanrı’ya giden yol, hepimiz için, bu eşsiz doğa güzellikleri karşısında içimizde patlayan coşkuyla başlar.

İki yüzyıldır kalkınmayı yol ve inşaat diye algılamış çok büyük bir yıkım ve facianın içinden geçiyoruz.

Doğanın muhteşemliğiyle karşılaşmayan hiçbir insan ruh iklimini bulamaz!

Estetik haz açlığı yaşamayan hiçbir insan toprağına gezegenimize coğrafyamıza derin ve soylu bir saygı ve sorumluluk duymaz!

Ruhumuz doğanın güzellikleriyle hayrete düşmeden ferahlamadan doğaya saygı, sorumluluk ve ahlak edinemeyiz.”

O arada araya sıkıştırılan erdemlilik de; bu doğayı kirleten, tahrip eden, ormanları yakan, meraları vahşi madencilik adına perişan eden, zeytinlikleri bile acımadan yok eden; hatta Nihat’ın çok sevdiği Kemaliye (Eğin)’yi bile dağlarının altındaki altın madeni için “taşırız” diyebilecek kadar cüretkâr – had bilmez ifadelerde bulunan, koyları hatta dağları beton binalarla dolduran, doğayı dümdüz eden şirketlerin sahiplerine küfür etmenin dayanılmaz hafifliğidir.

“Çocukluklarında bir gün olsun o koylarda neşeyle çığlıklar atmış olsalardı bu kadar büyük doğa katliamına izin vermezlerdi. Neyi yıkıp neyi parçaladıklarını bugün bile bilmiyorlar hâlâ konunun farkında değiller.”

Belli ki Nihat, yine kendisi gibi Karadenizli olan müteahhitlere iyimser yaklaşmış. Nasıl farkında olmazlar? Bal gibi farkındalar. Yaptıklarının nelere mal olduğunu nasıl bilmezler?

“Bu denli gözü kararmış ihaleci ve tarikatçı ve siyasetçinin doğanın güzelliğiyle terbiye edilmiş bir çocuklukları olsaydı bu imha savaşı bu doğa katliamına canavarca girişmezlerdi.”

“Bir Karadenizli için yayla; bütün günlük problemlerden kurtulma kaçma yeridir, türküsüdür, nirvanasıdır, ihtiyarlığını son günlerini beklediği yerdir, sonsuzluklara bakıp nihayet nefes aldığını, yaşadığını, insan olmak, var olmak coşkusu ve saygısını tattığı yerdir.” [7]

Yaylaları başka bir yazıda ele almak gereği olduğu açık; yaylaya dalarsak denizden kopabiliriz, o yüzden bir damla olarak deryaya ait sadakati, adanmışlığı, Karadenizli veya daha büyük çerçevesiyle Akdenizli olmak için sürekli hareket halinde oluşu, Nurettin Topçu’nun İsyan Ahlâkı’ndaki damarlarımız içindeki vicdan hareketine ve onun hürriyet aşkına benzer.

“Toprağın yüzü değişmiştir; fakat yine de şafak vakti –denizin koyu mavimsi griden kurşuni griye ve parlak gümüş rengine dönüştüğü zaman- uzaklara doğru bakan denizci kendisinden önceki milyonlarca denizcinin baktığı dünyanın aynısına baktığını düşünebilir.

Denizde sefere çıktığında bir Fenikelinin yararlandığı yıldızlardan yararlanır, onunla aynı tuzlu havayı solur ve aynı hava koşullarına maruz kalır. Fakat deniz de değişmiştir: Artık Homeros’un zamanındaki kadar “balık kaynamaz,” toprak gibi deniz de aşırı kullanılmıştır.

Havzanın neredeyse her köşesinden yola çıkan troller denizi tarar. Her koy ve her küçük ada trolle ya da oltayla balık avlayan kendi gündüz balıkçılarını denize boşaltır ve geceleri karpit ve gazlı fenerler balıkları ağlara doğru çekerken adaların etrafı ışık gerdanlıklarıyla çevrilir. Kabaran Akdeniz nüfusu beslenmelidir ve birçok yerde toprak tarıma ya da hayvan otlatmaya uygun değilse, o zaman dengeyi deniz sağlamalıdır. Yine de bu deniz insanın hem bilgisizliği hem zorunlu gereksinmeleri nedeniyle büyük ölçüde nüfusunu kaybetse de etrafındaki ülkelerin yemek listesinin büyük bir bölümünü sağlamayı hâlâ başarır.

Bazen boyu 3 metre, ağırlığı 450 kiloya ulaşan, uskumru ailesinin en büyük balığı, tonbalığı Akdenizli balıkçıların çok önemli bir avıdır. Taze ya da konserve olarak, Sicilya’daki ve öbür adalardaki balıkçıların ekonomisinde büyük bir rol oynar. Aynı şekilde, Messina Boğazı’nın kuzeyinde bulunan ve tek amacı kılıçbalığı avlamak olan özel teknelerden zıpkınla avlanan kılıçbalığı bir diğer lezzettir. Fakat çok az işçinin satın alıp yemeye gücünün yeteceği bir lezzet.

Akdeniz’de tonbalığı ve kılıçbalığı yakalamak için kullanılan yöntemler o kadar sıradışıdır ki, kısa bir betimlemeyi hak eder. Sicilyalılar tonbalığı yakalama tekniklerini olasılıkla dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda adayı işgal eden Araplardan öğrendiler. Fakat Arap işgalinden önce de olabilir; çünkü Fenikelilerin İspanya kıyısında bir tonbalığı dalyanı kurdukları kayıtlarda vardır; Cadiz’deki ve Carteia’daki Fenike madalyonlarının üzerinde tonbalığı resmi vardır. Daha sonraki bir tarihte tuzlanmış tonbalığı Romalıların saltamentum sardicum dedikleri gözde bir yemekleriydi.” [8]

Bradford’un gözlemlerinin benzerini Nihat Genç’in Karadeniz üzerine yazdıklarında görüyoruz. Karadeniz balıkçılarını, Karadeniz balıklarını konu edindiği öykülerinde…

“Aslında Osmanlı’nın Kırım’dan, Enver Paşa’nın Orta Asya’dan, turancıların dış Türkler’den yardım, umut beklemesinin altında çok derin psikolojik yaralar var! Anadolu topraklarında kendine güvenen, siyasi, sosyal bir yapı oluşturamadık! Türklüğün son kalesi: Anadolu, sloganının altında, ya bu ülkeden de kovulursak düşüncesi yattı. Türkiye, kendine güvenemedi, arkasında hep Kırım gibi büyük bir güç aradı, arıyor!

Asırların hastalıkları bugüne kadar geldi, Osmanlı toprak parçalarındaki eyaletlerin bugünkü siyasi rejimlerine bir bakın, Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Irak, Suriye, Mısır, Cezayir, hemen hepsi kendi siyasi, sosyal dengelerini kurabilmiş değil. Hepsi, siyasi ve sosyal olarak hasta!

Osmanlı’nın ve doğulu olmanın ruhlarına kazınmış hastalığı, hepimizde yaşıyor! Osmanlı’nın tüm eyaletleri kurda kuşa yem oldu. Hiçbiri belini doğrultamadı. Çünkü? Gelin tek bir açıdan buna bakalım! Mesela, Karadeniz, asırlarca Türk gölü oldu ve en büyük gücümüz Kırım ordaydı! Ve biz Karadeniz’i kullanamadık!

Karadeniz’in dibi çamurdur, batık gemileri ve leşleri bulamazsınız. Rus bilim adamlarının 1940 yılına kadar yaptıkları yayınlara baktığımızda, Karadeniz’de gezinen her bir deniz böceğinin yatağını, her bir balık familyasını tane tane bulup, yazdılar! Palamut, uskumru, ringa, lüfer, levrek, barbunya bizim için değerli balıklardır. Ruslar için “gani”. Denizlerin en leziz balığı, kılçığı kıkırdaktan Mersin balığıdır, halkımız tanımaz onu, üç-beş lüks otel, belki.

Ama Ruslar hem havyarını ihraç eder hem etini konserve. Gürcüler bile Mersin balığını bizden çok tutar. İstanbul Boğazı ve nehir akışlarında sürülerinden uzak, spor olsun diye avlanan balıkları, balıkçılarımızda spor olsun diye avlar, hepsi günlük maişetleri için, sanayisi ise hâlâ yoktur!

Biz, takalar ve süpürge bıyıklı, kemik yüzlü balıkçılarla düştük balığın peşine, payımıza, istavrit, hamsi, mezgit düştü. İstavrit, Karadeniz’in her bölgesinde bulunur,
kıymetli bir balık değildir. Hamsi ise, devridaimi gereği Karadeniz’i dolaşır ve Trabzon sahillerinden geçerken ideal lezzet ve boya ulaşır! Aslında her denizin bir hamsisi vardır, ama Karadeniz hamsisi Allah’ın bir lütfü bize.

Hamsileri kovalayan palamutlar, az da olsa ağlara takılır. Yunuslar da öyle, hamsi sürülerini kovalar. Karadeniz’de cumhuriyetin ilk yıllarından beri dom dom tüfekleriyle
ilkel yunus avi ve Yunus Yağı, unu, gübresi fabrikaları dünya standartlarından uzak, zavallı bir şekilde devam eder.

Ya Ruslar? Palamut sürülerini uçaklarla takip ederler, çünkü palamutlar yüzeye yakın ve su fışkırtarak yüzerler!

Ve Karadeniz’in en değerli balıkları kalkanların peşine ise deniz filolarıyla çıkarlar. Karadeniz’in kalkan bölgeleri, mesela, Dinyester, Dinyeper nehir ağızları filolar tarafından yemlenir.
Kalkan bir dip balığıdır ve kalkan sürüleri bir yüzyıl Rusların hazinesi olmuştur. Sovyetler büyük radarlar ve deniz filolarıyla balıkçılık yaparken, bizim balıkçılığımız
şöyleydi: Samsunlu gariban bir balıkçının ağına yolunu şaşırmış bir morino takılır. Balıkçı tezgâhının önündeki ağaca ayağından asıp, gazetecilere poz verir!

Ve çocukluğu deniz kıyısında geçmiş benim gibi yüz binlerce çocuk, fukara balığı sayılan hamsi, istavrit, mezgitten başka balık tanıyamayacak, ilkokulda ise, güçlenmek için, Amerikan yardımı balık yağı haplarını içecektir. Ve büyüdüğünde ağbileri ona ya Orta Asya’yı gösterecekler ya da Almanya’da işçi olmayı!..” [9]

Denizin yazarları arasındaki benzerlik ortadadır:

“Kıyının belli noktalarında tonbalığının yumurtlamak için sahile yaklaştığını bilen balıkçılar, sahilden deniz yatağına uzanan uzun bir ağ sererler. Bu engelle karşılaşan tonbalığı ağın etrafından dolaşmak için denize yönelir ve bunu yaparken ilk “oda”ya girer. Bu oda, yüzeyde dört taraftan mavnalarla desteklenen kutuya benzeyen kare bir ağdır. Bu ilk ağa giren ve hâlâ kendisini kuşatılmış bulan tonbalığı denize açılan tek kapıya yönelir ve kaçınılmaz olarak ikinci ağın yolunu tutar. Yine başka bir açık kapı dev balığı denizin özgürlüğüne yöneltir ve üçüncü ve son ağa, camera della morte içeri girer. “Ölüm odası” önceki ağlara benzer; bir farkla: Güçlü bir dip ağı vardır. Bu kez tamamen şaşıran tonbalığı hapishanesinde amaçsızca dolanır.

İçgüdüsü onu her zaman kıyıdan uzaklaşıp denize açılmaya yönlendirdiği için, geldiği yoldan geri dönüp özgürlüğüne kavuşamaz.

Tonbalığı sezonunda her gün rais (Sicilya diline geçen Arapça bir sözcük, reis), camera della morte’yı tutan mavnalardan birinde dibi cam bir kovayla ağı kontrol eder. Ağda yeterince balık olduğuna inanınca, mattanza (katliam) ilan edilir. Bu sözcük Sicilya tarihinin başka bir bölümünü açığa vurur. İspanyol etkisinin adaya egemen olduğu uzun yüzyılları. Balıkçı çeteleri üçüncü ağı destekleyen dört mavnaya götürülür. Genellikle sabahın erken saatlerinde (gündüzün kavurucu sıcaklığından sakınmak için) dört kenarlı ağı ve onunla birlikte dipteki ağı- çekmeye başlarlar. Balıklar sulu dünyalarının daraldığını hemen hissederler. Amaçsızca durmadan dönerler; sonra panik üstün gelir ve artan bir hızla kapanan çemberin içinde çırpınırlar. Tuzağa düşen sadece tonbalığı değildir; bazen dev bir vatoz balığı kara bir kâbus gibi denizden sıçrayıp, etrafına sular saçarak tekrar sulara gömülür, köpekbalıkları da oradadır ve öbür küçük balıklar, farkında olmadan denizin krallarını izleyip ölüme koşmuştur. Ağın dibi su yüzeyine bir metre kadar yaklaşınca, “oda”yı destekleyen ana ipleri yakalarlar. Reisin işaretiyle mattanza başlar. The Journeying Moon kitabında bu betimlenir: “Sıra sıra dizilen insanlar kısa bir süre öylece durur ve ardından adeta hep birlikte darbeyi indirirler. O parlak sabah vakti onları hâlâ görebiliyorum: İnip kalkan kancalar; kanları akarken çırpınan iri balıklar ve balıkları mavnaların bordasına çeken ve kancayı döndürerek balıkları ambarlara boşaltan insanlar. Büyük tonbalığı bir mavnanın bordasına çekildiğinde, adamlardan biri parmaklarını balığın gözlerine sokar, kör olunca daha az mücadele eder. Bazen, balığı ölmesi için ambara atarken parıldayan karnını nazikçe okşardı; bu hareketi tuhaf bir acıma hissini ifade etmekteydi.” [10]

Bradford, kendi denizinde diğer tarihçi Abulafia ve Braudel gibi tarihin daha ‘umum’ faslından daha özel, mesleki faslına temaslarda bulunuyor. O kadar ki, o da Nihat Genç’in bir deniz çocuğunu yakından tahlil etmesi, balıkçıların özel sorunlarına girmesi gibi önemli ama çoğu tarihçinin ihmal ettiği ayrıntılara giriyor:

“Kılıçbalığı avlamanın da özel teknikleri vardır. Sicilya’nın kılıçbalığı avlama tekneleri benzersizdir. Bugün hepsi dizel motorludur; fakat yirmi beş yıl önce çoğu latin yelkenli teknelerdi. Onları dünyanın öteki balıkçı teknelerinden ayırt eden şey, muazzam cıvadraları ve kule gibi uzanan uzun ince direkleridir; direklerin tepelerinde gözetleme kulesi vardır. Gövde uzunluğu yaklaşık 12 metre olan bir teknenin 18 metrelik bir cıvadrası ve 24 metrelik bir direği olur. Eskiden direkler ve cıvadralar ağaçtan yapıldıkları için o kadar uzun değildi; fakat şimdi daha da uzun tutulmalarına olanak veren alüminyumdan yapılıyorlar. Dümen ve motor kontrolü direğin tepesine çıkarılır; orada kaptan ve bir gözcü tekneyi kontrol eder ve kılıçbalığı avına göre yönlendirir. Bulundukları yükseklikte teknenin epeyce ilerisindeki suyu görebilirler. Bir kılıçbalığı sürüsü görülünce, kaptan manevra yapıp tekneyi uygun konuma getirirken, zıpkıncılar cıvadranın ucuna koşarlar. Bazen zıpkıncı Zıpkınını fırlatmadan birkaç saniye önce hedefini görür; bazen de görmeden, kaptanın talimatlarına göre zıpkınını fırlatır.

Messina Boğazı’nda Sicilya ile İtalya arasındaki sahil boyunda çalışan tekneleri izlerken, neredeyse bu deniz kadar eski bir balık avlama tarzına tanık olursunuz. Zıpkınla kılıçbalığı avlama yönteminin zamanın hangi noktasında geliştiğini gösteren hiçbir kayıt yoktur; fakat antik dünyaya kadar geri gidebilir. Homeros, Messina Boğazı’ndaki balıkçılık faaliyetlerini kuşkusuz biliyordu. Bölgenin tehlikelerini Kharybdis girdabı ve canavar Skylla’yı betimlerken, Skylla’nın nasıl balık avladığını anlatır: “Uzatır başlarını korkunç uçurumdan dışarı / gezdirip bakışlarını kayalarda olduğu yerden / avlar yunus balıklarını, kılıçbalıklarını ve indirir gövdeye sürülerle deniz canavarını.”

Kharybdis’in (hâlâ vardır) Odysseia’daki bu pasajı kesin bir biçimde yerelleştirmesinden tamamen ayrı olarak, Skylla’nın balık avlama faaliyetlerine yapılan gönderme anlamlıdır. Messina Boğazı, Akdeniz’de bol miktarda kılıçbalığının bulunduğu yerlerden biridir.” [11]

 

Bradford’un Akdeniz balıklarını ve balıkçılığını anlatışına benzer Nihat Genç’in Karadeniz için yazıp anlattıkları. Bir Karadeniz evlâdı olan Genç’in balıkçıların yaşadıklarına birebir şahit olduğunu, yazılarından daha fazla anlattığına şahidim.

Benim de bir tarımcı olduğum hesaba katılırsa tarım üzerine yıllarca süren sohbetlerimiz arasında su ürünleri faslının olmaması düşünülemez. Tarım ürünlerimizin işleme oranı AB ülkeleri ile kıyaslanınca onda bir bile değil. Tarım sanayi entegrasyonu, tarım ürünlerinin Pazarlama kabiliyetini artırmak, raf ömrünü uzatmak için işlenip ambalajlanıp doğru pazarlara sevki yıllarca üzerinde durduğumuz mesele. Avrupa Ekonomik Topluluğu ile tarım ürünlerimizin sınai rekabet analizi üzerine doktora tezimi yazmıştım. O vakit bizde işleme oranı yüzde yedilerde, Avrupa Ekonomik Topluluğu ülkeleri ortalamasında ise yüzde yetmişlerin üzerinde idi.

“Tarım ürünlerimizi işleyip ambalajlayamadık, denizi ise hiçbir zaman konservelerin içine sokamadık! Önce dünyaca meşhur tütünümüzü kaybettik, yok artık o! Balıkçılığı ise hâlâ “spor” olarak görüyoruz! Buğdayı kaybediyoruz, işte haberleri geliyor, zeytinyağını kaybediyoruz.

Çünkü dünyanın en tembel köylüsüne sahibiz. Ağır işçilik isteyen tütünden kaçtı, balıkçılığını karın tokluğuna yaptı. Fındık, zeytin, buğday gibi tarihin ilk gününden beri toplamaktan başka hiçbir işçilik istemeyen tarım yapıyorlar! Bir de şu Çinlilerin pirinç tarlalarında çektikleri eziyetlere bakın! Hayvancılığı ise, tüm teşviklere rağmen, göçer aşiretler dışında yapabilen çıkardı, on yıldır da aşiretlerin yaylalarını savaş gereği iptal ettik. Geriye ne kaldı? Patates? Erbakan boşuna mı söyledi, patates dinindeniz diye!..

Yüksek bir tepeden Karadeniz’i seyredin, çöl gibi, saatlerce tek bir motorun, geminin geçtiğini göremeyecek, sıkıntıdan patlayacaksınız!

Ancak, birileri gelecek, cami açacak, diğerleri gelip imam hatipleri kapatacak, bilim adamları laikleri alkışlayacak, dağa, taşa Türk bayrağı resimleri yapılacak, altımızdan toprak, yanı başımızdan deniz alıp başını bir çamur deryasına dönüşecek!

Ve Karadeniz’in tüm sahillerindeki küllük dediğimiz deniz salyangozları mafya tarafından kazınarak Japonlara satılacak…

Ve kalkınmak için son modamız: Çoruh nehrinde rafting yapacağız. Köylüler, coşkun sularda sürüklenen raftingcilerin peşinden dere boyu koşacak, seyredecek, milletçe kalkınacağız. Yomra Su Ürünleri Merkezi üretip denize bırakmaya başladı, hayırlısıyla, heyecanla bekliyoruz, bin yıl sonra kalkanımız olacak mı, yoksa hâlâ başkalarının kalkanlarını mı yiyeceğiz?” [12]

 

Şimdi gelelim bütün bu damlalar, ırmaklar ve deryalar ikliminde gezinmemizin nihai vurgusuna:

Annem anlatırdı, muhtemel Nihat’ın annesi de anlatmıştır; bir gün gelecek ve insanlar susayacaklar, su böyle giderse sadece denizlerdeki tuzlu sudan ibaret kalacak, tatlı suya erişim zorlaşacak. İnsanlar uzaklara bakıp su diye koşacaklar. Bir de bakacaklar ki, o parlayan şey altındır. Altın, altın, altın… her yan altın. Ama bir damla içecek su yok.

Şimdi altın madenini çıkarmak için Türkiye’nin en büyük su serveti Fırat kirletiliyor.

Bir araya gelen tek damlalar, bu vatanın toprağı için, suyu için bu vahşi madencilerle mücadele ettiler.

“Madenler polis tarafından birkaç yıllığına özel şahıslara devredilir; madenleri işletmek için çok sayıda köle çalıştırmak, metali işlemek için Laurion yakınlarında tesisler kiralamak, ruhsat almak, hatta çıkarılan maden üzerinden vergi ödemek gerekir. Maliyeti yüksek olan bu iş, belki ruhsat alanlar için değil, ama köleleri kiraya vererek tedarik edenler için kârlı olabilir. Örneğin Nikias, Hipponikos ve Philemon o kadar zengin olurlar ki, Atina’nın geçirdiği bir ekonomik krizde Ksenophon polise onları örnek almasını ve madenler için lazım olan köleleri kendisinin kiraya vermesini önerir. Tüm ekonomi araştırmacıları, klasik çağda Atina’da gelir anlamında en kârlı iş alanının madenlerde köle çalıştırmak olduğu konusunda hemfikirdir. Laurion madenleri ayrıca Atina’nın klasik çağda Akdeniz’in büyük kısmına dayatmayı başaracağı drahmi için gerekli olan gümüşü sağlayacaktır.
Takaslar Yunanların Akdeniz’deki hareketliliği çok gerilere uzanır; Mykenler Akdeniz’i
enlemesine ve boylamasına dolaşmış, ihraç ettikleri ürünleri (özellikle çömlek) gittikleri yere bırakmış ve ihtiyaçları olan hammaddeleri toplamıştı; ticaretteki bu gelişme, arkeolojik belgelerde izine rastlanmayan bir genişleme iradesinden çok, ihtiyaca bağlıdır. Odysseia, uzun bir yolculuk deneyimi ve farklı halklarla temaslar olmadan düşünülemezdi; MÖ VI. yüzyılda Karyandalı Skylaks ile Miletoslu Hekataios’la zengin bir seyahatname ve seyir kılavuzu edebiyatı ortaya çıkmıştır. İnsanlar da, ürünler de yolculuk eder; bu güzergahların ve takasların süresi ve yöntemleri, başrol oyuncuları ve boyutları zaman içinde değişir, ama Yunanların Akdeniz ticaretindeki varlığı hiçbir zaman eksilmez.” [13]

Madenlerin eski Yunan’da olduğu gibi kiraya verilmesi bugün de aynı hızıyla devam ediyor. Madenler halkın olduğu halde eski Yunan’daki gibi krallar madenleri birilerine devrediyor ve kolay yönetmenin hazzını yaşıyorlar.

Nihat Genç ve Serkan Öz ile başta Erzincan’ın İliç ilçesindeki yabancılar tarafından işletilen altın madeni olmak üzere ülkemizdeki bütün madenlerdeki sömürü çarkını ve müstemleke mantığı ile yönetme biçimini eleştirip protesto eylemlerine katılmıştık.

Nihat en son bugüne kadarki sömürü yetmezmiş gibi maden yasasındaki değişiklik ile ilgili akciger kanserine yakalandığı ömrünün son döneminde bile bu meseleye parmak bastı.

Veryansın’daki son yazısında Yusuf Yavuz Nihat Genç hastanede olmasa meclis önündeki eyleme onun da katılacağını vurguladı.

“Zeytinlikleri, ormanları, suları ve verimli topraklarımızı bir avuç maden ve enerji şirketinin insafına bırakacak bu yasa teklifinde imzası olan vekiller arasında maden şirketi patronları da var. Artık açıktan ve hiç çekinmeden saldırıyorlar. Yıllar önceki çekingenliklerini çoktan üzerlerinden attılar. Kendi televizyon kanalları, gazeteleri, haber siteleri var; kendi akademisyenlerini yarattılar, kömürü ve yıkımı baş tacı edecek kendi köylülerini muhtarlarını oluşturuyorlar. Artık bu son büyük yağma seferinde yanlarında kendi akademisyenleri, kendi köylüleri, kendi gazetecileri var. Türkiye’de 200’den fazla üniversite, onlarca ziraat-orman fakültesi var; hiçbirinden zeytinin meşenin, derenin hakkını savunan ses çıkmıyor…”

 

Nihat Genç, Karadeniz talan edilirken o bölgenin derelerini, ormanlarını, pınarlarını, çağlayanlarını her türlü betonlaşma yatırımından önceliğe koyan yazılar yazdı.

21 Nisan 2025 son yazılarından birinde maden milliyetçiliği başlığını kullandı.

“Madenlerimizi, dağlarımızı, köylerimizi satarak nereye gidebiliriz? Bu da bizim başka türlü bir Arjantin olduğumuzu gösteriyor. Biz aslında Arjantin olmuşuz. İşte verdik dağlarımızı, derelerimizi, yatak odamızı. Her şeyimizi teslim ediyoruz artık… Ben iddia ediyorum, 18.yüzyılın İngilizleri, Fransızları, Belçikalıları; Afrika’yı, Çin’i, Hindistan’ı bu kadar kolay yağmalayamadılar. En azından yerliler çıktılar karşılarına. En azından buralardaki köylü liderleri, aşiret liderleri çıktı. En azından bir direnç gösterdiler.

“Utanma yok, bilgi yok, cehalet diz boyu, sırf iktidarlarına iki günlük sahte bayram yaşatmak için düpedüz yalan söylediler!

İşte bu adamlara yandaşlar denir, kimi eski asker kimi akademisyen ve ama hepsi iktidarın soytarısı, hepsi o düşük zekâlarıyla her akşam milletle eğleniyorlar!

Her akşam yalan söylemekten hiç çekinmeyen bu soytarı takımı tabii ki maaşlı!

Tabii ki bu soytarıları İsrail ve ABD gibi ülkeler çok ama çok sever, tabii ki Tayyip daha çok sever, işlerini kolaylaştırdığı için!

Yüzlerce akademisyen ve yüzlerce yandaş her akşam kasıtla yalan manipüle bilgilerle akıllarınca Türkiye’nin jeo-politiğine geleceğine dış politikasına yön veriyorlar, kardeşlerim, palavralar dün de bugünde hiç değişmedi! Ve bu şarlatan tayfası sorarsan fiyakayla çalımla ‘devlet yönettiklerini’ söylüyorlar!

***

Çin nadir elementlerde dünya devi haline geldi ve maden milliyetçiliği çağını yeniden başlattı!

Henüz 1980’li yılların başında dünyanın en yoksul ülkesi kırk uzun yıl içinde dünya ekonomisinin zirvesine yerleşti!

Neo-liberal dünya düzeni 1980 itibariyle tüm dünyaya meydan okumaya başladı milli olan ne varsa satılıyor ve şirketler her şeyi ele geçiriyordu!

Devlet gücü ve müdahalesi zayıflatılıp devletlerden daha güçlü şirketler ortaya çıkmaya başladı!

Devletin kamu teşebbüsleri ve halkın kooperatifleri Dünya Bankası projeleriyle kasıtla küçültülüp elde ayakta ne varsa şirketlere satılıyordu ve çok geçmeden dünyamız bir şirketler imparatorluğuna dönüştü!

Devlet ve kooperatifler küçülüyor yani devletin ve halkın elinden kamu teşebbüsleri alınıyor ve şirketler sınırsız imtiyazlar ve zenginlikler ele geçirmeye başladı!

Sosyal haklar, insan hakları, tazminatlar, gibi iki yüzyılın kazanılmış hakları elden çıkıyor ve fütursuz ve acımasız bir şirketler diktatörlüğü kurulmaya başlandı, öyle ki, en temel ihtiyaç maddelerinin üretimi ve tedarikinden petrol ve enerji ve yüksek teknolojide günlük yaşam için elzem olan her şeyin sahibi şirketler olmaya başladı!

Şirketler borsaları ve ülkeleri ele geçirdi ve büyük zenginliklerin ötesine geçti sanatta sporda medyada devasa bir güç ele geçirdi ve siyasi partilerden meclisten daha etkili olmaya başladı ve büyük imtiyazlar ele geçirdiler!

Devlet zayıfladı, küçük esnaf zayıfladı ve köylü ve çiftçi zayıfladı ve sendikalar ve halk iradesi pasifleştirildi ve dünyamız şirketlerin insafına bırakıldı!

Konumuz gereği biz nadir elementlerden gidelim, 1990’lı yıllarda internet henüz kitleselleşmemişti ve 2000’li yıllar itibariyle dünyamız sensör, radar, güneş panelleri, rüzgar enerjisi ve elektrikli arabalar ve bilgisayar ve güvenlik kameraları ve cep telefonları ve uzay teknolojisi alanında henüz atağa kalkmamıştı!

1990’lar aynı zamanda AB’nin kurumsal olarak oluşmaya başladığı ve Sovyetler’in çöktüğü yıllardı!

Siyasette sağ-sol dışında yepyeni bir hareket ortaya çıktı, yeşil hareket!

Çevrecilik hareketi çok kısa sürede popülerleşti ve çok etkili hale geldi! Kurulmakta olan yeni dünyada kitleler nükleer silahlara karşı ve doğayı korumak istiyordu!

Avrupa Birliği, doğayı zehirleyen maden şirketlerine karşı çok sert tedbirler almaya başladı, öyle ki, maden şirketleri ağır vergiler ve yasaklara karşı duramadı ve kendilerine sorun çıkartmayacak uzak ülkeler aramaya başladı!

İşte Çin, burada devreye girdi! Avrupalı şirketleri ülkesine davet etti!

Çin, Avrupalı şirketlere kendi ülkesinde maden çıkartmaları için çok kolaylıklar sağlayacağı sözünü verdi, Çin’in amacı, kendisinde olmayan maden teknolojisini ele geçirmekti!

Çin, gerçekten doğanın zehirlenmesi ve onlarca köy ve kasabanın kanserden tarihten silinmesi risklerini dahi göze aldı ve Avrupa’nın maden teknolojisini önce taklit sonra daha iyisini yapmaya başladı! Nadir toprak elementlerinin çıkarılması çok yüksek bir teknoloji istiyordu, 100 tonluk kayaları kırıcı delici makineler gibi ve topraktan elementi siyanürle ayrıştırmak gibi ve Çin çoktan yola çıkmıştı!

Geçtiğimiz yüzyıl petrol çağıydı ve şimdi bilgisayar cep telefonları sensör ve radarlarla yepyeni bir çağ başlıyordu ve Çin çevre felaketlerini göze alıp geleceğini inşa etmeye başladı, ki 60’lı yıllarda da nükleer silah sahibi olabilmek için tarım politikalarını ihmal etmiş ve 60 milyon insanın açlıktan ölümüne sebep olmuştu, yani Çin büyük riskler almakta acı deneyimleri vardı!

Çin ülkesine davet ettiği şirketlere söz verdiği gibi nadir element satışına önce izin verdi, ve ancak, son yıllarda iş çok köklü şekilde değişti!

Bu aslında neo-liberal çağın da sonu ve yeni dünya savaşlarının da başlangıcıydı!

Ve filmin sonunda Çin nadir elementlerde bir dünya devi oldu ve nadir element piyasasına el koydu, sınırlar getirdi!

Çin, maden milliyetçiliğiyle yeni bir çağın açılışı yaptı!

Evet, yeni bir çağ başlıyor, bütün siyasetleri partileri fikirleri yeniden şekilleyecek!

Artık dünyalılar şirketlerin elindeki madenlere sahip olmadan bir siyaset yapabilmesi mümkün değildir!

Ancak madenlerinize sahip olup bir devlet müdahalesi ve gücünü ele geçirdiğinizde bir milli kimliğiniz ve meclisiniz milli iradenin meclisi olur değilse şirketlerin oyuncağı olmaktan kurtulmak mümkün değildir!

Ülkemiz madenciliği tam bir yağma düzeniyle sömürgeci şirketlerin elinde, an itibariyle büyük ve sınırsız ruhsat haklarıyla köyler yaylalar ormanlar mezralar tamamen sömürgeci şirketlerin insafına bırakılmış!

Ve maden ruhsatları tam bir kaos içinde, kim hangi madeni çıkarıyor, bilen anlayan denetleyen bir güç yok!

Ülkemize yeni bir fikir lazım, milli madenciliğimiz yani Eti Maden sömürgeci şirketler üzerinde kontrolünü hızla ele geçirmeli ve madenlerimize yeniden sahip olmanın yolunu mutlaka bulmalı!

Hangi maden şirketleri neyi çıkartıyor ve hangi taşeron şirketler siyonist şirketlerle ortak çalışıyor bilen anlayan yoktur ve Türkiye’nin ABD ve İsrail tarafından çok sevilmesinin sebebi de işte bu gizemli ortaklıklardır!

Maden demek zenginlik ve güç demektir!

Stratejik madenlerinden habersiz ülkeler sömürgeci şirketlerin kölesidir!

Madenlerinize sahip değilseniz siyaset yapabilme şansınız dahi yoktur!

Sömürgeci şirketleri durduracak sınırlandıracak bir devlet gücü olmayan ülkelerin yaşama şansı hiç yoktur!

Ülkemiz önümüzdeki on yıl içinde, bir, madenlerinde kontrolü sağlamak, iki, yine şirketlerin ele geçirdiği en temel ihtiyaç maddeleri ve sonra petrol elektrik gibi yüksek teknolojik tesislerini ele geçirecek milli bir projenin sahibi olmalı!

Tam tersine şu anda iktidarı ve muhalefeti kumda oynuyor, akıl alacak gibi değil, sorun kendinize bakalım, iktidar muhalefet hangisi… hangisi kazansa ne değişecek, o halde, her gün birbirinizi boğazladığınız bu siyasi kavga neyin ve kimin kavgası?

İktidarı ve muhalefeti devleti güçlendirecek milli projeleri neden hiç konuşmuyor, küçük esnafı, çitfçiyi köylüyü üretimde ve tedarikinde büyütecek milli projeleri neden hiç konuşmuyor, şirketleri sınırlayacak ve halkı zenginleştirecek milli seferberlik projelerini niçin hiç konuşmuyor! Ve neden ülkemizin onlarca yıldır hergünkü siyasi kavgası açılım gibi dayatılan siyasi dayatmalar!

Zenginlikleriniz şirketlerin eline geçtikçe siyasi dayatmaların dozu da her geçen gün anayasa değiştirecek kadar büyümekte!

Zenginlikleriniz şirketlerin eline geçtikçe sabah akşam taviz vermekten boyun eğmekten başka şansınız kalmaz!

Ve iç politikada zenginlikler kimin eline geçmiş bilemeyecek kadar cahil ve köle bir toplum birbirini yiyor!

Devletimiz ve halkımız niçin zayıflatıldı ve şirketler ne adına kim adına bu kadar büyütüldü ve şimdi bu şirketler kimlere hizmet ediyor?

Yani şirketlerin halkı ve devleti on yıllar içinde zayıflatıp teslim aldığını bilmeyen kitleler, işte, aşağıya yorumcu kardeşler gelmiş, İmamoğlu ve Tayyip kavgası her birisinin gözünü kör etmiş, şirketlerin devasa imtiyazları ve zenginlikleri sınırlandırılmadan kölelikten çıkamayacağını bilemeyen zavallı kitleler!

Birileri Türkiye’de kırk uzun yıldır şirketlerin devletin ve halkın zenginliklerini soyup madenleri ve en temel ihtiyaç maddelerini ele geçirdiğini kasıtla anlatmıyor, kasıtla gündeme taşımıyor, kasıtla kitleleri uyutmak istiyor!

Birileri devletin ve halkın madenlerin kontrolünde ve en temel ihtiyaç maddelerini üretim ve tedarikinde zenginleşmesini hiç istemiyor!

Sağı da solu da iktidarı da muhalefeti de sömürgeci şirketlere hizmet ediyor ve ortaklıklar kuruyor ve bu ortaklıklar dönüp dolaşıp siyonist şirketlerin küresel imparatorluğuna hizmet ediyor!

Medya düzeni de haliyle sömürgeci taşeron şirketlerin elinde olduğu için milleti zenginlikleri konusunda uyandırmak hiç mümkün görünmüyor!

Oysa sömürgeci şirketleri sınırlandırmadan milli bir meclisiniz milli bir partiniz milli bir iradeniz yani bir devletinizin olması mümkün değildir!

Ülkemiz önümüzdeki on yıl içinde bir, madenlerinde kontrolü sağlamak, iki, yine şirketlerin ele geçirdiği en temel ihtiyaç maddeleri ve sonra petrol elektrik gibi yüksek teknolojik tesislerini ele geçirecek milli bir projenin sahibi olmalı!

Tam tersine şu anda iktidarı ve muhalefeti kumda oynuyor, akıl alacak gibi değil, sorun kendinize bakalım, iktidar muhalefet hangisi hangisi kazansa ne değişecek, o halde, her gün birbirinizi boğazladığınız bu siyasi kavga neyin ve kimin kavgası?

İktidarı ve muhalefeti devleti güçlendirecek milli projeleri neden hiç konuşmuyor, küçük esnafı, çiftçiyi köylüyü üretimde ve tedarikinde büyütecek milli projeleri neden hiç konuşmuyor, şirketleri sınırlayacak ve halkı zenginleştirecek milli seferberlik projelerini niçin hiç konuşmuyor! Ve neden ülkemizin onlarca yıldır hergünkü siyasi kavgası açılım gibi dayatılan siyasi dayatmalar!

Zenginlikleriniz şirketlerin eline geçtikçe siyasi dayatmaların dozu da her geçen gün anayasa değiştirecek kadar büyümekte!

Zenginlikleriniz şirketlerin eline geçtikçe sabah akşam taviz vermekten boyun eğmekten başka şansınız kalmaz!

Ve iç politikada zenginlikler kimin eline geçmiş bilemeyecek kadar cahil ve köle bir toplum birbirini yiyor!

Devletimiz ve halkımız niçin zayıflatıldı ve şirketler ne adına kim adına bu kadar büyütüldü ve şimdi bu şirketler kimlere hizmet ediyor?

Yani şirketlerin halkı ve devleti on yıllar içinde zayıflatıp teslim aldığını bilmeyen kitleler, işte, aşağıya yorumcu kardeşler gelmiş, İmamoğlu ve Tayyip kavgası her birisinin gözünü kör etmiş, şirketlerin devasa imtiyazları ve zenginlikleri sınırlandırılmadan kölelikten çıkamayacağını bilemeyen zavallı kitleler!

Birileri Türkiye’de kırk uzun yıldır şirketlerin devletin ve halkın zenginliklerini soyup madenleri ve en temel ihtiyaç maddelerini ele geçirdiğini kasıtla anlatmıyor, kasıtla gündeme taşımıyor, kasıtla kitleleri uyutmak istiyor!

Birileri devletin ve halkın madenlerin kontrolünde ve en temel ihtiyaç maddelerini üretim ve tedarikinde zenginleşmesini hiç istemiyor!

Sağı da solu da iktidarı da muhalefeti de sömürgeci şirketlere hizmet ediyor ve ortaklıklar kuruyor ve bu ortaklıklar dönüp dolaşıp Siyonist şirketlerin küresel imparatorluğuna hizmet ediyor!

Medya düzeni de haliyle sömürgeci taşeron şirketlerin elinde olduğu için milleti zenginlikleri konusunda uyandırmak hiç mümkün görünmüyor!

Oysa sömürgeci şirketleri sınırlandırmadan milli bir meclisiniz milli bir partiniz milli bir iradeniz yani bir devletinizin olması mümkün değildir!” (14)

Denizin, özellikle de Karadeniz’in çocuğu sularını, yaylalarını, zeytinliklerini, ormanlarını önemsemeyip yabancı sermayenin taşeronu olanların egemen olduğu bir ülkede devlet kavramını sorgulayıp durdu.

Cınıvız’ın yani Nihat Genç’in mekânları arasında denizler de dağları, ırmakları, yaylaları, şehirleri, eski sokakları, meydanları, anıtları kadar önemli hatta zaman zaman onlardan çok daha sığınacağı limanlardır. O deryaların içinde kaybolmayı düşleyen bir tek damla idi. Uzun yıllar tek damla olarak yaşamayı fazilet bildi, yalınkılıç savaştı. Atı da yoktu, SançoPanço’su da… değirmenler de envai çeşitti. Damla artık son zamanlardaki yazılarında ilan ettiği gibi kitleselleşmek hakkının olduğunu haykırmış; denizlerde iktidar ve kitle düşleri görmeye başlamıştı ki, deniz yani sonsuzluk onu sardı.

 

 


[1] Nihat Genç, Bülbül Ötüşlü Kuşlar, Memleket Hikayeleri, Cadde Yayınları, İstanbul 2008, s. 114

[2] Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998, s.83

[3] Canetti, age, s.85

[4] Nihat Genç, Arkası Karanlık Ağaçlar, İletişim Yayınları, İstanbul 2004. Yesevizâde Şecerecilik adlı bölümde şöyle geçiyor kısaca: “Adı konmamış gizli bir örgüt gibi bir şeydik. Üstadım hiçbir kitabında adını söylemedi, ben de söylemeyeyim, gökteki yıldızlar gibi severdim onu, dünyada ondan çok çalışan, çırpınan yoktu. Sır saklama konusunda yetiştirilmiştik. Soğuk Ankara evlerinde, en şiddetli ideolojiler kanımızı donmuş kuyruk yağı gibi katılaştırırdı. Ebediyen gizlilikle çalışacak, Yahudileri, masonları ülkemizden kovacaktık.” Yahudi ve mason teşkilatları üstüne çok özel kitapları bulunan ve her kötülüğü siyonizme bağlayan Yesevizâde daha sonra bu keskinliğinden feragat ettiğini ortaya koyan yine çok özel kitaplar da yazdı.

[5] Bu üç yazarın yazdığı üç kitap kitap şunlar: Fernand Braudel Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Eren Yayınları, İstanbul 1990; Ernle Bradford, Akdeniz – Bir Denizin Hikâyesi, Çev. Ahmet Fethi, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2004; David Abulafia, Büyük Deniz – Akdeniz’de İnsanlık Tarihi, çev. Gül Çağalı Güven, Alfa Tarih, İstanbul 2012; Deniz’i hele ki Akdeniz’i anlamak için bu üç yazarın eserlerini mutlaka okumak icap eder. “Akdeniz bizim deniz olmaya pek yaraşır” boşuna söylenmemiştir ve Braudel’in “Türk üstünlüğünün tılsımının çözülmesi” tezinin diğer iki yazarın eserleri ile birlikte okunmadığı zaman her zaman bir eksik okuma ile kavranılabileceği ve onun da tarih felsefesi açısından bir zihin açmaya değil tıkamaya yol açacağı bilinmelidir.

[6] Ernle Bradford, Akdeniz – Bir Denizin Hikâyesi, çev. Ahmet Fethi, Köprü Kitapları, İstanbul 2013, s.37

 [7] Nihat Genç, Orman Denizi, Veryansın 18 Haziran 2024 – Ernle Bradford, age, s.38

[8] Nihat Genç, Memleket Hikayeleri, Cadde Yayınları, İstanbul 2008

[9] Ernle Bradford, age, s.39

[10] Ernle Bradford, age, s.40

[11] Nihat Genç, Memleket Hikayeleri, Cadde Yayınları, İstanbul 2008, s. 169-172

[12] Nihat Genç, Maden Milliyetçiliği, Veryansın, 21 Nisan 2025

[13] Ernle Bradford, age

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Haberiniz ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!