10 yaşında eczacı çırağı olarak adım attığım ‘hayat üniversitesinde’ oto yıkamacılıktan inşaat ameleliğine uzanan bir eğitim aldım. Bugünün “korunaklı” gençlerinin 22’sinden sonra kırıla döküle öğrendiği dersleri, Ben, 80’li yılların yaz tatillerinde, usta-çırak ilişkisiyle ve alın teriyle pekiştirdim. İşte o paha biçilmez eğitimin, günümüz dünyasına ışık tutan ilham verici hikâyesi…
Yıl 1981, aylardan Haziran… İlkokul beşi bitirmiş bir çocuğun gözünden dünya, sonsuz bir oyun alanıdır. Okulun zili son kez çaldığında, önünde uzanan yaz tatili; cami hocasından alınan Kur’an dersi, hentbol antrenmanları, bisiklet tepesinde geçen saatler, gazoz kapağı ve misket savaşları, tırmanılan dut ağaçları ve babamın akaryakıt istasyonunda sağa sola musallat olmaktan ibaret parlak bir hayalden farksızdı. Benim için de öyleydi. Ta ki babam o cümleyi kurana dek: “Rüştü Ağabeyin ile konuştum. Pazartesinden itibaren onun eczanesinde çalışacaksın.”
İşte o an, benim için klasik bir yaz tatili sona erdi ve 45 yıldır aralıksız devam eden, diploması alın terinde saklı o büyük üniversite başladı: Hayat Üniversitesi.
O pazartesi, babamla birlikte istasyonumuza birkaç yüz metre mesafedeki eczanenin kapısından içeri girdiğimde, hayatımın ilk “dersliğine” adım atmıştım. Kadro belliydi: Eczacı Rüştü Ağabey, Kalfa Rafet Ağabey, yardımcıları Münir ve ben, 10 yaşındaki eczacı çırağı Tahir. Haftalık, maaş gibi kavramlar lügatimizde yoktu. Ailemin maddi durumu iyiydi, mesele para kazanmak değildi. Yıllar sonra anlayacaktım ki asıl mesele; hayatı, ticareti, insanı ve emeği öğrenmekmiş.
İlk Kürsü: Eczane ve İnsan İlişkileri Sanatı
Eczane, benim için düzenin, sistemin ve güvenin ilk öğretildiği yer oldu. Raflardaki ilaçların alfabetik ya da etken maddelerine göre belli bir mantıkla dizildiğini öğrendiğimde, aslında hayatın da bir düzen gerektirdiğini fark ettim. Bu bilgi, bugün bile kalabalık bir eczaneye girdiğimde bir ilacın var olup olmadığını sormak için beklemeden, raflara göz gezdirerek anlamamı sağlar. Hatta bazen kendi reçetemi kendim hazırlarım. O yaz, Rafet Ağabeyin o meşhur hafif eliyle kalçadan enjeksiyon yapmayı öğretmesi, bana sadece bir tıbbi beceri değil, aynı zamanda insana dokunurken gösterilmesi gereken özeni ve güveni de öğretti. Etken madde, muadil ilaç gibi kavramlarla tanışırken, aslında sorunların farklı çözüm yolları olabileceğini de kavrıyordum. Ama en büyük ders, esnaflıktı; güler yüzün, tatlı dilin ve dürüstlüğün en etkili “ilaç” olduğunu orada gördüm.
Uygulamalı Dersler: Marşpiyel Sırrı ve Park Etme Sanatı
Sonraki yazlarda üniversitemin “kampüsü” genişledi. Eczacı çıraklığından oto yıkamacılığa, otopark değnekçiliğine ve inşaat ameleliğine uzanan farklı “fakültelerde” eğitimime devam ettim. Her birinin öğretisi, paha biçilmezdi.
Oto yıkamada öğrendiklerimin faydasını hâlâ görürüm. Geçenlerde bir arkadaşımla “kendin yıka” istasyonuna gittik. Ben, jetonun verdiği kısıtlı su ve köpükle arabayı pırıl pırıl yaparken, arkadaşım şaşkınlıkla, “Bana ne su ne köpük yetiyor, sen daha az kullandın ama daha temiz oldu,” dedi. Ona sırlarımı anlattım: Cam silmeyi Ayı Kadir’den, göğüs torpidosunu parlatmayı Çizmeli Kedi Cumali’den, döşeme temizliğini Uzun Süleyman’dan öğrendiğimi söyledim. Ve en önemlisi, “şişirme” bir yıkama yapsan bile, arabanın marşpiyelini (ön ve arka çamurluk altından geçen o etek parçasını) temiz tutarsan, müşterinin arabayı tertemiz zannedeceğini ve memnun kalacağını öğretmişlerdi. Bu, işin psikolojisini ve müşteri memnuniyetinin küçük detaylarda saklı olduğunu gösteren büyük bir dersti.
Otopark değnekçiliği ise adeta bir sosyoloji laboratuvarıydı. Her türden insanı tanıma, beden dillerini okuma ve birkaç saniyede kiminle nasıl iletişim kuracağını anlama sanatıydı. Direksiyon başına ilk kez orada geçtim. Rahmetli Alâeddin amcadan öğrendiğim manevra teknikleri sayesinde, bugün “bu araba buraya sığmaz” denilen yerlere en fazla üç hamlede girerim. O yıllarda, çay kaşığı gibi aletlerle kilitli araba kapılarını açma gibi şimdi işe yaramayan ama o zamanlar büyük bir maharet olan “yan dallarda” bile uzmanlaşmıştım.
En Zorlu Fakülte: İnşaat ve Alın Terinin Kutsallığı
Amelelik ise bu üniversitenin en zorlu “dersiydi”. Harcın nasıl karıldığını, hangi kumun nerede kullanıldığını, betonun nasıl döküldüğünü, malayla nasıl pürüzsüz şap atıldığını öğrenirken, aslında emeğin ve alın terinin gerçek kıymetini öğreniyordum. Kimsenin işi kolay değildir, ama bazılarınınki gerçekten çok zordur. Bir duvarın tuğlasını taşırken, o duvarın ardındaki emeği, o evin içindeki yaşanmışlıkların ne kadar değerli olduğunu anlarsınız. Kalıpçı, demirci, duvarcı, tesisatçı gibi farklı ustaların bir orkestra şefi gibi organize çalışmasını izlemek, bana hayattaki en büyük projelerin bile ancak uyumlu bir ekip çalışmasıyla başarılabileceğini öğretti.
Mezuniyet ve Sonsöz
Lise ve üniversite yıllarında dedemin Massey Ferguson acentesinde ve kendi akaryakıt istasyonumuzda çalışmaya başladığımda, aslında “Hayat Üniversitesi”nden mezun olmuş, stajımı yapıyordum. O yaz tatillerinde biriktirdiğim her bir tecrübe, insanlarla kolay ilişki kurmamı, her kesimden bir çevre edinmemi ve bir yönetici olarak çalışanlarımın halinden anlamamı sağladı.
Şimdi etrafıma bakıyorum ve bu yollardan geçen çocukları çok az görüyorum. Gördüğümde ise içim bir sevinçle doluyor, onları bir bahşişle, güzel bir sözle teşvik etmeye çalışıyorum. Aileler, belki de çocuklarını korumak adına, onları bu paha biçilmez eğitimden mahrum bırakıyor. Oysa amaç, para kazanmanın ötesinde, sosyal ilişkiler kurmak, özgüven kazanmak ve hayata karşı direncini artırmaktı. Bugün gençlerimiz en iyi okullardan mezun oluyorlar ama çoğu zaman iki kelimeyi bir araya getiremiyor, hayattan kopuk bir şekilde bizim 10 yaşında öğrendiğimiz dersleri 22’sinden sonra, üstelik kırıla döküle öğrenmeye başlıyorlar.
Okuldaki eğitim şüphesiz çok kıymetli. Ancak yaz tatillerinde, bir ustanın yanında alınan bu hayat eğitimi de en az onun kadar değerlidir. Bu, çocuklarımızı ezmek değil, onları kanatlandırarak hayata hazırlamaktır. Beni bu düşünceyle yönlendiren ve bugün olduğum insanın temelini atan aileme minnettarım. Nur içinde yatsınlar. Onların bana bıraktığı en büyük miras, ne bir işyeri ne de paraydı; bana bıraktıkları en büyük miras, diploması alın terinde saklı o paha biçilmez üniversitenin ta kendisiydi.