Bu yazıyı 2006 yılı ramazanında Keçiören Gazetesi’nde yazmıştım.
Kadere bakın yeniden yayınlanmasına ihtiyaç olduğunu düşündüm
ve sadece dört cümlesinde değişiklik yaptım.
Demek aynı oyunlar tekrarlanıp duruyor.
Evlerde, çarşıda pazarda ramazan hazırlıkları başlayalı çok oldu. Milletimizin hemen her kesiminde, gönülleri heyecanlandıran, umutları artıran ramazanla birlikte kavuşacağımız, ilâhî rahmettir.
Hepimiz insanız ve insan olarak bilerek, bilmeyerek yanlışlıklar, hatalar yapıyor, bir takım yasakları işliyoruz. Hatta haram (kesinlikle yasak) olduğunu bile bile yaptığımız dedi-kodular, konuştuğumuz yalanlar, hatta iftiraya varan boyutlu işlerimiz var.
Ramazanla gelecek rahmet, bunlar içinde bilerek, bilmeyerek yaptığımız hataları, kusurları bizim bir daha yapmayacağımıza dair ısrarlı talebimiz karşısında silip götürecek bir af ve rahmet beklentimizdir. Ama hem fertlere, hem de topluma yönelik kul hakları sayılan günahların şahsî tevbe ile ramazanla, bayramla affolmayacağını da biliyoruz.
Yani kul ve toplum hakkı o kadar önemlidir ki, insanlar; özellikle de Müslümanlar bunların affedilmeyeceğini bilerek davranmalı; bu tür günahlara yaklaşmamalıdır.
Düşünün ki, belediye otobüsüne bindiniz ve bilet vermeden geçtiniz. Bir bilet parası sebebiyle, belediye hudutları içerisinde yaşayan yüz binlerce, milyonlarca insanın hakkını yediğinizi, bu günahtan kurtulmak için ya tek tek bu insanların hepsinden helallık talebetmek, ya da bir bilet alıp, tevbe ile birlikte bu bileti kullanmadan, yırtıp atmak gerektiğini aklımızda tutmalıyız.
Bu sebeple de herkes, “Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez” ayetine güvenerek, işlerinin iyi gitmesini, çoluk çocuğunun, ailesinin huzurlu ve mutlu olmasını istiyor. Sağlık, mutluluk ve huzur… Kim istemez ki….
28 ŞUBAT DEYİMİ OLARAK “MÜTEDEYYİN MÜSLÜMAN”
28 Şubat sürecinin en önemli deyimlerinden biri “Mütedeyyin Müslüman”dı.. Kuran Kursları’na sınırlama getiriliyor, ilahiyat fakülteleri ve İmam-Hatip Okulları öğrenci kontenjanları kısılıyor; ortaokul ve liselerdeki Din kültürü ve Ahlâk Dersleri öğretmeni atanmıyor; bu derslere resim, müzik, beden eğitimi öğretmenleri giriyordu.
Aslında hedef din değildi, hedef siyasi iktidardı. Ama üniversitelerde başörtü ve ilahiyat fakülteleri, taşrada da özellikle solcu kaymakamlarla, kaymakam vekilleri elinde dine karşı imiş gibi bir hareket yürütülüyordu. Dindar pek çok adam endişeliydi.
İşte bu endişeleri bertaraf etmek için Ankara’dan yapılan açıklamalarda, hem muhalefet, hem de iktidara yeni gelenler mütedeyyin Müslüman’ın zarar görmemesini, hedefin onlar olmadığını belirtiyordu.
Ama kimse bu mütedeyyin Müslüman’ın kim olduğunu açıklamıyordu. Çünkü yapılanlar, herkesi hedef alıyor; sıradan, hatta dindar olmayan insanlar da bu uygulamalardan rencide oluyordu. Bir de taşrada “Başçavuş”lar vardı ve kıraldan fazla kıralcı davranıyorlardı.
Bu yapılanlar öyle tepki getirdi ki, bu tepki siyasi sonuçları bakımından, Devlet Başkanı Kenan EVREN Paşa’nın merhum ÖZAL’ı iktidara taşıyan konuşmasından daha fazla tepkiye sebep oldu.
Paşanın konuşması bir anlık, iki cümleden ibaretti. Bu 28 şubat sürecinde sürekli ve birkaç yıl süren tepki, AKP”yi anayasayı tek başına değiştirecek gücü ortaya çıkaracak tepkiye sebep oldu.
“Ben Türküm diyen İmam-hatipli gördünüz mü?” diye bağıran ve İmam-hatipli olmayı –nerede ise, Türk düşmanlığı ile eşit tutan malum savcı gibileri de yapılanların üzerine sos döküyordu.
Gözden kaçan bu tablo unutulmamalıdır. Özellikle de iktidar, yanlışların karşı tarafa ne kadar güç ve imkan sağladığını unutmamalı; “İmam-Hatipci” gibi görünen lüzumsuzluklardan kaçınmalıdır.
Sözlükte mütedeyyin; kendisini dinle tanımlayan, dindar; halk arasında abdestinde namazında diye tarif edilen, ılımlı gibi anlamlara geliyor. Bu anlamlar dikkate alındığında, kendi işinde gücünde, sosyal ve siyasal alanla, siyasî İslam’la meşgul olmayan, ideolojik tarafı bulunmayan, siyasetle ilgisi kalmamış, evden camiye, camiden eve giden cemiyete girmeyen adam kastediliyor olmalıydı.
Bu tip Müslüman elbette vardır ve sosyal hayatın dışındaki bir azlığı ifade eder. Bu memlekette okumuş yazmış, cemiyette dinamik varlığını sürdüren işi gücü olan, derneklerde, vakıflarda, sendikalarda, hatta partilerde görev yapanlar bu “Mutedeyyin Müslüman” deyiminin dışında idi.
MÜTEDEYYİN MÜSLÜMAN’A YÖNELİK RAMAZAN STRATEJİLERİ
Özellikle 28 şubat sürecinde mutedeyyin Müslümanlara yüklenip, onların inançlarını bozmak, huzurlarını kaçırmak ve dinden, imandan, ibadetten uzaklaştırma görevini de bir takım ilahiyat profesörleri –belki de- ellerine fırsat sadece ramazanlarda geçtiği için, ramazanda bu işi yapıyorlardı.
Bunlara medyamızı; TV, radyo ve yazılı basını da eklemek gerekiyor. On bir ay dinin, Diyanet’in, imanın, ibadetin aleyhine yazıp konuşanlar dinden para kazanmak ve dinden ticaret yapmak üzere reklamlara çoktan başladılar bile.
Hele bir de, benim de eskiden arkadaşım olan, bir profesör, İmam-Hatiplik yaptığını, şahsının, eşinin, evinin ve çocuklarının rızkını devletin maaşı yanında, gittiği mevlit ve hatim merasimlerindeki hediye diyebileceğimiz “Cer”den temin etmiş birisi, “devletten maaş alan imamın arkasında namaz kılınmaz” demiyor mu, bayılıyorum.
Bu zatın görev yaptığı camilerdeki cemaat başta olmak üzere, bütün din görevlilerinden ve namaz kılan herkesten kırk kere özür dilese bile, vefat etmiş olanlar sebebiyle kul hakkından nasıl kurtulacak?
En az on yıl bu meslekte bulunmuş, kazandığı her şeyi bu meslek sebebiyle kazanmış bu “hafız”ı yine TV’lerde görmeye ve seyretmeye devam ediyoruz. Hatta ona taş çıkartacak, Müslüman sakallı benzerleri var ki, eline su dökecek az bulunur, görünüyor.
Üstelik bir de ayrı bir parti kurup genel başkanken, siyaseti din boyasına batırıp, oy avcılığı için bu mütedeyyin Müslümanlara nasıl hitap ettiğini de hatırladıklarımız da cabası.
Ayrıca, milleti teravih namazına gitmesin diye, tam o saatlere gelecek din tartışmaları, dindarları dinden imandan soğutmaya yönelik programlar, ateistlerin dindarlara saldırıları, Kuran’ı, Hadisleri, Sünneti eleştiren sahtekarları ve gençleri etkileyecek dizi ve programları hep birlikte bundan önce gördüğümüz gibi bundan sonra da göreceğiz.
Özellikle kadrolu tartışmacıların hangi bölücü- bozguncu fikri savunduğunu gizlemeden yaptıkları salvolar, belden aşağı vurmalarla güç kazanarak devam edecek.
Lafa gelince bu memleketin %99 u Müslüman diyenlerde ne insana saygı, ne de insan hakları duygusu var; her şey kaybolmuş gibi, her yıl sergilenen gösterileri bir daha izleyeceğiz.
Bütün bunlara karşı bekledikleri oruç tutanların, namaz kılanların tepki vermeleri; namussuzluklarını yüzlerine karşı haykırmalarıdır, ama neyleyelim ki, “Pazar ekonomisi” denilen ve “para”yı Tanrılaştıran kapitalist düzen, akşama ekmek bekleyen “evlad- u iyal” meselesi ile belleri büküyor ve ses çıkartamıyoruz, diyenleri çoğunluk haline getirdi.
Bu tür olaylar karşısında Kutlu Peygamber buyuruyorlar ki, “ bu tür söz ve davranışlar karşısında ben oruçluyum deyiniz”. Bize yakışan budur. Hepten sükut etmek yok, kavga yok, saldırı yok. Tepkimizde ölçülü olmak ve Müslüman olduğumuzu, oruçlu bulunduğumuzu söylemek onları kahretmeye yetecektir.
Kim olursa olsun, hangi makamdan konuşursa konuşsun, kendisine “ben oruçluyum” dediğimizde, ben senin mensup olduğun inkarcılardan değilim, Müslüman’ım ve oruçluyum, demiş oluruz.
İşte, münafıklarla, inkârcıları öldürecek ok budur. Tabi aklı olan ve anlayan olursa…
“MEZHEPLER ÜSTÜCÜ”LER DE GÖREVDE OLACAK
Bir takım ilahiyat profesörleri var, bunlar; “dünya değişti, artık global (küresel) bir dünyada yaşıyoruz. Dünya büyükçe bir köy haline geldi. Bu durumda biz de mezhepleri bir kenara koyup, dinî global olarak algılamalıyız. Böylelikle mezheplerin veya mezhep ayrılıklarının meydana getirdiği dertlerden de kurtuluruz”, diyorlar.
Böyle bir bakış ilk duyulduğunda kulağa hoş gelebilir. Felsefe olarak kabul de görebilir.
Ama, haydi hocam, şu mezheplerden kurtularak, global bir abdest al, bakalım bu küresel abdest nasıl oluyor, bir görelim, diyecek olursanız, bunun mümkün olmadığını görürsünüz. Diğer ibadetler konusu da öyledir.
Dinle ilgili bu tür problemlerin çıkışına, bu fikirlerin sahiplerine bakarsanız, bunların çoğunluğunun, normal liseden ilahiyat fakültesine gelen yahut master, doktora veya dil öğrenme gibi amaçlarla Türkiye dışında okumuş dini bir felsefe veya fantezi gibi anlayan insanlar olduğunu görürsünüz. Elbette bunun da istisnaları vardır, ama bu unutulmaması gereken bir özelliktir.
İlahiyat fakültelerinde, her şey vardır, ama olmayan tek şey din eğitimi ve din hizmetleri formasyonu, yani dua nasıl yapılır, ibadet nasıl icra olunurun eğitimi yoktur.
Yani din profesörü yetiştiren bu kurumlar, cenaze namazının nasıl kılınacağını göstermez, bir sofra duası okutmaz; hutbe ve vaaz uygulaması yaptırmaz. Kısaca din görevliliği formasyonu vermez. Örnek olarak Ankara’daki İlahiyat fakültesinde bu işleri yıllarca sadece bir bayan Profesörün, Beyza BİLGİN Hocanın yaptığına inanır mısınız?
İlahiyatçılar arasında cenaze namazı kıldırmasını bilmeyen eski Diyanet Başkanları olduğunu da herkes bilmektedir.
– Peki, bu kadar başarılı ilahiyatçılar nasıl yetişiyor?
İlahiyata gitmeden önce İmam-Hatip Lisesi, Kuran kursu veya bir Hoca efendiden Kuran ve İslâmî ilimler okumuş insanlar, toplumda başarılı ilahiyatçılardır. Bu gün asıl tartışılması gereken İlahiyatçıların bu zavallı durumudur.
Buna bakmadan, bu küreselleşme yanlısı ilahiyatçılar da ekranlarda bu masallarını anlatıp zihinleri karıştırmaya devam edeceklerdir.
2012 de icat versiyonla bunlar “Mele Eğitimi” görmüş “kâmil İslam âlimleri”(!?)dir. Dini ve dünyayı tanımayan ve dünya görüşü olmayan adam ne dindar adam ve de din âlimi falan olmaz. Bunlar din şaklabanları; orta oyuncuları olmalıdır.
Benim zavallı meslektaşlarım, globalleşme/ küreselleşme denilen şeyin toplam 17 veya en fazla 20 uluslararası sermaye şirketin dünyayı sömürme aracı olduğunu, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası gibi kuruluşların da aysbergin suyun üst kısmında görünen kısmı olduğunu – bilimsel disiplinleri gereği- elbette bilmiyorlar.
Herkes bildiği, inandığı dine ve mezhebe göre hayatını düzenlemeye devam edecek; birkaç günlük dedi kodu ve tartışma malzemesinin ötesine bunlar geçemeyecektir.
Onun için herkesin gönlü rahat olsun, kimse de bunları ciddiye alıp, aman din elden gidiyor, falan da demesin! Namaz ibadet değil diyen adam da camiye gelecek ve safta yer tutacak… Mevlana’nın dediği gibi, “başını yere koymak ve gerisini yukarı kaldırmak” ne zaman ibadet oldu?
Ama yine de camiye gelsinler, olur ki, cemaate gelen rahmet onları da bir gün yola getirir.
MÜSLÜMAN AKLI VE TECRÜBEYİ UNUTMAZ
Ramazan inanan bütün gönüllere huzur ve mutluluk getirecek. Gönüllerimizin pasını silecek, tekbir, salavat ve ilahilerle coşacak teravihler, fakir, fukara, eş-dost, akrabalarla birlikte yapılacak iftarlar bize bir yıl yetecek bir enerji kazandıracaktır.
Eksilen sevgimiz artacak, sevdalarımız bayraklaşacaktır. Cumhuriyetin getirdiği ve kahraman ordumuzun çelik kanatları altında yaşadığımız huzur ve güven içinde, hür ve bağımsız vatanımızda, ramazan coşkusu ile kutlayacağımız Ramazan Bayramı ve devamında kutlayacağımız kutsal Zafer Bayramı yüreklerimizi güçlendirecek; aramıza sokulmak istenen etnik ve din kaynaklı bölücü, bozguncu fikirleri ilahî rahmetle yıkayacaktır.
Başının üstüne şemsiye tutanların başlarına rahmet (yağmur) nasıl düşmezse, bölücü, bozguncu fikirlerle aklını örtmüş olanlar da bu rahmetten elbette nasip alamayacaktır. Çünkü, “aklı olmayanın dini yoktur”.
Bu türler için de Yüce Mevla’dan akıl fikir istemek, onlara da dua etmek bize düşüyor. Uyuyanları uyarmak ve uyandırmak gibi bir görevimiz olduğunu da sakın unutmayalım.
Şanlı Nebi, Müslümanın bir delikten iki kere ısırılmayacağını buyurmuş. Bu daha önce yaşananlardan ders almak; tecrübeyi unutmamak anlamına gelmiyor mu?
Bizi içimizden yıkmak isteyenler bundan önce kaç defa oldu? Siyonistlerle işbirliği yapıp Osmanlı’yı arkadan vuranlar, İngiliz istihbaratçılarına kanarak, orta doğuda şeriat devleti kuranların halini görüp ibret almak gerekmiyor mu?
Şimdi, Siyonistlerin oyuncağı haline gelmiş Suriye, Irak ve diğerleri bize yaptıkları hıyanetin cezasını çekmiyorlarsa, neyi çekiyorlar?