Dr. Alper Sezener
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Zorbalığın Anatomisi

Zorbalığın Anatomisi

0
Paylaş

Bir ülkede tanklar sokaklara indiğinde, aslında çoktan geç kalınmıştır. Darbeler kapıyı kırarak gelmez; önce sessizlikle gelirler, sonra alışkanlıkla büyürler, en son da alkışlarla meşrulaşırlar. Diktatörlük, bir kişinin kötülüğünden doğmaz; toplumsal suskunlukların toplamından yükselir.  Diktatörlük bir “an” değildir; bir “süreçtir.” Halkın unuttuğu, hukukçuların çekindiği, sanatçıların içe kapandığı, gazetecilerin satır aralarına sığındığı bir iklimde filizlenir. Sonra o zift gibi karanlık, her kuruma siner: orduya, yargıya, üniversiteye, aileye… Zorba, gölgeden gelir. Ama o gölgeyi yaratan, bizim kendi korkularımızdır.

Bazı filmler vardır, hafta içinin gürültüsüne iyi gelir; bazıları ise, Pazar sabahının sessizliğine musallat olur.

Bugün size önereceğim film tam da Pazar gününüze hitap edecek türden bir film. Çünkü bu film, sadece aksiyon sahneleriyle değil, tarihsel gerçeklerin yarattığı güçlü dramatik duygusuyla sarsıyor; çünkü bu film, yalnızca bir ülkenin değil, insan ruhunun da karanlığa gömüldüğü o tek gecede geçiyor.

Filmin adı, 12.12: The Day (Gün)

2023 Güney Kore yapımı film, itaat ile isyan arasındaki o ince çizgide gidip gelen bir rejim hikâyesi. Bir gecede nelerin kaybedilebileceğini değil, aslında çok önceden nasıl kaybedildiğini anlatıyor.

Eğer bu Pazar, biraz düşünmeye, biraz sarsılmaya ve belki de geçmişle bugünü üst üste koymaya hazırsanız, buyurun.

***

Hepimizin zihninde bir ses vardır. Bazen bu ses, “emirlere uymalısın,” der. Bazen de o çok daha zayıf ama sarsıcı tınısıyla “yapma, bu yanlış,” der.

İşte Güney Kore sineması, “12.12: The Day(Gün)” filmiyle, bu iki ses arasındaki o boğucu çatışmayı perdeye yansıtıyor.

Film, 1979’un kasım ayında geçiyor. Başkan Park Chung-hee suikasta uğramış. Kore ordusu diken üstünde. Herkes bir sonraki hamleyi bekliyor. “Güç boşluğu” denilen o uğursuz çukur, yeni canavarlarını doğurmak üzere. Bu öyle bir gece ki, saat ilerledikçe hem demokrasi hem insan onuru karanlığa gömülüyor. Saat 00:12’de sadece başkent değil, vicdan da işgal ediliyor.

Kim Sung-su’nun yönetmenliğini üstlendiği film, klasik bir darbe filmi değil. Bu, bir bekleyişin filmi. Telefonların çaldığı, emirlerin alındığı ama hiçbir şeyin açıklanmadığı bir kâbusun içinde, karargâhlarda hapsolmuş komutanların ya itaat ya isyan arasında kımıldayamadığı bir gece.

Filmdeki çatışma çok net: Bir tarafta, istihbaratın başındaki hırslı general. Onun tek bir arzusu var: iktidar.

Diğer yanda ise, emirlere uymanın ülkeyi karanlığa gömeceğini bilen, ama “emre itaatsizlik”in ölümle eşdeğer olduğunu da kabullenen askerler var.

Ama asıl mesele kişiler değil. Film, esasen, bir rejimin nasıl doğduğunu değil, nasıl mümkün kılındığını sorguluyor.

Çünkü her diktatör, önce suskun bir toplulukta filizlenir. Her darbe, “güvenlik” bahanesiyle meşrulaşır. Her emir, bir başka vicdanı daha susturur.

Film, sinematografik açıdan da bu karanlık temayı yansıtmakta ustaca. Renk paleti, gri ile yeşil arasında boğulmuş; zaman, neredeyse donmuş gibi akar. Kapalı odalar, dar koridorlar, boş bakışlar… Hiçbir şey patlamaz ama her şey infilak eder.

Özellikle bir sahne var ki: Bir komutan, telefon başında durur, elindeki emir kâğıdını defalarca okur.

Emir, mantıklıdır. Ama vicdanı kabul etmez. Yüzü gerilir. Arka planda zaman akmaya devam eder.

Saat: 23:41. Ülke, gözle görülmeyen bir uçurumun kenarında. Ve o an anlarız: Bu bir darbe gecesi değil, bir ülkenin içsel çöküşünün belgeseli.

12.12: The Day, bize tarih kitaplarından değil, bir geceden, bir karardan, bir bakıştan anlatıyor zorbalığı. Ve tam da bu nedenle tokat gibi bir film. Çünkü zorbalık bağırmaz. O, sabaha kadar bekler… Ve herkes sustuğunda, saat 00:12’de, sessizce içeri süzülür.

***

Bir ülkede tanklar sokaklara indiğinde, aslında çoktan geç kalınmıştır. Darbeler kapıyı kırarak gelmez; önce sessizlikle gelirler, sonra alışkanlıkla büyürler, en son da alkışlarla meşrulaşırlar.

12.12: The Day filmi, yalnızca Güney Kore’nin yakın tarihine değil, hepimizin iç dünyasına bir ayna tutar ve o aynada şunu görürüz: Diktatörlük, bir kişinin kötülüğünden doğmaz; toplumsal suskunlukların toplamından yükselir.

Diktatörlük bir “an” değildir; bir “süreçtir.” Halkın unuttuğu, hukukçuların çekindiği, sanatçıların içe kapandığı, gazetecilerin satır aralarına sığındığı bir iklimde filizlenir. Sonra o zift gibi karanlık, her kuruma siner: orduya, yargıya, üniversiteye, aileye…

Zorba, gölgeden gelir. Ama o gölgeyi yaratan, bizim kendi korkularımızdır.

Bu yüzden diktatörlükler daima bir düşman yaratır: Bir “öteki.” Komünist olur, terörist olur, dış mihrak olur, bazen de sadece “kötü vatandaş.” Sonra bu düşman üzerinden, korku inşa edilir ve korku sayesinde, halk gönüllü olarak kendi zincirini sıkılaştırır.

Tarih ders kitaplarında yazmaz: Hiçbir diktatör “ben geldim” demez. Hepsi, “düzeni sağlamak”, “kaosu önlemek”, “ülkeyi toparlamak” bahanesiyle başlar.

Hepsinin arkasında aynı felsefe saklıdır: Halk, güvenlik istedikçe özgürlüğünden vazgeçer. En hazini de bir kere vazgeçti mi, onu geri almak için çok geç olur.

Hannah Arendt’in dediği gibi, “totalitarizm, sıradan insanların sıradan korkularıyla beslenir.” Bir halk düşün ki, başına geleni değil, gelebilecek olanı düşünsün. Ve o korkunun büyüttüğü boşlukta, “güçlü lider” diye alkış tutsun tirana.

İnsan bazen doğru olanı bilir. Ama doğru olanın bedelini ödeyecek cesareti taşımaz. İşte o anda, vicdan susar. Sonra, diktatörlük başlar.

Bu yüzden 12.12: The Day  yalnızca bir film değildir. O, hepimizin içinde taşıdığı küçük askerle yüzleşme fırsatıdır. İçimizdeki “emre itaat” refleksiyle, “bu yanlış” diyen vicdanın savaşını izleriz. Ama sadece ekrana bakarak değil… kendimize bakarak…

***

Eğer bu film sizde de bazı duyguları harekete geçirdiyse, işte aynı damardan, aynı vicdan coğrafyasından birkaç öneri daha:

Z (1969) – Yön: Costa-Gavras

Cezayir’de çekilip Yunanistan’a gönderme yapan, siyasi suikast sonrası örtbas sürecini konu alan zamansız bir politik sarsıntı. Gerçeğin öldüğü yerde, “adaletsadece tabelada kalır.

Kayıp (Missing, 1982) – Yön: Costa-Gavras

Şili’de Pinochet rejimi sırasında kaybolan bir Amerikalı gazetecinin gerçek hikayesi. Devletin kayıtsızlığıyla bir babanın vicdanı çarpışır.

Ruhlar Evi (The House of the Spirits, 1993) – Yön: Bille August

Isabel Allende’nin aynı adlı romanından. Pinochet öncesi ve sonrası Şili’de bir ailenin destansı çözülüşü. Büyülü gerçekçilikle zulmün iç içe geçtiği hem şiirsel hem ürkütücü bir anlatı.

Başkalarının Hayatı (Das Leben der Anderen, 2006) – Yön: Florian Henckel von Donnersmarck

Doğu Almanya’da bir Stasi ajanının vatan haini olduğu şüphesiyle izlediği sanatçının yaşamında kendi vicdanını buluşu. Diktatörlük, yalnızca başkalarını değil, gözetleyeni de içeriden kemirir.

Stalin’in Ölümü (The Death of Stalin, 2017) Yön: Armando Iannucci

Diktatörlük rejimi, bazen kahkaha attıracak kadar absürttür. Ama her kahkaha, boğazda düğümlenir.
Bu film, gülümserken dişlerin gıcırdatılmasına yol açacak denli ironik bir gösteri.

İyi Pazarlar…

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Haberiniz ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!