Çarşamba günkü yazımızda ulus-devlet ile ilgili bazı küreselci ve bölücülerin düşüncelerini yazmıştık. Bugün kaldığımız yerden devam ediyoruz!
Davutoğlu, sıradan bir akademisyen olsaydı, görüşlerinin üzerinde durmaya gerek olmazdı. Ancak Ahmet Davutoğlu’nun Türkiye’nin Dışişleri Bakanı olması ve ABD endeksli, komşu ülkeler aleyhtarı bir dış politikanın yürütücüsü olması, işin boyutlarını değiştiriyor. Ayrıca Davutoğlu’nun üyesi olduğu kabinenin Başbakanının ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinin “eş başkanı” olduğunu açıklamış olması da, durumun vahametini ortaya koyuyor.
Düşürülen Türk uçağı için Suriye’yle, başa geçirilen çuval için ABD’yle, Mavi Marmara’da katledilen Türkiye vatandaşları için İsrail ile hesaplaşamayan Davutoğlu, ulusalcılıkla hesaplaşma hazırlıkları yapıyor.
Terör ülkeyi kan gölüne çevirmişken, anneler ağlarken, şehit cenazeleri yürek yakarken, Davutoğlu, terörle hesaplaşmak yerine “ulusculukla hesaplaşmanın zamanı” geldiği yönünde ferman irat ediyor.
Aynı zamanda bir akademisyen olan Davutoğlu’nun, ulusçuluğu(milliciliği) “ayrıştırıcı kültür” olarak nitelemesi, indirgemeci bir anlayışın tipik örneğidir. Unutmamak gerekir ki, yalnız “ulusçuluk” değil her türlü düşünce, inanç ya da ideoloji ayrıştırma aracı olarak kullanılabilir. Ancak “Haçlı Seferleri” konu edilerek dini inançlar, mezhep mücadeleleri esas alınarak inanma biçimleri, etnik kavgalar gerekçe gösterilerek ulusçuluk “ayrıştırıcı kültür” olarak ilan edilemez!
Varlığını bir milletin kimliği ve aidiyetleri ile ilişkilendirmeyenler için millilik (ulusçuluk) hesaplaşılması gereken bir olgu olabilir.
Milli egemenlik yerine, milletler arası kuruluşların egemenliğini koymayı amaçlayanlar, toplumların milli direncini kırmadan bunu başaramazlar. İlginçtir, ulusçulukla kavga edenler, bunu hep bir başka ülkenin ulusal çıkarları için yapmaktadır.
Milliyetçilikle, millilikle hesaplaşmak, küresel güçlerin bölge üzerindeki politikalarıyla uyumludur. Zira küresel güçlerin, arz üzerindeki egemenliklerinin etkisi, milli direnişlerin kırılma kapasitesiyle doğrudan ilişkilidir. Küresel güçlerin önü, ancak milli kültür aşılarak, milli devlet tarihe gömülerek ve nihayet milliyetçilikle hesaplaşılarak açılabilir.
Küresel pazarın sınırlarını genişletmek için, milli yapıların etnisite, evrensel dinlerin de mezhep ya da cemaat birimine indirgenerek küçültülmesi gerekir. Sınırlar yani gümrükler, uluslararası sistemin öngördüğü ölçüde gevşek ve geçirgen olmalıdır. Üniter yapılar bu sistemi destekleyecek hale getirilmelidir. Eski ABD Başkanı Clinton, bu gerçeği “Küreselleşme gevşek sınırlar ister, üniter devlet yapıları küreselleşmeye uygun değildir” diyerek ortaya koymuştur.
Amaç küresel odakların yönetiminde bir “dünya devleti” oluşturmaktır. Rockefeller, ABD Dış İlişkiler Konseyinde bu amaçlarını çok açık bir biçimde ifade etmiştir: “Bir dünya devleti oluşturduğumuzda, modern dünya daha mükemmel ve dengeli olacaktır. Halkların kendilerini yönetme hakları, dünya bankerleri ve entelektüel elitin otoritesi altına girecektir…/…Entelektüel bir seçkinin ve dünya bankacılarının ulusüstü egemenliği, geçmiş asırlarda uygulanan ulusal özdenetime kıyasla, kesinlikle daha makbuldür”.
Bush döneminin Dışişleri Bakan Yardımcılarından Fried, Türkiye’deki milliyetçiliğe yönelik olarak değerlendirme yaparken “Gururlu insanlar, milliyetçi olmaz, gururlu insanlar dünyaya açık olur” demişti. Salman Rushdie ise “Ben de aidiyet hissi ülkelere karşı değil, şehirlere karşı. Irkçılık, milliyetçilik, ötekine bakmayı bilmeyenleri cezbediyor” demişti.
Milliyetçiliğe bir ABD’linin ya da milliyetsizin böyle bakması makul görülebilir. Ancak bir milli devlet yetkilisinin kendini var eden bir gerçeğe saldırması makul değildir. “Önce Türkiye” denmesinden rahatsız olmak doğal bir durum değildir. ABD ya da küresel çıkarları, kendi ülkesinin çıkarlarının önüne koyanları makul görmek mümkün değildir.
Davutoğlu gibiler bugünün sorunlarına dünkü cevapları verenlerdir! Bugün karşı karşıya kalınan sorunlardan geçmişi sorumlu tutanlar Türkiye’nin bugünkü sorunlarının altından ezilenlerdir.