Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu

Kürt Sorunu Aslında Nedir?

Asıl meselesini bilmeyen toplumlar asıl meselesini bilen toplumlar tarafından idare edilmeye mahkûmdur.

DEVLET AKLI SALAKTIR

BU KADAR ECHEL ANCAK ÜNİVERSİTE İLE MÜMKÜNDÜR./ DEVLET AKLI: AKİL İNSANLAR, MİT, YENİ OSMANLICI HAYALLER, ULUSAL KORKAKLAR BİLEŞKESİDİR…
SON KEZ UYARIYORUM: HİÇBİRİNİZ ASLINDA TÜRK DEĞİLSİNİZ…. O YÜZDEN BİR DEĞİL BİN TBMM OLSA DA ANAYASA YAZAMAZ, KÜRT SORUNUNU DA ÇÖZEMEZ… ANAYASA YAZABİLMEK VE KÜRT SORUNUNU ÇÖZEBİLMEK İÇİN SALAKLIKTAN KURTULUP TÜRK OLMAK İCAP EDER. TÜRK’ÜN RUH KÖKÜNÜ VE GÖNÜL DİLİNİ YENİDEN OKUMAK İCAP EDER… NASIL Kİ ÂKİF; “GELMİŞİZ DÜNYAYA MİLLİYET NEDİR ÖĞRETMİŞİZ” DEDİ VE TÜRK’ÜN RUH KÖKÜ İSTİKLAL MARŞI’NI YAZDI VE BU MARŞ ANAYASALARDAN DA FAZLA MİLLİ MUTABAKAT METNİ OLDUYSA, NASIL Kİ HABERMAS ALMAN ANAYASASININ RUHUNU BİLEN OLARAK AVRUPA ANAYASASINA YÖN VERMİŞSE BİN YILLIK TERKİBİ VE ANADOLU MAYASINI BİLENLERİN ANCAK YENİ ANAYASAMIZI İNŞA ETMELERİ MÜMKÜNDÜR. ANAYASAYI SALT HUKUKÇULAR YAZAMAZ. HELE PKK TOKİ ORTAKLIĞI HİÇ YAZAMAZ…

2007’DEN BU YANA NELER OLDU?

KÜRT SORUNUNDA ALTERNATİF ÇÖZÜM ÖNERİSİ

Devlet aklı, bağımlı yargı, istihbarat teşkilatı olduğunu zanneden ama dünyadan haberdar olmayan öneşler, ordular, karakollar, televizyonlar, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, siyasi partiler, belediyeler, TOKİ, PKK, vb ne varsa silahlı ya da silahsız ülkeyi terk etsinler!…

Dr. Lütfü ŞEHSUVAROĞLU
Kürt Sorununa Türk Tarih Felsefesi Açısından Bir Yaklaşım Denemesi KÜRTLER NASIL TÜRK OLUR’un birinci baskısı 2007 yılında yapılmıştı. Aynı yıllarda 2024 adındaki fütürist romanım yayınlanmıştı. Her ikisinde de sorunun bu noktaya geleceğini sezmiş, kötümser durum, iyimser durum ve mevcut durum tahlilleri yapmıştım. “Ben demiştim” diye başlayan aydın lakırdısına müracaat etmeden 2007 yılından bu yana ortaya çıkan gelişmelerin, mülahazaların, raporların, yaklaşımların ve Kürt Sorunu ile ilgili çözüm sürecinin yeniden irdelenmesinde fayda görüyorum.

Bu süre içinde bizim kitabımızdaki değerlendirmelerin yanlışları ve doğruları üzerinde tartışmak ve bu tartışmanın sürece katkılarını çıkarsamak için yeni verilerle bir irdelemenin yapılmasında fayda gördüğüm gibi; ‘2007’den bu yana bizim bilmediğimiz neler ortaya çıktı da bu yeni süreci tetikledi’ sorusuna cevap aramak ve gelecekteki yeni yanlışlarımız ve doğrularımız üzerinde eleştiri ve özeleştiri imkânlarından yararlanmak için de fayda görüyorum.

‘Dediğim dedik çaldığım düdük’ taktiğinin devlet siyasasında zaman zaman işe yaradığını bilsem de, Kürt sorununa henüz kimse bu kadar teşne ve bu kadar resmî – gayri resmî âkil adamımız ortada değilken bile bu konuda bir ezber bozmaya kalkmış ve Kürtlerin Türklüğü ile ilgili eski iddiaların yerine yeni şeyler söylemek lazım geldiğini ileri sürmüştük. 

2007’ye kadar gelmiş geçmiş bu konudaki bütün araştırmaları inceleyip yapılan hataları irdeleyip çözüm önerileri sunmuş, adeta 2007’den bugüne yapılanları önceden sezmiş ve kendince bir sorumluluk üstlenmiş olarak bir ön alış stratejisi sunmuştuk. Ama devlet aklı popüler akla daha doğrusu eline verilenlere râm olduğundan bizi dinleyen olmadı. Daha önce de global statükonun Ortadoğu üzerindeki stratejilerini çözümlemiş ve yine bir ön alış stratejisi üretmeye çalışmıştık. Su Barışı Türkiye Ortadoğu Su Politikaları kitabımız daha 1997 yılında böyle bir ön alış hamlesiydi. İngiliz Yahudi medeniyetinin, ya da topyekün Batı’nın bölge için geliştirdiği senaryolara karşı bin yıllık terkibin bir direnç mihveriydi. Irak, Suriye ve diğer Ortadoğu ülkelerine olan müdahaleler henüz olmamıştı ve bölgede bir Su Barışı teessüs etmek imkânı vardı. Avrupa Ekonomik Topluluğu-Avrupa Birliği benzeri bir  “düşmanın silahı ile silahlanınız” düsturu çerçevesinde birlik ya da ortak Pazar yapılanmasının kıvılcımı bile atılamadı.

Hatta Kürt milliyetçiliğinin bile faydalı olabileceğini, gerçek anlamda bir milliyet bilincinin Kürt budunun-ulusunu gerek çağdaş anlamda demokratikleştirme; gerekse kadim bir mesele olarak bin yıllık terkibin yeniden mütemmimi haline getirme bakımından işlevsel olabileceğini vurgulamıştık.

Kitabı eline alan ve sorunun gündelik hayattaki lakırdılarından öte bir bilgi ve şuur sahibi olmayan her siyasal kesitten kimseler için ‘Kürtler Nasıl Türk Olur’ başlığı gerçekten irkiltici olmuştur. Kitabın adı bir ön yargıya kapılmayı kolaylaştırıyor gibidir. Hemen ilk tepki: “ne yani Kürtleri yeniden asimile mi edeceğiz?” şeklinde oluyordu.

Oysa kitap bütün bu eski söylemlerin dışında yeni bir yaklaşım sergiliyordu.

Ama sorunun arka-planında hele hele bu konjonktürde diriltilmesinde başkaca unsurlar da vardı.

Bazı uluslar arası boyutların da masaya yatırılmasında fayda vardı. Bunların biri AB, ABD ve İngiliz Yahudi medeniyeti açısından yeni dünya düzeninin Orta Doğu coğrafyasına biçtiği yeni senaryolar, buna paralel olarak emperyalizm sorunu; diğeri de AB üyeliğimizin ve hazmedilme kapasitemiz bu soruna yaptığı etkiler… bir başka boyut ise İsrail’in güvenliği açısından kurulacak bir Kürdistan devletinin oluşumu için aşılması gereken aşamaların ne idüğüdür.

2007’den sonra Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da, Afrika’da gelişen olaylar yeni siyasetler ve stratejilerin varlığına mı işaretti yoksa zaten bilinen siyaset ve stratejiler böyle bir olaylar zincirini içeriyor muydu?

Arap Baharı, Orta Afrika’nın düzenlenmesi için kuzey Afrika’nın hareketlendirilmesi, Libya, Mısır, Fas, Tunus, Cezayir ve sonunda Suriye olayları bilinen Büyük Orta Doğu Projesi’nin basamakları mıdır, bir başka global ve/veya bölgesel yapılanmanın tezahürleri midir?
Devlet yoksa demokratikleşme yolunda yeni bir yapılanma içine girmiş; darbecileri Silivre’ye doldurmuş, Anayasa hazırlıklarını tamamlamış, güçlü devlet için başkanlık sistemine geçişi planlamış, AB üyeliği ya da Büyük Orta Doğu Projesi için konumunu pekiştirmiş, iç politikadaki ezberlerini bozmuş Kürtlerin haklarını vermiş, PKK adlı terör örgütünü de bitirdikten sonra geri kalan kütlesini rehabilite etmek için bir program mı geliştirmiştir?

Kenya’da yakalandıktan ve Türkiye’nin kucağına konduktan bu yana başa bela olan bir örgüt lideri yeniden MİT bünyesinde vazifelendirilmiş, örgütteki yeri böylece yeniden güçlendirilerek inisiyatifi devlet ile ortaklaşa bir projeye mi râm edilmiştir?

1980’li yılların başında Kuzey Irak’ta Türkiye’nin inisiyatifi için kullanılan bu maşanın yeniden bölgesel hareketlenmede taşeronumuz olarak kullanılması için bir görev tekrarı mı gündemdedir?

Silahlı mücadelenin bir başarısı olarak siyasal mücadeleye yönelen bir örgüt sosyolojisi evrilmesi mi yaşanmaktadır? PKK gerçekten Kürt halkının bütünüyle – ittifakla temsilcisi kabul edilmiş ve devlet tarafından yeni bir devletin dizaynı için örgütle masaya mı oturulmuştur?

Bir başka bulgu ise David Philips, Henry Barkey gibi ABD’li kimine göre casus, kimine göre Türkiye ve Ortadoğu uzmanı kâh gazeteci kâh stratejist entelektüellerin Türkiye’ye kabul ettirdikleri yeni planın izdüşümlerini takipten mi ibarettir?

Türkiye’nin 2007 yılından bu yana bu konu etrafında bir takım yeni düşünür(!)ler yetiştirdiğini, bunların kafa patlatmasıyla sorunun çözümü için kollarını sıvadıklarını söylemeye de cesaret edebiliriz.

Gerek TÜSİAD, gerek MÜSİAD, gerek Mazlum-Der, gerek Diyarbakır Ticaret Odası, gerek SETA, gerek TESEV gibi birçok sivil toplum örgütü ve strateji merkezi yeni yeni Kürt raporları hazırlayıp hükümete ve kamuoyuna sundular.

Rapor sunmalar o kadar ileriye gitti ki, handiyse memur sendikaları, üretici birlikleri bile sıraya girdi. Bazı kurumlar da popüler buldukları bazı gazetecilere raporlar hazırlattılar. Konu etrafında birkaç yazı yazanlara sipariş verme rehavetine kapılan ve böylece ulusal sorumluluk bilinciyle hareket ettiğini düşünen ve vicdanını rahatlatan bu kurumlar ne kadar hayırlı işler yaptıklarını böbürlene böbürlene anlatıp mensuplarını da övünce gark ettiler.

Türkiye PKK’nın silah bırakma sürecini iki günlük bir MİT operasyonuyla halledebilecekken bütün kurum ve kuruluşlarıyla, tv kanalları ve gazeteleriyle, iş dünyasıyla sorunu çözme yerine konuşma hastalığına duçar oldu.

Yerli Raporların Bileşkesi

Gazi Üniversitesi’nden Hüseyin Yayman bugüne kadar yazılmış Kürt raporlarını toplayarak kendince bir değerlendirme yaptı. Yayman, dostum olmasına rağmen nedense benim Kürt Sorunu ile ilgili çalışmamı değerlendirmeye almadı. Yayman topladığı raporların sonunda sürece dayanak olabilecek çıkarsamalarda da bulundu. Yayman’ın görüşleri aynı zamanda SETA Vakfı’nın da görüşleri sayıldı. Buna göre; Osmanlı’dan tevarüs eden ve gün geçtikçe de içinden çıkılmayan ismi üzerinde bile mutabakata varılamayan Kürt meselesine dair Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana yazılmış gizli açık tüm belgeleri Şark Meselesinden Demokratik Açılıma: Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası*isimli kitabında bir araya getiren Yayman, devlet belgelerinden partilerin çalışmalarına kadar bir kısım literatürü tek tek inceleyerek bir hafıza tazelemesi sonucunda şu kanıya ulaşmış: “Bir anlamda yakın dönem Türkiye tarihi soruna isim verme arayışıyla geçmiştir.” Elbette bu tesbiti yapmak da önemli fakat yaratıcı bir çözümleme ne yazık ki Yayman’da da göremiyoruz. Bütün akademisyenlerimize musallat olan gazetecilik özentisi yaratıcı entelektüalizm ile fikir üretme yerine durum tesbiti ve göze görünen yuvarlaklıkları kağıda geçirme kolaycılığına hemen her her arkadaşımı sarmalamış durumda ne yazık ki… Yine de Yayman Doğu Ergil’in ondan bundan derleme Doğu Raporu’ndaki kolaycılık üstüne daha emek harcamış sayılabilir. Yayman, raporunda önceki raporlar üzerinden şu üç problematiğin altını çiziyor:

Aktörler/Özneler: Bu metinler kimler tarafından yazılmıştır ve yazanların siyasal ve ideolojik konumlanışları nelerdir?

Yazılan dönem: Metinlerin yazıldığı dönemin siyasal ve toplumsal iklimi nasıldır?

İçerik analizi: Bu metinlerde “sorun” nasıl tanımlanmaktadır ve “çözüm” konusunda neler önerilmektedir?

Bu üç adımın sonunda, Türkiye’nin Kürt meselesinde iki temel paradigmasının olduğunu ifade eden Yayman’a göre bunlardan birincisi güvenlikçi yaklaşımdır. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren başlayan ve 2000’lerde dalga değiştiren bu yaklaşım, meseleyi bir asayiş sorunu olarak ele alır ve çözümü de askerî-güvenlik tedbirlerinde görür. Yayman’a göre ilk rapor, 1925 Şeyh Said İsyanı’ndan sonra dönemin Meclis Başkanı Abdülhâlık Renda ve Dâhiliye Nâzırı Cemil Uybadın tarafından hazırlanır ve bu, devletin ilk resmî Kürt siyasetini oluşturur. Şark Islahat Planı’nın ön tezlerini ve temel referanslarını da teşkil eden bu ilk raporlar, neredeyse devletin 2000 yılına kadar olan politikasının özünü teşkil eder. 2000 sonrasında Kürt sorunu ile ilgili raporların devlet aygıtının dışında oluştuğu varsayımına dayanan bu görüşe göre güvenlikçi politikalar gözümüze perde indirmiş sayılmaktadır. Şark Islahat Planı’nın 2000’lere kadar devletin resmî Kürt politikasını belirlediğini vurgulayan Yayman, hükümetler ve dönemler değişse de aynı planın uygulandığını belirtiyor. Son dönem MİT merkezli politikaların AK Parti eliyle yürürlüğe konması sanki devlet aygıtının güvenlik stratejisinin bir parçası değilmiş gibi…

1925 Şark Islahat Planı’ndan sonra Güneydoğu’da yahut raporun ifadesiyle Kürt bölgesinde üç tane Genel Müfettişlik açılır: İlki 1927’de Diyarbakır merkezde, diğer ikisi ise Dersim (Tunceli) ve Erzurum’da açılan bu müfettişlikler devlete rapor hazırlayıp dururlar. Güneydoğu’ya gönderilen genel müfettişlerin, valilerin, mülkiye müfettişlerinin yanı sıra Genelkurmay Başkanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı düzeyinde de raporlar ve İsmet İnönü, Celal Bayar ve Fevzi Çakmak gibi üst düzey devlet adamlarının da raporlar hazırladıklarını söyleyen Yayman, rapor yazmanın 1930’larda hızlandığını tespit etmiş ve bu raporların ana temalarını üçlü bir sınıflandırmaya tâbi tutarak şöyle iddiada bulunmuş:

1. İnkâr: Kürt yoktur, onlar asıl olarak Türk’tür.

2. Asimilasyon/Türkleştirme:“Kendini Kürt zannedenler”i Türk olduklarına ikna etmek gerekir.

3. İskân: “Kendini Kürt zannedenler”i Türk bölgelerinde iskân etmek lazımdır.
Yayman’a göre sorunun tanımlanması ve içeriği eksik ve problemli olduğu gibi, bu sorundan kaynaklanan istatistikî veriler dahi karartıldı. Son otuz yılda PKK ile savaşın neden olduğu can kaybı, boşaltılan köy sayısı ve “faili meçhuller” bile net değil. Bütün bunları göz önüne alarak Yayman şöyle bir iddiada bulundu: “Devletin bir Kürt siyaseti yoktur.” “Siyasetsizlik” derken konjonktürel, mevsimsel ve birtakım taktik adımlar atılmasını kasteden Yayman, bu yaklaşımın sorunu daha da katmerleştirdiğini ve devletin bu siyasetsizliğinin PKK’nın daha fazla taban bulmasını sağladığını ifade etti.

Özellikle PKK’nın çıkışı ve güçlenmesi ile birlikte artık Kürt sorununun yönetilemez olduğunun anlaşıldığını aktaran Yayman, Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin (SHP) hazırladığı raporlarda (1989) “Kürt sorunu bir insan hakları ihlali ve demokrasi eksikliği sorunudur” şeklinde bir yaklaşım geliştirilmeye çalışıldığını ifade etti. Yayman’a göre 1990’ların sonu itibarıyla resmî siyaset değişim gösterdi ve devlet, sorunu silahla değil demokratikleşme hamleleriyle çözmeye çabaladı. “2000’li yıllarda gelen ‘demokratikleşme’ ile beraber neden hâlâ sorun çözülmüyor ve Kürt bölgesindeki tansiyon düşmüyor?” sorusuna Yayman dört aşamalı bir cevap verdi:

1.  Gecikme, zamanında yapılmayan iyileştirmelerin ve atılmayan adımların beklenen faydayı sağlamaması;
2.  Muhataplık sorunu, sorunu esas muhataplarıyla çözmeye çalışmamak;
3.  Milliyetçilik meselesi
4.  Siyasetteki müteredditlik, devletin net bir Kürt siyasetinin olmaması…

Küçük ve güzel tasnifleme Yayman’ı son dönem âkil adamlar listesine koymaya yetti. Kürt sorunu üzerine gerçekten dengeli ve Kürtleri de hoşnut eden raporlar listesinde şimdilik birinci sırayı işgal eden Yayman’ın değerlendirmeleri ne yazık ki yine konjonktürel kalıyor ve AKP iktidarını masum ve tutarlı göstermeye çabalıyor. 2000 yılını milat vermesi bunun en açık kanıtı… Öyle ya 2000 yılı AKP’nin iktidara geldiği yıl. Oysa ki 2000 yılından günümüze devletin ve paralelindeki iktidarın Kürt sorunu ile ilgili yaklaşımları – politikaları çeşitlilik arz etmektedir. Daha dün örgütü tamamen dışlayan bir politikadan örgütü muhatap alan politika arasında bir siyasal akım ahlakı bakımından tutarsızlık vardır. Fakat devlet, arka devlet, derin devlet ve MİT uygulamaları bakımından örgütle ilişkilerin 1980 darbesinden bu yana benzer git-gellerle sürdürüldüğünü bilmeyen yok. 2000 yılından bugüne de benzer politikalar uygulandı. 2012 yılında örgütün tamamen sindirildiğini ileri süren siyaset adamları ve bürokratlar yanında gazeteciler bile vardı. Bugün örgütle pazarlığı kutsayan gazetecilerin hemen tamamı o gün de örgütün defterinin dürüldüğünü böbürlene böbürlene anlattıklarına şahit olduk.  Aslında Yayman’ın yazdıkları da herhalde yüz yıl sonra kendi eleştirdiği raporlar arasında anılmaktan kurtulamayacak.

Yeni Şeyler Söylemek Lâzım da

2007 yılında yayınladığımız bu kitabın birinci baskısı tamamiyle Mümtaz’er Türöne’nin ve Şükrü Hanioğlu’nun Zaman gazetesindeki Kürt sorununun çözümüne ilişkin kolaycılılıklarına bir cevap mahiyetinde idi.

İster istemez şimdi bu iki akademisyenin dışında kalem oynatan diğer akademisyenlerin ve çoğunlukla da gazetecilerin raporlarını değerlendiriyoruz. Ancak görünen o ki her geçen zamana nispetle seviye daha da düşmekte sorunun çözümü için İngiliz-Yahudi medeniyetinin bölgeye biçtiği yeni sınır çizme hevesinin ötesinde bir sonuca erişilmemektedir. Ara sahneler demokratikleşme, yeni anayasa yazımı ve askeri vesayetin kaldırılması dönemine denk düşürülerek iç politika konusu gibi vurgulansa da aslında BOP’a yardımcı olacak bir ivme kazanmaktadır. Bu da Kürtlerin en tabii hakları ve milliyetlerinin idamesi için aslında tehdit oluşturmaktadır. Kürtler yine devlet aygıtı ve onun ayıyla aynı yatağa girme zorunluluğunun ortaya çıkardığı global/bölgesel ve yerel strateji ve taktiklere alet edilmektedir. Kürtler yine TC tarafından kandırılmaktadır.

Örgütün ve devletin global statüko ile münasebetleri ikisi arasında derin münasebetlerin gelişmesine yol açmaktadır. Zaten 12 Eylül yönetiminin bir ürünü olarak gelişen PKK inisiyatifi bu açıdan 80 sonrası devlet aygıtının vazgeçilmez aparatıdır ve ne vakit örgüt zayıflasa onu tekrar dirilten bir strateji mutlaka gündeme getirilmektedir.  Global statüko ile 80 sonrası devlet aygıtının geçici ittifakında gerek Kürtlerin temsili bakımından gerekse bölgeye yönelik politikaların ihyası bakımından alternatif projelere hep duyarsız kalınmıştır.

GAP gibi devasa proje bile layıkı veçhile değerlendirilmemiş, bütün Türk tarihinin bu en büyük iftihar vesilesi ne yazık ki “Kürtlerin özellikle geri bıraktırıldığı” iddiasının günümüzde bile ileri sürülmesine fırsat verecek biçimde hem ekonomik kalkınma hem de sosyal entegrasyon ve sosyal kalkınma açısından değerlendirilmemiştir.

2007 yılından sonra sayıları hayli kabarık olan Kürt raporlarını incelediğimiz zaman hepsinin ortak bir arka-planı olduğunu görüyoruz. Bu da bizi bu arka-planın iletişimsel eylem kuramları açısından kaynağını merak etmemizi sağlıyor. Hangi ana kaynak bu raportörleri heyecanlandırmış ya da görevlendirmiştir?

2007 gerçekten de bir evrimle dönemidir. Sayın Başbakan’ın handiyse idamı bile geri getirme söylemleri arasında bir yandan bürokratların bir kısmı İmralı ile görüşüp pazarlıkları yaparken, bir yanda da Oslo süreci işletiliyordu. Fakat aynı zamanda ABD eksenli global statüko yeni bir sürecin başlatılabileceğinin işaretlerini veriyordu.

Burada David Philips, Henri Barkey ve Cengiz Çandar gibi üç silahşorun rollerini yabana atmamak gerekiyor.

Çandarlı Raporu

Aslında Cengiz Çandar’ın Kürt sorunu etrafında sözü dinlenen ve yazacakları merak edilen bir gazeteci olması kadar tabii bir şey yoktur. Zira kendisi Apo’yu en çok ziyaret eden gazeteci olduğu kadar ABD politikalarının ve istihbaratlarının da izleyici olması bu görüşümüzü haklı çıkarmaktadır. Ayrıca Kürt sorunu ile ilgili çalışma yapan Henry Barkey ile bir zamanlar TRT yorumculuğunda arkadaşlığı uzak Batı’nın planları hakkında bize fikir verebilir.

Cengiz Çandar TESEV adlı kuruluş için bir rapor hazırladı.  Cengiz Çandar’ın hazırladığı ‘Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır? Kürt Sorunu’nun Şiddetten Arındırılması’ raporu da yine çeşitli insanların izlenimlerini kapsıyor. Cumhurbaşkanından bakanlara, üst düzey bürokratlardan, Kürt aydınlara kadar onlarca farklı kişiyle konuşularak hazırlanan rapor için Çandar, Murat Karayılan ve yardımcıları Bozan Tekin ile Ronahi Serhat’la da bir görüşme yaptı. Raporda, Kürt sorununun çözüm noktasında Abdullah Öcalan görülürken, Türkiye hükümetinin çözüm için PKK olgusunu bir terör örgütü olarak değil, bir Kürt isyanı olarak değerlendirmesi gerektiği vurgulandı.
 
Terör mü Kürt İsyanı mı?

Raporda Öcalan ve Kürt Sorunu’nun iç içe geçtiğinin altı çizilirken, Irak Kürdistan Bölge Yönetimi’nin bir yetkilisinin ‘Kürt Sorunu’nu Öcalan ve PKK’dan ayırmak belki 10 yıl önce mümkündü ama artık değil’ sözlerine yer verildi. Çandar’ın da en dahiyane buluşu teröriste isyancı dememiz gerektiği üstünde yoğunlaşıyor. “PKK olgusunu terörizm, PKK’nın kendisini ‘terör örgütü’ ve mensuplarını ‘teröristler’ olarak tanımlamak yerine durumu bir ‘Kürt isyanı’ olarak tanımlamak gerekiyor.  Cengiz Çandar ile Henri Barkey’in derin münasebetleri göz önüne alınınca Çandar’ın CIA raporları paralelinde bir çözümlemeye yönelmesinden daha tabii bir sonuç olmazdı.

Hükümetin PKK’yı bir Kürt isyanı olarak değerlendirmesi çözüm için ilk ve en önemli adımdır” denilen rapor, sürece katkı sağlayan koronun popüler bir gazeteci ile sesini yükseltmesinden başka bir şey değildi.

Sırada özerklik var: demokratik özerklik…

Örgütün askeri ve siyasi kanatlarının hemen hepsinde bağımsız Kürdistan yerine demokratik haklar söyleminin ön plana geçirilmesi ve karşı tarafa –devlet, Türkler, diğer siyasi kesimler- “bakınız bölünmeyi biz de istemiyoruz, makul olan sadece demokratik özerklik’tir” kanaatine rıza gösterilmesi gerektiğinin hatırlatılması bir ortak davranış kodu olarak oturmuşa benziyor.  Rapor, bunun bir siyasi karar kurultayından sonra alınmış bir karar olduğunu vurgulamaya çalışıyor.

PKK’nın siyasi hedeflerinin 2001’den sonra da ‘özerklik’ yönünde bir değişiklik gösterdiğinin altı çizilen raporda, Karayılan’ın, “Amacımızı demokratik Türkiye-Özerk Kürdistan sloganı ile ilan ediyoruz. Demokratik özerklik, Türk ordusunun Kürdistan’da üslenmesine karşı da değildir” sözlerine de yer veriliyor.

Raporda Öcalan’ın Kürt halkı üzerindeki etkisi üzerinde durulurken, “İzleyicileri üzerinde sahip olduğu ve pek az siyasi lidere nasip olabilecek gücünün kaynaklarının doğru teşhisi, Kürt Sorunu’na çözümün ve bu çözümün ayrılmaz bir parçası haline dönüşmüş olan ‘dağdan iniş’in ve PKK’nın silahlarını nihai olarak bırakmasının da önünü açacaktır” denildi.

Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi’nin Genel Sekreteri Mesut Tek’in “Kürt siyasi geleneğinde kim dağda ise halk onun altında toplanır. Dağı tutan, dağa çıkan siyasi hareketi de denetler” sözlerine vurgu yapılarak, “Öcalan’ın çözüm konusunda tatmin olmadığı sürece neden ‘dağ kozu’nu sıkı sıkıya tutmaya devam ettiğini anlatmaktadır” yorumu yapılıyor.

Öcalan’ın merkezi rolünün Türkiye tarafından zimmen de olsa kabul edildiği belirtilen raporda, Irak Kürt yönetiminden bir kişinin, “Öcalan bir Mandela değil. Bütün dünya ve tüm Kürtler arkasında değil. Müzakereye güçlü konumdan değil, zayıf konumdan oturacak. Sorunu bu özelliğini dikkate alarak, onunla müzakere ederek çözmek mümkün” sözlerine yer veriliyor.

Raporda, Türkiye demokratikleştiği, hukuki sisteminin yenilendiği ve sivil otoritenin sağlam biçimde ülkenin yönetimine yerleşmesi durumunda, askerlerin Öcalan ve PKK konusunda karar verme ağırlıklarının azalacağı belirtildi. Öcalan’ın askeri devlet olarak gördüğünün belirtildiği raporda, PKK çevresinden bir kişinin, “Onun nezdinde bir çavuşun, bir astsubayın bile neredeyse bir bakandan daha fazla önemi var” sözlerine yer verildi.

Rapordaki “öneriler” başlığında ise Öcalan’ın 2009’da sunduğu ve halen devletin elinde bulunan yol haritasının yanı sıra, devletin Kürt Sorunu’nun çözümü için bir yol haritasının bulunduğunun altı çizilirken, 12 Haziran seçimlerinden sonra yeni anayasa çalışmalarıyla birlikte önü açılacak yeni süreçte bu haritaların raflardan indirilmesi gerektiği belirtiliyor. Taraflar arasında bir güven ortamının yaratılması ve bunun için de KCK davasının düşürülmesi, tutuklularının serbest kalması, davanın düşürülmesi ve yasal zeminde siyaset yapmaları için önlerinin açılması, TCK ve Terörle Mücadele Kanunu’nda değişiklikler yapılması, Öcalan’ın tutukluluk şartlarında yapılacak yeni bir düzenleme, dağdakiler için af uygulaması gibi maddeler sıralanıyor.

Pratik çözümler

Raporda pratik çözümler bölümünde de çözüm önerileri şöyle sıralanıyor; “İmralı’da Öcalan ile sürdürülen diyalog sorunu nihai olarak çözme amacına yönelik müzakereye dönüşmeli. Müzakere sürecinde PKK’nın bölünmesi ya da zayıflatılması taktikleri üzerinde yoğunlaşmaktan kaçınılmalı. Öcalan’ın örgütsel bütünlüğe sahip bir PKK üzerindeki otoritesini dağdan inişe yöneltecek mekanizmaların kurulması üzerinde durulmalı.”

Öcalan’ın örgüt üzerindeki inisiyatifini artırmak ve böylece İmralı’da yatan biriyle devlet açısından pazarlığın daha rahat olabileceğine dair kurgu hem dışarıda hazırlananlar, hem de Çandar’ın raporunda ortak bir nokta olarak neredeyse Kürt sorunu üzerine çözüm önerilerini sıralamak için masaya oturulduğunda ilk akla gelen temel nokta olmuştur artık.
Geriye kalan iş ise Apo’nun elini güçlendirmek, örgüt üzerindeki inisiyatifini artırmasına destek olmak, haberleşmesini kolaylaştırmak, iç ve dış kamuoyunda siyasi ve askeri kanadı hâlâ yönetebildiğine dair kanaati yerleştirmek olmaktadır. Böylece devlet Apo ile pazarlık sürecine girecek, bu pazarlık gizli açık bir süreç yönetiminin parçası olacaktır. 

Doğudan Batıdan Kürt Forumları

Mazlum-Der de Kürt sorunu üzerinde mesai ayırmış sivil toplum kuruluşlarından birisi.  Hatta bu kuruluş herkesten evvel soruna parmak bastığı iddiasındadır.

Bu örgüt tarafından birincisi 1992 yılında Ankara’da düzenlenen Kürt Forumu’nun ikincisi, 17-18 Kasım 2012 tarihlerinde, İslami camianın farklı kesimlerinden temsilcilerin katılımıyla, İznik’te gerçekleştirilmiştir.

Mazlum Der’in forumlarının özeti bizzat yine dernek tarafından şöyle özetlenmektedir: “Forum boyunca genel olarak; anadilde eğitim, temsilde adalet, yönetimde adem-i merkeziyet, sorunun travmatik etkilere neden olan boyutları ve Kürt meselesinin ulusal sınırları aşan bir Kürdistan meselesi olduğu üzerinde durulmuş, aşağıdaki hususların kamuoyunun dikkatine sunulmasına karar verilmiştir.”

1. İslam kardeşliğinin birinci şartı eşitlik ve adalettir. Kürtler, nasıl ki insanlık ailesinin eşit bir unsuru ise aynı şekilde İslam milletinin de eşit bir unsurudur.

2. Kürt meselesi, Kürtler ve ülkedeki diğer kesimler için bir travmaya dönüşmüştür. Psikolojik ayrışmayı derinleştiren bu travmanın ortadan kaldırılması adına devlet, kısıtlanan, engellenen ve gasp edilen bütün hakları iade etmeli ve başta Kürtler olmak üzere bütün mağdurlardan resmi özür dilemelidir.

3. Şiddet, sorunun çözümü önündeki en temel engellerdendir. Ancak, şiddetin devam ediyor olması gasp edilen temel hak ve özgürlüklerin iade edilmemesinin gerekçesi olamaz.

4. Devlet, bütün kurum ve yasalarıyla, etnik çağrışım yapan vurgulardan arındırılmalıdır.

5. Eşitlik ve adalet bağlamında en büyük sorun olarak karşımızda duran anadilde eğitim ve kamu hizmetlerine anadilde erişimin sağlanması herkesin en doğal hakkıdır. Kamu otoritesi bu hakkın kullanımı için düzenlemeler yapmak ve gerekli şartları tesis etmekle mükelleftir.

6. Değiştirilen bütün bölge ve yer isimleri iade edilmelidir.

7. Üniter ulus devlet yapısı kutsal değildir. Kürt meselesinin çözümünde, ‘üretilmiş kutsalların’ insan hayatından önemli olmadığı gerçeği dikkate alınarak, bütün siyasi ve idari alternatif modeller tartışılabilmelidir.

8. Mevzuat, ceza yargılaması ve infaz sisteminin bir baskı ve sindirme aracı olarak kullanılmasına son verilmelidir. 

9. Kürt meselesinin eşitlik ve adalet temelinde çözümü için bugüne kadar yapılan ve bundan sonra yapılması gereken bütün düzenlemeler anayasal/yasal güvence altına alınmalıdır.

10. Kürt meselesi bağlamında yaşanan ihlal ve zulümlerin tespiti ve tazmini için bağımsız ve icrai yetkisi olan bir komisyon oluşturulmalıdır.

11. Son yıllarda atılan olumlu adımların ve sıraladığımız bütün bu hususların kalıcı olabilmesi için sistemin etnik temele dayalı kurucu paradigması, hak ve adalet ekseninde yeniden düzenlenmelidir.

12. Anayasa çalışması tüm kesimlerin taleplerine cevap verecek yeni bir toplumsal sözleşme olarak ele alınmalı ve bir an önce sonuçlandırılmalıdır.

13. Sorunun mağduru olarak özgürlük ve haklarından mahrum bırakılmış kişilerin siyasi ve sosyal yaşama katılımlarının önünü açacak yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
17-18 Kasım 2012 tarihlerinde İznik’te gerçekleştirilen bu toplantı ile Mazlum-Der’de koroya kapılmış oluyor.

Asıl Kaynak

2007 yılından itibaren yani ABD’nin sürece yeni bir ivme katmasından sonra hemen belli sivil toplum kuruluşları ve kendine vazife ittihaz eden bazı kişiler paralel raporlar döşemeye başladılar.

Amerikan uzman Henri Barkey aynı yıl içinde Cengiz Çandar ile birlikte TRT’de bu ivmenin ilk işaretlerini verdiler aslında…  O zamanki TRT Yönetim Kurulu Henri Barkey ile Cengiz Çandar’ı TRT’den uzaklaştırmıştı ama geçen zamanla o Yönetim Kurulu TRT’den uzaklaştırıldı.

 “Kürdistan’da çatışmayı önlemek” başlıklı raporu ile Henri Barkey Türkiye’de icad edilen ortak aklı ya da yeni devlet aklı dedikleri yeni psikolojik harekat doğrultusunda ABD hükümetine ve CIA’ya öneriler sunuyordu sözde. Bu da gerçekte Atlantik ötesinden süreç için düğmeye basıldığının kanıtı olsa gerekti.

Yine bir başka ABD’li uzman Amerikan Dışişleri Bakanlığı ve Birleşmiş Milletler örgütünde üst düzey yönetici olarak görev yapan Prof David Phillips, aynı zamanda New York ve Columbia üniversitelerinde de öğretim üyesidir. Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar, u

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!