Zor bir yazıya niyetlendim. Duygularım aklıma mı ya da feraset ile hissiyatım mı birbirine galebe çalıyor bilemiyorum.
Bir haftadır dünya nimeti adına en büyük varlığım dediğim ve 15 yıldır felcinden kalbine, tansiyonundan diyalizine kadar envai çeşit hastalıklarla ”imtihan böyle olur” dercesine mücadele eden annemle hastane odalarında tefekkürdeyiz. Bu zaman zarfı içerisinde hem gelen gönül dostları ile hem de okumayı öğrendiğim günden beri beni hiç yalnız bırakmayan kitaplarımla yeniden yeni bir muhasebe yapma imkânı buldum.
Ülkemin ahvali içimin ahına feryatlar eklerken ülkümün hali de bir başka serencama kapı aralıyordu. Sivas’ta bir zamanlar şöyle bir söz karşılardı ziyaretçilerini:
Gidemediğin yer senin değildir.
Evet. Gidemedik ecdadımızın at sırtında medeniyet inkişaf ettirdiği diyarlara… Ne Ukbe bin Nafi gibi atımızı Atlas Okyanusu’na sürüp “Eğer önüme şu okyanus çıkmasaydı Ya Rabbi, adını ötelere de ulaştıracaktım” diyebildik. Ne de Tarık bin Ziyad’ın gemileri yaktıktan sonra “Arkanızda sizi yutmaya hazır düşmandan kavi bir okyanus, karşınızda azgın bir düşman var. Ya kaçıp zelil olusunuz ya savaşıp şehit olursunuz” diyerek Endülüs’ün temellerini attığını hatırladık.
Yavuzla Sina çölünü aştığımız günleri unutup, Yemen topraklarında “vatan toprağıdır” diye şehit düşenleri yâdımızdan silip daldık dünya denen mezellete…
Ara sıra yaptığımız dostlar alış verişte görsün kabilinden üç beş programla hem vatan kurtardık hem de kahraman olmaya kalktık. Zaten bir şeyler yapmaya kalkanlara, diğergamlıktan, vefadan, is’ardan dem vuranlara da “merak etmeyin biz sizin yerinize de düşünüyoruz” bilmişliği ile tavır aldık.
Turan dedik, Turan’dan bihaber olduk. Nizam-ı Alem dedik, alemden koptuk. İ’lay-i Kelimetullah dedik, alem-i İslam’ı unuttuk. Artık, Anadolu Türklüğü, Orta Asya Türklüğü gibi Batı Türklüğü diye bir topluluğun olduğunu göremedik.
Aslında rahmetli Bilge Lider’in atam Bilge Kağan’dan 21. Yüzyıla taşıdığı “Ey Türk titre ve kendine dön” sözünü şiar edinemedik kendimize… Belki Osman Yüksel’in titremesi gibi titredik ara sıra ama kendimize dönmek için ilim-iman-ahlak-ülkü meşalesine sarılamadık bir türlü…
Gidemedik bekleyenlerin göz yaşlarını silmeye. Musul -Kerkük kan ağlarken, Suriyeli Türkmenler soykırıma uğrarken, Karabağ kaçıncı ağıtını yakarken, Doğu Türkistan inim inim inlerken ulaşamadık pek çok yerde pek çok kardeşlerimizin yürekleri titreten çağrılarına…
Hatta hala etle tırnak dediğimiz ve bin yılı aşan kardeşliğimizi yeni bin yıllara taşımamız gerektiğine inandığımız Doğu ve Güney Doğu’daki kardeşlerimizi dinsiz, imansız ellerin pençesine bıraktık. Ve maalesef söylemeye dilim varmıyor ama gidemediğimiz yerin bizim olmaktan da çıkacağını unuttuk.
Bu kadar sitemden sonra canhıraş bir feryat ile 20 yıldır arşınladığım Anadolu toprakları adına ve imanım gibi inandığım ülküm adına yeniden haykırıyorum.
Yarın, yaşanacak bir vatan, adı tarihe şerefle geçmiş ve nice zaferlere imza atacağına inandığımız bir millet, nihayet Huzur-u İlahiye gönül rahatlığı ile çıkabilecek bir ad bırakmak istiyorsak genç kardeşim Yunus Kızıl’ın dediği gibi önce “Yeniden Büyük Türkiye’ye Doğru” Anadolu’yu bir baştan bir başa bir kez daha fethetmek gerekiyor. Bu fetih hareketi şüphesiz ki “gönül seferberliği” şeklinde olmalı ve gidilmedik tek mekan bırakılmamalıdır. Eğer biz emrolunduğu gibi dosdoğru olursak ve mesuliyet duygusu ile insanlarımıza ulaşırsak gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.
Öyleyse, sorumluluk sahipleri! Hadi harekete geçin. Şu koltuklarınızdan kalkıp bir iman şuuru ile inanmış ülkü erlerini de yanınıza alarak Allah rızası için bir muhabbet fedaisi edasıyla gönül seferberliğine çıkın.
Ne yazıyordu Sivas’ın girişinde?
Gidemediğin yer senin değildir.