Kusura Bakma Ankara, Alışamadım Sana – Kadir YILDIZ

Kadir YILDIZ

Yıl 2004.

Kayseri otobüs terminalinden İstanbul’a oradan da gönlümüzün başköşesine koyduğumuz Turan ‘ın başkenti Baküye gitmek için yola koyuldum.

Birçok eş, dost, akraba uğurlamaya gelmişti. Otobüs hareket saatine yakın büyüklerimin ellerini öpüp helallik almaya koyuldum. Garip bir duygu işte bir daha geri dönmeyecekmiş gibi uğurlanıyordum. “Yolun açık olsun evladım, Kadirim” temennileri ile vedalaşıyordum. Bu sesler boğazımda düğümlenmiş kimseye “sağolun” diyememiştim. Ağzımı açsam gözlerimden boşalan yaşa engel olamayacaktım. En son anneme yöneldim ve ağlayan bir çift göz ile bana sarılan yüreğine yaslandım. Kendimi o deryaya kaptırmamak için hemen babama yönelip eline sarıldım. O da elini çekip beni bağrına bastı ve “yolun açık olsun oğlum” dedi. “Sağol baba” demek için ağzımı açtığımda hıçkırıklarıma engel olamadım. Kendimi onun omuzlarına bıraktım. Yıllarca omzunu bunun için vermemiş miydi zaten… Beni kalabalıktan biraz uzaklaştırıp gözyaşlarımı saklamak isteyen babam “oğlum erkekler ağlamaz” dedi.

Ağlamaz mı?” diye cevap verdim. O da her zamanki esprili haliyle “hayır gözleri yaşarır” dedi ve beni güldürerek uğurladı.

Otobüs hareket etti ve son kez el sallıyor hissi ile veda ettim çocukluğumun kentine.

9 Eylül’ün sabaha karşı 4:30’unda gönlümdeki Turan kenti Bakü’deydim. Havaalanından iner inmez bir görevliden telefon istedim ve hemen telefona sarıldım. Uykulu bir o kadar da kırgın bir sesle telefonu açan anneme : “Ben Bakü’deyim anne…”

Karşımda ağlamaklı ve hasret çökmüş bir tonla annem: “çok şükür…”

Telefonu aldığım adama uzattım. Adam 5 dolar dedi. Sadece 17 saniye için…

Eyvallah demekten başka bir kelime bulamadım.

Havaalanından ayrılan biz, Bakü’nün en az gelişmiş, Karabağ göçmenlerinin yaşadığı “Yasamal” adlı bir mahallede bir yurda misafir olarak yerleştik gurbet çocuklarıyla… Herkes yorgun düşmüş ve ranzasına uzanmış ben ise balkona çıkıp güneşin doğmasını beklemekteydim. Üstüme sinen petrollü nem ve yüzüme vuran sıcağın yapış yapış ettiği bir ten ile geceyi süzmeye koyuldum. Günün biraz ışıması ile balkonun çaprazında gördüğüm 9 katlı yıkık-dökük, dışı farklı farklı renklerle boyalı bir bina gördüm. Binanın balkonlarına asılmış çamaşırlar vardı nemli havada kurumaya bırakılan. Içimi bir hüzün kapladı ve bir sigara yaktım. Gün tamamen ışımış ve karşımda yaklaşık 200 metre ileride adını sonradan öğrendiğimiz “kanlı göl” olarak bilinen küçük bir göl gördüm. Sigaramdan bir içim çektim ve “eğer burası da Hazar Gölü ise hapı yuttuk. 5 sene geçmez burada” dedim.

Mecburdum…

Turan eli dediğimiz Azerbaycan’dan “eli boş dönmek bize yakışmaz” dedim. Yurtdışına çıkmak için noter huzurunda ailemden muvaffakatname alacak yaştaydım… Saat 7:00 olmuş, gün doğmuş gurbet kuşlarının bir kısmı uyanmış ve yüzlerini yıkamak için lavaboya girmişlerdi. Kısa bir düşünce deryasından sonra bende onlara ayak uydurmak için uyku tutmamış gözlerimi yıkamak için lavaboya yöneldim. Suratı düşmüş çocukların ağlamaklı gözlerine şahit oldum ve “Sen yardım et Ya Rab” diye seslendim. Bu sesimden sonra tuvalet kabininden gelen hıçkırık sesleri ile irkildim. Kendimi zor tutuyor gözlerimden yaş dökmemek için dudağımı ısırıyordum. Hıçkırığa boğulan, gençliğini ertelemiş çocuklar geri dönmek için karar almışlar ve ertesi gün Türkiye’nin yolunu tutmuşlardı. İşte çocuk yaşlarda öğrendiğim dik durmayı o en zor anda başardığım için babama binlerce kez teşekkür ettim.

Çocukluk arkadaşlarından ayrılıp 2000 km uzakta birleşen gönüllerdik biz!

Türkiye’nin dört bir tarafından kopup Bakü’de buluşmuş bir avuç gönül erleriydik!

Davasına inanan, kutlu yolun yolcusu fedailerdik!

İnanmış bir gençlik, kendini Türk – İslam ülküsüne teslim etmiş gencecik yiğitlerdik!

Birçoğumuzun askerlik yaşı henüz gelmemiş bir kısmımız ise yurtdışına ailesinin izni olmadan çıkamayacak yaştaki delikanlılardık!

Birbirini kıskandıracak çocukluk arkadaşlarının Bakü’deki devamcılarıydık!

Herşeyden öte samimiydik. Ruhumuza kirli ellerin dokunmadığı bir dönemdeydik. Kaderini, kısmetini, sevgisini, ekmeğini ve cebindeki son meteliğini ikiye bölen gençlerdik!
Çocukluğumuzun arta kalan yanı, gençliğin delikanlı hevesleriydik!

Adını kelimelere sığdıramayacağımız sevdalarımız, dostluklarımız, kardeşlikten de öte bağlarımız vardı bizim. Bir kardeşimizin sıkıntısı olduğunda onu çözmek için birbiri ile yarışan aslında hep çocuk kalan, gençliğini erteleyen fidanlardık biz!

Hastalandığımızda sabahlara kadar birbirinin başında nöbet tutup Kuran-ı Kerim okuyan, kucağında hastanelere taşıyan erdem yüklü insanladık!

Birlikte yemek yer, birlikte aç kalır, birlikte güler, birlikte ağlardık biz!

Herşeyden öte BİZ’dik biz!

Lügatimizde fitne, kin, nefret, yalan, riya olmazdı bizim. Dedimya gençliğini erteleyen çocuklardık biz!

Birbirimize ağabey, kardeştik…

Çocukça sevdalarımız vardı. Sevdiğimizi uzaktan sever, yanına yaklaşmayı ar bilir, gözümüzden sakınırdık. Ola ki gören olurda hakkında yanlış düşünür diye. Hep uzaktan sevdik, uzaktan dokunduk, uzaktan koruduk, uzaktan süzdük. Onları kendimizden bile sakındık. Ne doktorduk ne de mühendis… Ama adamdık!

Kimine göre deliydik, kimine göre de aptal! Ama biz böyleydik…

5 ay sonra…

Türkiye’ye ilk gidişimdi. Heyecanlıydım…

Ocak ayının 11’inde soğuk bir kış gününde karayolu ile İran üzerinden gitmeye karar verdim. Ama nasıl gideceğim konusunda bir fikrim yoktu. Sırtımda baldırıma kadar uzanan bir sırt çantası ve yanıma aldığım küçük bir harita ile yola çıktım. Akşam saat 9:00 seferi ile Bakü’den İran sınırı olan Astara’ya tren bileti aldım ve yola koyuldum. Kompartımanda yataklı olan bölüme geçtim ve baskın bir koku arasında tren raylarının sesleri eşliğinde düşünmeye koyuldum. “Ya kaybolur ve gidemezsem?” Gece elimden kalemim düşmedi. O gece sabah saat 5:00’a kadar geleceği çizdim. Trenin düdük sesi ile sabah saat 9:00’da uyandığımda her yanım buz tutmuş ve dizlerimi kendime çekmiş vaziyette uyandım. Sınır şehri olan Astara’ya 12 saat süren berbat bir yolculuğun sonunda varmıştım. Trenden indiğimde taksiciler sınıra götürmek için bekler vaziyetteydiler. Birine bindim ve beni sınır kapısına götürmesini söyledim. Yaklaşık 15 dakikalık yolculuğun ardından sınır kapısına ulaştım.

Azerbaycan sınırında pasaportuma çıkış mührü vuruldu ve artık ne Azerbaycan’da ne de İran’daydım. İran ve Azerbaycan’ı birbirinden ayıran, altından akarsuyun geçtiği bir köprünün üzerindeydim. Bir müddet orada bekledim ve suyun akışını izledim. Daha sonra İran’a giriş yapmak için pasaportumu görevliye verdim. İran’a giriş yaptığımda ise karşıma çıkan bir kaldırımın köşesine oturdum. Çevreme taksi şöförleri ve para bozdurmak isteyen dövizciler yanaştılar. Biraz İran parası aldıktan sonra yürümeye başladım ve karşıma çıkan ilk temiz yüzlü olarak gördüğüm insana Erdebil’e gitmek istediğimi ve nasıl gideceğimi sordum. Bana “400 metre ileride otobüs var onunla gidebilirsin ama şimdi olur mu bilmiyorum” dedi. Allahtan otobüs kalkmadan yetiştim. 2 saat dağ eteklerini dolaşarak süren yolculuğun ardından Erdebil otobüs terminaline ulaştım. Oradan girdiğim bir firmadan Tebriz’e gitmek için bilet almak istediğimi söyledim. 15 dakika sonra kalkacak olan bir otobüse bilet kestirdim ve 4 saat sonra Tebriz otogarına ulaştım.

Tebriz’den de Maku’ya gitmek için yine 20 dakika sonra kalkacak olan otobüse bilet aldım ve 5 buçuk saat süren yorucu bir yolculuğun ardından Maku’da indim. Hava kararmıştı.Ama çevremde hiç bir yerleşim yeri yoktu. Issız bir yol kenarında indim ve havanın keskin soğukluğuyla elimle omuzlarımı sararak sırtımdan indirdiğim çantamın üzerine oturdum. Yaklaşık 20 dakika sonra uzaktan bir araç belirdi ve sellektör yapıp yanıma yanaştı. İran yerli yapımı “pelikan” markalı küçük ve rahatsız bir araçtı. Beni Türkiye sınırı olan Bezirgân’a götürmesini istedim ve uzak olup olmadığını sordum.30 dakikaya sınırda oluruz dedi. Ücretini sordum. 10 bin tümene götüreceğini söyledi. Bende cebimdeki bütün paramı çıkardım ve kalan 6.250 tümen ile götürmesini istedim. İsteğimi kırmayan taksi şöförü beni Bezirgân’a 1 saatte götürdü. Bezirgân’a geldiğimizde indim ve hala Türkiye sınırına yaklaşmamıştım. Taksici karşıdaki dağın tepesinde yanan ışıkların olduğu yerin sınır kapısı olduğunu ama ancak buraya kadar girmesine izni olduğunu söyledi. Çok yorgun ve bitkin bir halde paramın kalmadığını da göz önüne alarak yürüyerek gitmeye karar verdim. Ama gözüm kesmiyordu. Hem çok ıssız hem de çok dik bir yerdi. Biraz yürüdükten sonra İran gümrüğüne ait çalışır vaziyette eski bir dolmuş gördüm ve ona beni sınır kapısına çıkarmasını rica ettim. İran Tümenimin kalmadığını Türk Lirası ile borcumu ödeyeceğimi söyledim.

Sınır kapısının arkasında dalgalanan Türk bayrağını gördüğümde içimde yaşadığım duygu tarif edilemez derecedeydi. Pasaportuma çıkış mührünü vurdurup hemen Türkiye tarafına girmek için Türk polislerinin nezaret ettiği bölgeye geçtim. İçim kıpır kıpırdı. Kapıda duran polislere “Sizlere kurban olurum” deyip pasaportumu uzattım ve giriş mührü vurulduktan sonra ilk işim sırtımdan çantamı atıp toprağı öpmek oldu. Gürbulak sınır kapısından içeri girdim ve hiç beklemeden Ağrı’nın sınır kapısından 30 km uzaktaki Doğubeyazıt ilçesine yol adım. Doğubeyazıt’a indiğimde hemen Kayseri için otobüs bileti alıp dinlenmek için otele yerleştim. 14 saat sürecek Ağrı-Kayseri yolculuğu sabah saat 7:00’da başlayacaktı. Sabah olmuş ve otobüsün hareket saati gelmişti. Heyecan içinde Kayseri otobüsüne bindim ve Kayseri’ye doğru 3 numaralı koltukta yol aldım. Yolculuk esnasında heyecandan hiç uyumadım. Km’leri sayıyor “acaba ben yokken neler değişti” diye içimden geçiriyordum. Bir yandan sabırsızlanıyor bir yandan da evime varacak olmanın sevincini yaşıyordum. Jandarmaların sık sık arama yapmak için durdurduğu otobüsümüzde askerlerimizi gördükçe gurur duyuyordum. Kayseri’ye gece yarısı indiğimde ilk önce şehri gezdim. Ve değişen hiç birşeyin olmadığını gördüm…17 yıldır değişmeyen Kayseri 5 ayda mı değişecekti? Heves işte… Bende “madem değişen bişey yok artık gelmenin de heyecanı yok” dedim ve bundan sonraki 7 buçuk yıllık Azerbaycan yaşantım boyunca toplam 8 hafta olmayacak kadar konferanslar harici gelmedim.

Ama bilmiyordum ki bu süre zarfında bir çok şey gizliden gizliye değişecek.

8 yıllık Azerbaycan yaşantım sonrası Türkiye’ye kesin dönüş yapmış ve buna da en çok geri dönmemden umudunu kesen ailem sevinmişti.

5 Aralık 2011 tarihinde geldiğim Ankara’da gelişimin 3. günü yani 8 Aralık’ta ilk oturduğum mekândı Güvenpark. Artık adımı cezbetti yoksa merkezi bir yer mi oluşu bilemiyorum…

Ana vatanın Başkentine alışmak zorundayım… Artık hayatımı burada idame ettirecek nefesimi bu şehirde alacaktım.”

Oturduğum banktan etrafı süzdüm. Karşıdaki bankta oturan iki adam tartışıyor, diğer bankta bir kadın telefonla konuşurken sinirli olduğunu bağırarak gösteriyor, oturduğum bankın arkasındaki ağacın altında iki sevgili kavga ediyor ve bunlardan erkek sessiz konuşurken kız her defasında ağlayarak çığlık atıyor, elinde termus ile çay satan insanlar çay alırmısınız diye bankları geziyor, yan tarafımdaki bankta biri kadın biri erkek iki kişi ortada gezinen bir genci yanlarına çağırıyor ve birşey fısıldıyorlar. Gençte yavaş ve sakin adımlarlarla 20 metre ileride çöp kovasının içinden siyah bir poşet çıkarıp onun içinden de montunun altına saklayarak 5 paket prestij marka sigara getiriyor. Bir kaç insan gazete okuyor, bir kaçı ise rulo haline getirip koltuğunun altına aldığı gazetesini sıkıca tutarak bir elini de yanağına dayamış vaziyette “kara kara” düşünüyor. Aklımdan o an “bütün sıkıntılı insanların toplandığı yer demek ki burası” geçiyor.

Sonra biraz durup “peki ben neden buradayım” dedim ve hızla kalkıp kiralık ev aramak için yola koyuldum. Doğruya benimde sıkıntılarım vardı. “Demek ki sıkıntılı insanlar Güvenparkta toplanmıyor, Güvenpark sıkıntılı insanları topluyor” diye düşündüm. Mutsuz insanlar adına “Güven” denilen parkta buluşmuşlardı. Kader mi kısmet mi bilemedim… O günün adını koyamadan akşamı ettim.

9 Aralık günü o parka girmeyi kendime ar ettim ve karşısında soluklandım. Ayakta etrafı izlediğim bir sıra uzaktan bana doğru bakarak gelen uzun saçlı bir adamı farkettim. Medyatik bu simanın bana yaklaşması benimde onun tarafından tanındığım izlenimini uyandırdı bir an. Yanıma yaklaştı ve durdu. Bana “ateşin var mı genç?” dedi. Ben de soğuk elime sıkıştırdığım çakmağım ile sigarasını yaktım. Bana “teşekkürler kardeş” dedi ve gitti. Bana genç diye hitap eden bu adam Nihat Genç’ti. Yüzümü astım “tanımıyormuş” dedim. “Nereden tanısın burası Bakü mü?” Ankara’ya zor alışacağımı anladığım ilk vakitlerdi.

Hani telefonda soruyorsunuz ya “Ankara’ya alıştın mı?” diye. Alışamadım…

Neden mi?

Çünkü bizim Azerbaycan’da samimi duygularımız sevdalarımız, kavgalarımız vardı. Biz paylaşmayı bilir, düşküne el verir, karşılıksız değer verir, teşekkürümüzü insanların omuzlarına dokunarak ederdik.

Fitne bilmez, dedikodu bilmez, riya bilmez, kin gütmez, insana insan olduğu için değer verir, öfkelerimizi bile gizlerdik biz.

Arkadaşlarımızı sırtımıza hastaneye taşımak için alırdık biz. Sen ise insanları ezmek için…

Evine köpek, altına son model araba, kendini sadece mesleğine göre kategorize eden insanlarla hayat kurabileceğini düşünen yarı bebek yarı yaşlı akıllı sevgililer istemedik biz…

Sevgisi sadece mantık üzerine kurulu suni gönüllerimiz olmadı bizim…

Hıçkırığa boğulmuş şekilde ayrıldığım Vatanımdan, hıçkırığa boğulmuş olarak geri döndüm…

Şimdi söyle sana nasıl alışayım Ankara?

Affet bu gençliğini erteleyen çocuğu…

Çocukluğuma ver Ankara…

Alışamadım…

Alışmalı mıyım?
 

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!