Atlar, insanoğlunu hep büyülemiştir. Büyük zaferlerin kazanılmasında, uygarlıkların gelişmesinde büyük rol oynayan atlar dün olduğu gibi bugün de insanların sadık dostudur. Atlardan fazla bir şey anladığım söylenemez ama atların asil duruşu, zarafeti, cesareti, azmi ve insanlara olan sadakati beni her daim heyecanlandırmıştır. Atlarla ilgili bir yazı yazmayı çoktandır düşünüyordum. Geçenlerde Anadolu Ajansının servis ettiği ‘Efsane’nin Resmi…’ başlıklı: “Kütahya’nın Tavşanlı ile Domaniç ilçelerindeki Yaylacık Dağı’nda, halk arasında varlığından her zaman söz edilip efsaneleştirilen “Osmanlı Atları” görüntülendi. At sürülerinin, Osmanlı’nın son dönemlerinde bölgede kurulan tımarlı sipahilere ve saraya at yetiştiren, çiftliklerden bırakılan atlardan ürediği tahmin ediliyor.” şeklindeki haber atlarla ilgili yazı yazmamı hızlandırdı. Bu haberi okuduktan sonra çocukluğumdan bugüne kadar atlarla ilgili okudum hikâye, efsaneler, seyrettiğim filmler bir kez daha gözümün önünde canlandı.
Atların Evcilleştirilmesi
İlk önce insanoğlu ile at arasındaki dostluk ne zaman ortaya çıkmış, bu konudan kısaca söz edelim. Paleolitik Çağ’dan kalan kemiklere bakıldığında insanlar önce atları bir besin kaynağı olarak kullanmıştır. Buna örnek olarak Solutre (Fransa) kayalığının eteğinde bulunan yardan aşağı uçmuş ve kargıyla öldürülmüş hayvanların kalıntılarını göstermek mümkündür. Buzul Çağı’ndan sonra oluşan soğuk iklim atların dağılımını da etkilemiştir. Atların evcilleştirilmesi nispeten daha geç gerçekleştirilmiştir. Köpek, koyun, domuz ve sığırın evcilleştirilmesinden çok daha sonra MÖ 6000’e doğru atlar evcilleştirilmiştir. Atların evcilleştirilmesi Avrasya steplerinde başlamıştır. Atlar, insanların avlanmasını büyük ölçüde kolaylaştırmakla birlikte uzak mesafeleri kısaltmıştır. 1990’lı yıllarda yapılan bir inceleme, bu evcilleştirmenin Ukrayna ovalarında MÖ 6000’e doğru gerçekleştirildiğini ortaya çıkarmıştır. Sonra Cungarya yoluyla Altay’dan inen Moğollar, binlerce yıl boyunca Çin’in doğusuna, Hindistan’ın güneybatısına ve Atlantik’e kadar Batı’ya doğru yayılmışlar ve evcilleştirdikleri kamburca görünüşlü atı beraberlerinde gittikleri yere götürmüşlerdir. Batı Avrupa’da at binek olarak MÖ 3200’e doğru kullanılmıştır. Germen atları gibi ufak tefek olan Galya atı Demir Çağı’nda MÖ 800’de ortadan kalkmış, yerini Kelt sanat eserlerinde tasvir edilen bir güney tırpanına bırakmıştır. Hunlar koca kafalı ve dik yeleli atlara binmişlerdir. Belki de şimdiki atların atası olan ve Sezar tarafından bir eserinde anılan bu vahşî ırk, Roma işgali sırasında Latium’un “sıcak kanlı” atları ile bir arada yaşamıştır. Britanya Adalarında evcilleştirmenin ilk izlerine MÖ 1900’e doğru İrlanda’da rastlanmıştır. Kalıntı vahşî at topluluklarının Güney İngiltere’de daha bir süre yaşamış olma olasılığını yakın yıllarda oradan bulunan tarpan fosilleri güçlendirmektedir. Nil bölgelerinde binek atı Batı Avrupa’ya ulaştığı tarihe yakın bir tarihte belirmiştir; ama atın Mısır’da MÖ 1700’e doğru göçebe hayvancı Hiksosların istilasından itibaren mevcut olduğu kesindir. Süvariler ve atlı savaş arabaları MÖ 1580’e kadar Nil Deltası’na yerleşmiştir. Sahra’nın güneyinde Sahil kuşağında Accer Tasilisi’ndeki fresklerde, evcil atgillerin resimleri bulunmaktadır. Arabistan’da yerel ırklar kaybolmuş, Moğol ve Arî istilacıların atlarıyla çaprazlamalar sonucu safkan Arap atı doğmuştur.
Amerika kıtasında atgiller, Üçüncü Çağ’da[1] bulunmuş, ama henüz bilinmeyen bir nedenle tümü yok olmuştur. Bu nedenle bugünkü evcil veya vahşî Amerikan at ırkları, İspanyolların XV. yüzyıldan itibaren yanlarında götürdükleri atların soyundan türemiştir.
Atın evcilleştirilmesi eyer ve koşum takımının gelişim tarihiyle atbaşı gitmiştir. Eski Dünya’daki uygarlıklar mekanik enerji üreticisi atları en iyi şekilde kullanmaya çalışmış, kültür ve tarih açısından büyük sonuçlar doğuracak at donanımı icat etmişlerdir. Altay’da bir yerde keşfedilmiş olan demir, önce insanlar tarafından nalça olarak kullanılmış, akarsuları geçmek için tahta çarıkların altına çakılmıştır. At nalı önce Galya’da uygulanmış, atın ayağına sırımla tutturulmuştur. Romalılar toynağı korumak için sahici sandallar, at sandalları icat etmiştir. At nalı ancak MS 900’de Bizans’ta toynağa mıhla çakılma yöntemi bulunduktan sonra etkili olmuştur. Romalıların bilmediği üzengi ilk defa Çin’de kullanılmıştır. Tunç Devri’nden kalma eyer ve koşum takımı izlerine önce Batı Avrupa’da, sonra daha karmaşık biçimde olmak üzere MÖ 1000 ile 2000 yıllarında İran topraklarında rastlanmıştır. Çin ilk kolanlı eyer takımını MÖ 1000 yıllarında bulmuştur.
Göçebe Hiksoslar, Mısır’a atlı ve arabalı olarak gelmişlerdir. Arî istilaları iki tekerlekli savaş arabalarına dayanmıştır. Daha MÖ 3000 yılında Çin savaş arabaları ön tarafa ikili veya üçlü olarak koşulan dört, altı veya sekiz at tarafından çekilmiştir. İki tekerlekli iki arabanın bir birine eklenmesinden doğan dört tekerlekli ağır araba, koşumda büyük ilerlemelere ihtiyaç yaratmıştır. Bu araba hiç kuşkusuz Tuna ovalarında doğmuştur. Onunla birlikte, Moğol devesinin semerinden türeme at hamudu ortaya çıkmış; sedyenin bir uçundan çekilerek sürüklenmesine dayanan deve semeri, at için hiç de uygun olmamıştır. Asya’dan başlayarak yayılan koşum teknikleri çok yavaş gelişmiş ve azar azar ilerleyerek Doğu Avrupa’ya yerleşmiş, oradan da nal, eyer ve üzengiyle birlikte Karolenjler döneminde Batı Avrupa’ya ulaşmıştır.
Atların Türkler İçin Önemi
Atların Orta Asya’da evcilleştirilmiş olduğu herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Türklerde atlar kutsal sayılmıştır. At kurban etmek, Gök dininin en önemli törenlerinden birisidir. At, savaşlarda büyük rol oynamıştır. Bir zamanlar dünyanın fatihi olan Türkler soylu zaferlerini atın üzerinde kazanmıştır. Türkler atları tam bir savaş aracına getirmiş, geçimlerini tarımcı uluslarla savaşarak onlardan elde ettikleri ürün ve haraçlarla sağlamıştır. Türklerde ata verilen önem, atlar için yapılan süs ve at eşyalarına da yansımıştır ki, at süsleri ve at eşyaları Türk sanatının en iyi ve en ince işlenmiş parçalarıdır. Türkler hayata sımsıkı sarılan bir millet olduklarından ileri gelen yaşama sevinçlerini günlük hayatında da görmek mümkündür. At sporları eski Türklerde çok sevilmiştir. Bugün Yunanlıların kendilerine mal ettikler Olimpiyat Oyunlarını Türklerden aldığı olasıdır. Çünkü Türkler çok eskiden beri Cirit oyunları, at yarışı gibi spor etkinlikleri düzenledikleri su götürmez bir gerçektir. Bugün Kazan Tatarları tarafından kutlanan milli bayram Saban Tuye (Karasaban Düğünü) bunun bir örneğidir. Ekim işleri tamamlandıktan sonra yapılmakta olan Saban Tuye bayramının çok uzun bir geçmişi vardır. Saban Tuye bayramında, Türk sporunun bir parçası olan at yarışı, güreş başta olmak üzere çeşitli spor müsabakalarının yanı sıra türkü, şarkı, dans eşliğinde gerçekleşen eğlencesi de eksik değildir. Günümüzde Saban Tuye’nin genel içeriği değişmemiş olsa da dünyanın gelişmesi ile verilen hediyelerin maddi değeri artmıştır. Örneğin eskiden başpehlivana hediye olarak koç verilmiş, günümüzde koçun yerini otomobil almıştır.
Hemen hepsi usta bir binici olan Türklerin kurdukları devletlerde atlar değerini korumuştur. Osmanlı hükümdarı I.Murat devrinde binicilerden kurulu Sipahi bölükleri varmış. Bu bölüklerden birçok ünlü binici yetişmiştir. İstanbul’un fethinden sonra harap olan Hipodrom, Fatih’in emriyle onarılmış ve at yarışları yapılan, cirit oynanan bir spor meydanı haline getirilmiştir. Sahipleri ölünce atların cenaze töreninde hazır bulunması da ata gösterilen sevgi ve saygının bir belirtisidir. Örneğin, IV. Murat’ın cenaze töreninde savaşlarda bindiği üç atı, tersine eyerli olarak tabutu arkasından götürülmüştür.
Türk Dünyası Edebiyatı ve Folklorunda Atlar
Türk mitoloji ve folklorunda atın büyük yeri vardır. Türk destan, rivayet ve masallarında adı kahramanın adı ile birlikte anılan atlar çoktur. Manas’ın Ak-Kula’sı, Battal Gazi’nin Aşkar’ı, Beyrek’in Deniz Kulun’u, Ural Batır’ın Akbozat’ı bunlardan bazılarıdır. Türk Destan ve masallarında sodan doğan atlar (Deniz Kulun’u, Boz Aygır, Deniz Aygırı), uçan at (Köroğlu’nun Kır Atı) gibi doğaüstü nitelikler taşıyan atlar çoktur.
Orta Asya’dan başlayarak Türk halk töresinde genellikle at ve at sürüsü ilahî bir nitelik taşımaktadır. Özellikle Yakut destanlarında bahadırların atları güneş ülkesinden gönderilmiştir. Bunlar genellikle Yakutça konuşmuş, sahibine hakimane öğütler vermiştir. İlahî ve sihri vasıflara sahip olan bu atların fikrî meziyetleri çoğu zaman insan zekâsından üstün tutulmuştur. Başka bir efsaneye göre, gökten inen her at müstakbel kahramanını kendi büyütür. Türk geleneğinde at bahadırın en sadık arkadaşı, zaferinin ortağı, akıl hocası, sahibini muhakkak ölümden kurtaran, sahibi kadar cesur ve kahraman bir varlıktır. Birçok hallerde atın gerçek âlemle gayb âlemi arasında bağlantı kuran ve bir nevi şaman niteliği taşıyan bir hüviyeti olduğu görülür. Bir Moğol inancına göre at, kahramanını uçarak cehenneme götüren, ama oradan sağlam geri getiren ilahî bir kudrettir. Milattan önceki Hun Türklerinde at, devletin savunma ve savaş görevinde bütün ihtişamıyla ve en başta yer alan kuvvettir. Renklere göre yön tayinini Çinlilerden öğrenen Hunlar savaşlarında bu geleneğe bağlı kalarak batı cephesine beyaz atları, doğu cephesine boz atları, kuzeye kara, güneye kızıl atları gönderirlermiş. Böylece efsaneleştirilen at, Türklerin diğer milletlere oranla üstün olduğu inancına da bir vesile teşkil etmiştir. Çinliler, Türklerin efsanevî göl aygırlarından türeme cins at yetiştirdiklerine inanmışlar ve bu atları elde edebilmek için çok gayret sarf etmişlerdir. Deniz veya dağlarda yetişen ve kendilerine ilahî bir nitelik atfedilen bu at cinsinden Dede Korkut da bahsetmiş ve Beyrek’in “Deniz kulunu boz aygır” adlı atını anlatmıştır. Köroğlu atının da aynı vasıflara sahip olduğu bilinmektedir. VII. ve VIII. yüzyıllarda Türk devlet hayatında atlar, artık âdeta yarı resmi bir şahsiyet kimliği kazanmıştır. Lena Nehri üst boylarında yapılan kazılarda bulunan taş heykeller bu gerçeği doğrular niteliktedir. Bu taş heykellerdeki at ve sancak tasvirleri atın, bu devir Türkleri için ihmali asla olmayan bir devlet müdafaa unsuru olduğunu ortaya koymaktadır. Savaş atları, kahraman süvarilerine nazaran daha iyi giydirilmiş ve süslenmiştir. Atın başındaki zırhta bir tuğ vardır, gemler aynı şekilde süslenmiştir. Bazen de tüyler ve kotaslar atın karnından geçen kayışa takılmıştır. Bu töre daha sonra Anadolu Selçuklularında ve Kafkasya seferine çıkan Özdemiroğlu Osman Paşa ordusunda görülecektir. Büyük zaferler kazanan atlara takılan benzeri süsler yanında, genellikle göçebe devlet savaşlarına katılan atları, ölümden veya yaralanmadan kurtarmak için okların kolayca delemeyeceği zırhlarla örtmek geleneği varmış. Nitekim Gültekin Han’ın bindiği atlardan birinin zırhına yüzden fazla ok isabet ettiğine dair Orhun yazıtlarında kayıt vardır. Türklerde savaşa katılan alpların bindikleri atlar, süvarisinin devlet ve sosyal hayattaki mevkii ile sıkı sıkıya bağlantılı olmuştur. Bahadırlar, ancak sihri kuvveti olan, savaşta bir nevi tılsım rolü oynayabilecek, şan kazanmış atlarla binmişlerdir. Bunun için alpların ataları onların kazandığı zaferi ortaklaşa paylaşmış ve onlar gibi savaş sonunda unvan kazanmıştır. Ölürlerse özel bir törenle gömülmüşlerdir. Unvanlar, atların cinsine, özelliğine ve rengine göre verilmiştir. Örneğin, Gültekin Han’ın bindiği “Beyaz Tadık” adlı ata verilen Çur unvanı, aynı zamanda “beğ”lerin başçısının unvanıdır.
Göktürklerde görülen at kültü törelerine ufak farklarla tüm Türk boylarında rastlamak mümkündür ve araştırmalar eski Türklerde atın yerini ve önemini gösterecek niteliktedir. Türkçe öğrenme ihtiyacından ortaya çıkan ve XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan ve bugün de güncelliğini ve değerini kaybetmeyen Divanü Lûgat-İt-Türk’te atlardan bahsederken Türkler için atların öneminin altını çizilmiştir. Kaşgarlı vatan, vilayet, il, memleket anlamına da gelen “él” kelimesinin aynı zamanda atı da anlattığını yazmıştır: “Ėl: Atı anlatır bir isimdir. Çünkü at, Türk’ün kanadıdır. Atlara bakan seyise “él başı” derler, “vilayetin başı” demektir; bununla ata bakan kimse murad edilir.” (Kaşgarlı 1985: 48, 49). Büyük Türk filologu Kaşgarlı Mahmut’un bu ifadesi atın Türklerdeki kutsal yerini anlatmaya yeterlidir.
Bu gelenek, yüzyıllar boyu önemini kaybetmeden sürmüş, ortaçağ ve yeniçağ Türk halkı ve devletlerinde, ister göçebe, ister yerleşik olsun atlara ayrı önem verilmiştir. Göktürk ve Uygurlardaki on iki hayvan adlı Türk takviminde bir yıl adının at anlamına gelen yond, yund olması ve bugün bile Anadolu, Afganistan ve Azerbaycan’ın bazı bölgelerinde yund yerine at kelimesi getirilerek kullanması dikkate değer. Ayrıca Yund Dağı (Konya), Yund Alanı (Edirne), Yund Köyü (Edirne), Yund Oğlanı (414 köy adı ve çeşitli cemaat adı), Yund Nahiyesi (Saruhan Köyleri) gibi adlar bugün bütün Anadolu’yu kaplamıştır. Bir de Pers dilinde Güzel Atlar Ülkesi anlamına gelen ve Anadolu’nun iç kısmında bulunan Kapadokya bölgesi adını atlardan almıştır; bölge Aksaray, Nevşehir, Niğde, Kayseri, Kırşehir illerini kapsamaktadır. Kapadokya adı bölgede çok eskiden beri atların barındığının bir işaretidir ki, bölge adını atlardan almıştır.
Atların renklerine verilen adlar üzerine yapılan araştırmalar da Türklerin bu konu üzerinde nasıl durduklarını göstermektedir. Örneğin, kır ve boz aynı zamanda kabile adıdır. Kır yalnız kıraç yer anlamında kullanıldığı gibi boz-kır olarak da step anlamına alınmış ve yine Anadolu’da bu kelime sayısız yer adı olmuştur. Karatay, ala yontlu, elke bulak, alaca bulak gibi at renk adlarının aynı zamanda unvanlara ve yerlere aynı sevgi ve saygıyla verilmiş olması da ata olan sevgi ve önemi gösterir niteliktedir.
Asya Türklerinin at ile ilgili töreleri ufak değişikliklerle Anadolu Türkleri arasında da yaşaya gelmiştir. Toros bölgesindeki abdallar arasında yaşayan söylentilere göre at hem kanatları hem yüzme organları olan kutsal bir varlıkmış. Kafdağı’nın[2] arkasındaki süt gölünde yaşarmış. Ölüme çare arayan Hızır, bir gün bu atları görmüş ve yakalamak için uğraşmış. Başaramayınca göle şarap dökerek atları sarhoş etmiş, kanatlarını koparmış ve yeryüzüne getirerek onları çoğaltmıştır. Afşarlar[3] ise atın Âdem ile beraber yeryüzüne indiğine inanmışlardır. Âdem bu sevgili hayvan tekrar gökyüzüne dönmesin diye atın kanatlarını koparmış.
Atlar, Moğollar için de önemli olmuştur. At üzerinde büyük ve soylu zaferlere imza atan ünlü hükümdar Kubilay’ın (1214–1294) “Gerçek bir Moğol, at sırtından asla inmemelidir” şeklindeki sözleri Moğollar için atların ne denli önemli olduğunun bir göstergesidir. Moğollar atları sadece savaş aracı olarak kullanmamış olmalı ki, atlarların kutsallığına inancından ileri gelen çeşitli törenler düzenlenmiştir. Venedikli gezginler Marco Polo (1254–1324) atla ilgili törenden bahsetmiştir. Marco Polo, 1275 yılında Moğol İmparatoru Kubilay Han’ı ziyareti sırasında şahit olduğu “On bin beyaz at sütü” töreni ile ilgili duygu ve düşüncelerini şu şekilde ifade etmiştir: “Marco kendini göğün yedinci katındaymış gibi hissediyordu. “Ne zaman Kambaluk’a[4] dönüyoruz?” “ ‘On bin beyaz at sütü’ seremonisi biter bitmez. 29 Ağustosta.” Marco hiçbir şey anlamadı. Hiçbir kusuru bulunmayan beyaz atlardan haberdardı ama, şu seremoni ile ne kastedildiğini hiç anlamamıştı. Tşinkim[5] ona, atların her yıl 28 Ağustos sabahı şafakla birlikte sağıldıklarını açıkladı. Sütlerin daha sonra yapılan bir törenle, imparatorluk ailesinin üyeleri tarafından içilirdi. 28 Ağustos sabahı on iki bin savaşçı hareketsiz bir şekilde İmparatorluk pavyonunun karşısında dizildiler. Marco bu dev gibi orduyu sanki düş görüyormuşçasına soluksuz izliyordu. Beri yandan da Han’ın gücünün büyüklüğüne bir kez daha tanık olmuştu.” (Marc, Dusik 1995: 85).
Türk Dünyası’nda atların önemini, değerini ve yaşanmışlıkları yansıtan deyimler, atasözleri ve tabirler bulunmaktadır. Türkmenlerin ‘sabah kalktığında önce atana (babana) sonra atına selam ver’ şeklindeki atasözü ata verilen değerin önemini anlatır niteliktedir. Babadan hemen sonra gelen atlar Türkmenler için büyük bir önem arz etmektedir ki, aile ferdi gibi davranılması ve değer verilmesi gerektiğinin altı çizilmiştir. Uygur Türklerinde, cesur ve gururlu delikanlı anlamına gelen ‘Miñlerçe jigitin töpisinde at oynaķtan jigit’ (Binlerce yiğidin tepesinde at oynatan yiğit) şeklindeki atasözü ata binen delikanlının cesaret ve gurur simgesi olduğunun bir göstergesidir. (Necip 2013: 20). Kazan Tatarları arasında atla ilgili birçok atasözü ve deyim mevcuttur. Örneğin, ir-at (er-at) tabiri bugün de Tatarlar arasında yaygın kullanılmaktadır. Ünlü Tatar yazar olan Nekıy İsenbet (1900–1992) aynı zamanda halk edebiyatı ile de ilgilenen birisidir. İsenbet, 2 ciltli “Tatar Dilinin Deyimler Sözlüğü”nün 1.cildinde ‘ir-at” tabirini şu şekilde açıklamıştır: “Eskiden erkekler daima at bindikleri dönemde er (erkek) ile atı birbirinden ayrı düşünmek bile mümkün olmayacak kadar yakın olduklarından yoldaş-koldaştan ileri gelen bir tabirdir. Askerde de, Türk-Tatarlarda ve genel olarak göçebelerde atlı erkekler kendi gruplarında bulunan erler topluluğu anlamına da gelen tabirdir.” (İsenbet 1989: 288).[6] Ayrıca itibar kaybetme anlamını taşıyan ‘attan inip keçiye (eşeğe) binmek’, ‘attan inip yaya kalmak’ şeklindeki deyimler atın erkeğin sadece yoldaşı ve koldaşı olmadığını aynı zamanda itibarı olduğunu göstermektedir. Tatarlardaki ‘At oynatmak’ tabiri ise, at binmekte gösterilen ustalık ve yiğitlik anlamına gelmektedir. Tatar-Bulgar, Kıpçaklarda eski dönemlerde iradesiyle silah kuşanmada becerikli, savaş kahramanı yiğitleri nitelendiren ‘Atı yüğrük, kılıcı keskin” (İsenbet 1989: 104) şeklindeki atasözü de tecrübenin ve yaşanmışlığın sonucudur.
Türkiye Türkçesinde de atlarla ilgili sayısız deyimler ve atasözleri mevcuttur. Bunların büyük çoğunluğunun diğer Türk dillerinde de ufak bir farkla var olduğunu söylemek gerekir. Yukarıda gördüğümüz üzere atasözleri ve deyimlerde atlar cesareti, gururu, beceriyi, ustalığı, dostluğu ve sadakati simgelemiştir. ‘At arıklıkta, yiğit gariplikte’, ‘At at oluncaya kadar sahibi mat olur’, ‘At binenin kılıç kuşananın’, ‘At bulunur meydan bulunmaz, meydan bulunur at bulunmaz’, ‘At ile avrat yiğidin bahtına’, ‘At ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır’, ‘At yedi günde it yediği günde’, ‘At yiğidin yoldaşıdır’, ‘Ata da soy gerek ite de’, ‘Ata eyer gerek eyere er gerek’, ‘Atım tepmez, itim kopmaz deme’, ‘Atın dorusu yiğidin delisi’, ‘Atın ürkeği yiğidin korkağı’, ‘Atına bakan ardına bakmaz’, ‘Attan düşene yorgan döşek eşekten düşene kazma kürek’, ‘At sahibine göre kişner’ gibi atasözleri ve deyimler bunlardan bazılarıdır. Örneklerde de görüldüğü gibi birçok atasözünde at ile yiğit sözcüklerinin yan yana yazılması, atın erkeğin ayrılmaz bir dostu olduğunun neticesidir. At ile yiğit sözcüğünü bir arada barındıran ve saygınlık anlamına gelen “atta karın, yiğitte burun” atasözünün açıklaması şöyledir: “Biçim ile öz arasında bir ilişki vardır. Atalarımızın yüzyıllara dayanan gözlemleri ile iri karınlı atların daha hızlı ve dayanıklı olduğunu; burnu büyük olan kişilerin daha mert, atak ve gözü pek olduğunu tespit etmişlerdir. Atalarımıza göre yiğitliğin ve gücün, kendine özgü bir biçimi vardır. Yapısı gereği cılız ve zayıf olanlar, her şeyin ötesinden gelemezler. Yiğitler heybetli olmak zorundadır.” (Sertel 2006: 231). Haddini bilmek anlamına gelen “Atlar tepişirken, arada eşekler ezilir” atasözü de çok manidardır, anlamı şöyledir: “ Bildiğimizin ve gücümüzün bir sınırı vardır. Çözümlerimiz, gücümüze ve bilgimize bağlıdır. Yapacağımız yardımlar, gücümüzün üstünde olursa, yardım ettiğimiz insanlardan daha kötü duruma düşebiliriz. Gücümüzü ve bilgimizi aşan sorunlarda sadece arabulucu olamayız. Böyle bir girişimde sorun sahiplerinden fazla zararlı çıkarız.” (Sertel 2006: 157). Anadolu halkı yiğidin atına, avradına, silahına sahip ve onları kutsal tuttuğuna inanmaktadır. “At, avrat, silâh emanet edilmez” şeklindeki atasözü bundan ileri gelmekte ve aşağıdaki anlamı taşımaktadır: “İnsanın paylaşamayacağı üç temel şey; atı, avradı ve silâhıdır. Bunu değil paylaşmak, emanet etmek bile mümkün değildir. İnsan bu üç unsuru koruyamadığı takdirde kendi varlığından bahsedemez. Bu atasözü, Türk toplumundaki namus, bağımsızlık ve savunma anlayışının bir özetidir. At, avrat ve silâh, insanın varlığını, kimliğini, gücünü, namusunu ve kişiliğini temsil eder. Bunları emanet etmek kaybetmek demektir.” (Sertel 2006: 45). Milli kültürümüzün en önemli değerleri olan atasözleri ve deyimlerde yer alan atların namus, bağımsızlık, savunma vs. nitelikleri anlatması Türkler için atın değerinin bir örneğidir.
Bazı inançlarda ölümsüz kutsal atlar vardır. Köroğlu’nun Kırat’ı bunlardan birisidir. Kırat abıhayatı içmiştir. Köroğlu’nun ölümünden sonra 40 gün yemeden içmeden yas tuttuğu söylenmektedir. Bir inanca göre, sonra İstanbul’a geldiği ve bir fakir sakanın hizmetinde çalıştığı, ay bitince kaybolup bir başkasına gittiği rivayeti dilden dile dolaşmaktadır. Bir başka inanca göre yılda bir defa at pazarında satışa çıkarılarak sahip değiştirirmiş. Orta Anadolu halkı, kırat üzerine binen ve gün doğmadan bir akarsu üzerinden yedi defa geçen insana sihir ve büyü tesir etmeyeceğine inanmaktadır. Bir başka inanca göre, atın artığını yemek bazı hastalıklara iyi gelirmiş. Anadolu’nun birçok yerinde at mezarları vardır. Bunlar da evliya türbeleri gibi ziyaret edilir ve adak yeridir. İstanbul’da Genç Osman’ın Sislikırat’ının İhsaniye’deki mezarından ayrı bir de Karaca Ahmet Sultan’ın türbesi yanında Ebu’d Derdân’ın, Eyüp’te Piyer Loti kahvesinin bahçesinde de Fatih Sultan Mehmet’in ünlü atının mezarı bulunmaktadır.
Atların Sanattaki Yeri
İnsan, tarih öncesi devirlerden beri mağara duvarlarına güzel at resimleri çizmiştir. Tarih öncesinden kalma bu at resimleri belki de simgesel bağlamda yapılmış şekillerdi. Bu tür resimlerde bilhassa Asurlular çok ustaymış. Bunun dışında Yunanlılar, Kalamis ve Phidias’ı (Parthenon) da sayabiliriz. Romalılar çok sayıda atlı heykel yapmışlardır. Bunların en ünlülerinden birisi Roma’da bulunan Marcus Aurelius’un at üstündeki heykelidir. Bronzdan, ünlü San-Marco Atları (Venedik), Bizans at meydanından getirilmiştir. Monte Cavallo’daki atlar ise Roma’da Constantinus’un yaptırdığı büyük kaplıcalardan alınmıştır.
At motifi, ilk Hıristiyanların mezar taşarlında yer aldığı gibi, ortaçağlarda da sembolik bir figür olarak kullanılmıştır. Örneğin, bir aslan tarafından yere serilen at figürü, kaba güç önünde ezilen soyluluğu temsil etmiştir. Modern sanatçılardan George Stubbs (1724–1806) romantik resmin şaheseri olan ve bir aslanın saldırısına uğrayan atı tasvir eden ünlü bir tablo bırakmıştır. Büyük at ressamları arasında Pisanello, Paolo Uccello, Mantegna’yı sayabiliriz. Heykelciler arasında da Donatello, Andrea Verrocchio, Bernini vardır.
Füssli’nin “Uykudaki İki Kadını Terk Eden Kâbus” (1810), Germen folklorundaki peri kısrağı (Mahrt) sahneye çıkarmıştır. Edebiyattaysa Jules Renard, “Doğa Öyküleri” (1896) adlı eserinde insan-at ilişkilerini öncelikle anlatmıştır. Öte yandan Wild Horses’la Rolling Stones’un yaptığı gibi, müzikçiler atın simgesel gücüne karşı duyarlılıklarını her zaman dile getirmişlerdir. Atlar dün olduğu gibi bugün de resim, şiir, hikâye, roman, besteler için ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Ayrıca atlar beyaz perdeye de yansımıştır. Atlarla ilgili çekilen sayısız film, belgesel bulunmaktadır. Son dönemlerde kendinden en çok söz ettiren filmlerden birisi 2011 yılında efsanevi yönetmen Steven Spielberg tarafından beyaz perdeye taşınan “Savaş Atı” filmidir. Sadakat, umut ve azim üzerine kurulan bu epik macerada Birinci Dünya Savaşı yılları konu edinmiştir. “Savaş Atı” filminde Joey adında bir at ve genç terbiyecisi Albert arasındaki unutulmaz arkadaşlık anlatılmaktadır. Birbirine ölümüne bağlı olan bu iki arkadaşı savaş ayırmıştır. Birinci Dünya Savaşı başlandığında Joey, Albert’in babası tarafından bir askere satılmıştır. Albert da atı ile birlikte savaşa gitmek istemesine karşın yaşı küçük olduğundan askere alınmamıştır. Savaş ile birlikte Joey’nin olağanüstü yolculuğu başlamıştır. Tanıştığı herkesin hayatını değiştiren Joey, aynı zamanda onların yaşamına ilham kaynağı olmuş, gönüllerinde silinmeyecek izler bırakmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın panoramik manzarası eşliğinde çekilen bu film nefes kesen zengin görselliğiyle gerçek bir başyapıt ve arkadaşlık üzerine yapılan en güçlü ve dokunaklı bir filmdir. Günümüzde insanların arasında nadir rastlanan sadakat, bağlılık gibi kavramların insan-at arasında yaşanması ders verir niteliktedir. Umutlarına ulaşmak için azmin zaferi olan “Savaş Atı” filmi gerçek bir örnektir. Günümüz dünyasında böyle dostluklara ancak imrenerek bakmak kalıyor…
Başkurt Türklerinde Atlar.
Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan coğrafi konuma sahip olan Başkurdistan Avrasya’nın incisidir. Yüce Ural dağları, yarlarına sığmadan taşarak akan Yayık Nehri (Ural Nehri), gür çam ormanları, geniş bozkırların kültürel güzelliklerini içinde barındıran cennetten bir köşedir Başkurdistan. Başkurt Türkleri doğa ile iç içe yaşayan hayvancılık, ziraat ve ormancılıkla uğraşan bir millettir. Diğer Türklerde olduğu gibi Başkurt Türklerinde de atlar kutsal sayılmış, hem savaşta hem barışta onların yardımcıları ve dostları olmuştur. Başkurtların sudan çıkan atları da dillere destandır. Başkurt atları, destanlar başta olmak üzere birçok edebi ve sanat eserlerine ilham kaynağı olmuştur. Başkurt halk edebiyatının önemli yapıtlarından birisi olan ve iyilerle kötülerin savaşını konu edinen mitolojik Ural Batır Destanı’nda kahramanın Akboz atı doğaüstü özelliklere sahip bir attır. Ural’ın babası ‘Yenbirzi’ (Can verdi), annesi ‘Yenbike’dir (Can ana). Destanda adı geçen Akbozat’ın (Ak Boz At) özellikleri şöyledir:
“Yüzünü hiç pas kaplamayan,
Hiç kimsenin güç yetiremediği
Ateşe karşı – ateş olur,
Suya karşı su olur,
Cin-devlerin hepsini
Ölümü gibi korkutur,
Koç-koyun gibi ürkütür.” (Başkurt Halk Destanı 1996: 189).
Samrav Padişah’ın kızı Humray’a annesi Aybike tarafından hediye edilen Akboz gökten inmiştir. Konuşma yeteneğine sahip olan Akboz at kendi bahadırını kendi seçmiş ve bahadırının nasıl bir niteliğe sahip olması gerektiğini şöyle sıralamıştır:
“—Güzel bana şan olmaz,
Üstümde yürür, can olmaz,
Gürleyip bulut kalktığında,
Kasırga fırtına çıktığında,
Gökte kuş da uçabilir,
Hızla uçarsa, yar bulup,
Geçip yelden korunabilir.
Ben sıçrayınca – yel kopar,
Taş da yatıp dayanamaz,
Su dalgalanır – kaynaşır,
Suda balık yüzemez.
Kaf Dağına tepersem ben,
Un gibi ufalanır,
Sağda-solda canlı olursa,
Hiçbirisi kalmaz yok olur.
Eyerimin kaşında,
Polat-elmas kılıcım,<