Mehmet Âkif’in sekülarist olduğuna dair bazı İslamcı aydınların yakıştırma mahiyetindeki yorumlarının elbette iler tutar tarafı yoktur. Âkif’in imanını sorgulamaya haddi olmayanların dua kavramını yanlış yorumlamalarından kaynaklanan bir bühtandır bu.
‘İlahiyat Fakülteleri’ ile ‘İmam Hatip Okulları’nı birbirine karıştıranların düştükleri açmaz gibi sözde muhafazakâr çevrelerin tabiat kurallarını adetullah ile zıt sanmalarından dolayı bu ülkede dinin doğru anlaşılması üzerine daha çok fırın ekmek yenmesi lazım geldiği ortada…
Dün Cuma hutbelerinde suyun öneminden bahsedildi ve yağmur duasına çıkıldı.
Yağmur duası haberi televizyonlarda görüldüğü sırada ülkenin birçok yerinde şimşek çaktı, gök gürledi, yağmurlar sağanak halinde topraklarımızın içini ısıttı.
Şüphesiz bazı imam efendiler sağanak halindeki yağmurları meteorolojiden duydular. Bazıları ise meteorolojiden habersiz duanın hikmetinden dem vurdular.
Âkif’in sekülarist olduğu iddiasının yağmur duası ile çok ilgisi var.
Bugünden bakıp Âkif’in sekülarist bir aydın olduğunu iddia eden bazı yazarlarımız oldu.
Gerçekte Âkif’in sosyalist bir ekonomi-politiğe sahip olduğunu söylemekten çok daha zorlama olan bu yakıştırma İslâm dinine de yapılan –belki de farkında olmadan yapılan- en büyük bühtandır. Buna göre İslâm dini hurafelerle mündemiçtir ve Adetullah ile tabiat kanunları arasında sanki hiçbir münasebet yoktur. Belki ‘Ortaçağ Avrupası’nın kilise despotizmi bilimi inkâr eden çıkışlarıyla ve içe kapanık müesses nizamı ile bizde de böylesi bir yakıştırmaya fırsat vermektedir.
Âkif’in seküler olduğuna dair hüküm verenler onun Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’daki Hasbıhallerine atıfta bulunmaktadırlar.
1911’de İstanbul’da kolera şiddetlenmiş ve salgına dönüşmüştü. Sırat-ı Müstakim’e gelen bir mektupta şu yazıyordu:
“Bir zamanlar memlekete kolera gibi, veba gibi müstevli bir hastalık gelince, fedakârlık yapılarak para ile hafızlar tutulur ve memleketin etrafı devrettirilirdi. Bugün İstanbul’da civar vilayetlerde koleradan epeyce telefat olduğu rivayet ediliyorken hiç böyle bir teşebbüste bulunmak kimsenin aklına gelmiyor. Sırat-ı Müstakim hükümete bu eski fakat dindarâne usulü ihya etmesini tavsiyede bulunsa büyük bir hayr işlemiş olur.”
Âkif’in bu mektuba verdiği karşılık:
“Evet böyle bir usul vardı, lakin hiçbir vakit dindarâne değil idi! Hükümet-i sabıka mevkiini tahkim için millete savlet eden felaketlerden bile istifade etmek isterdi yoksa, sâri hastalıklara karşı nizamat-ı sıhhıyeyi tamamiyle tatbikten başka bir tedbir olmayacağını pekâlâ bilirdi.
Yıldız’da yüksek sesle tilavet edilen Buhariler hastalığı defetmek için değil, sadedil halkın hissiyat-ı diniyesini okşayarak huluskâr bir padişaha ihlas celbetmek içindi. İyice bilmeliyiz ki gerek münferit gerek sâri ne kadar hastalık varsa izalesi için tebabetin tavsiye edeceği tahaffuzî, şifâî tedâbirlerden başka yapılacak bir şey yoktur.” [1]
Âkif’in özellikle Kastamonu vaazındaki duasını dinleyenler ve bu duayı bütün kuvayı milliye cephelerine broşürler halinde dağıtanlar gayet iyi bilirler ki; dua topyekün bir milletin hak ettiği bir halasın niyet halinde mücerretten müşahhasa kavramsal inşasıdır ve hak edilmemiş, haddini aşmış arzuların servisi değildir.
Nurettin Topçu duanın işte bu maşeri vicdan açısından kavramsal inşasını ne güzel ifade eder.
O yüzden Âkif’in duasını en iyi anlayanlardan biri Topçu’dur.
Âkif; aşıyı, tıb ilmini salık verdi diye sekülarist midir?
Elbette hayır!
Dinde ilim, irfan, tababet, biyoloji, tabiat kanunları, fizik, kimya yok mudur?
Din bütün bunların dışında bir mesleki taassubun kafes doktrini midir? Ma’sûm bir milletin kalbiyle oynama aracı mıdır?
Baraj seviyesi %16’lar seviyesine düştü. Kuraklık alarm veriyor. İklim değişikliğinin doğuracağı sonuçlar öteden beri konunun uzmanları tarafından tartışılıyor.
Su hayattır, her damlası kıymetlidir. Sadece bizim için değil bütün dünya için bu böyledir. Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’de “altınızdan su çekersek, sizi kim su verebilir?” diye buyuruyor. Altımızdan su çekiliyor. Bunun nasıl olduğu da bir başka ayetle açıklanıyor; ki, insana yapıp ettiğinden başkası yoktur.
Dolayısıyla kıt su kaynakları yönetimi üzerine çalışmalıyız. Peygamberine, Su Kasidesi ile naat işleyen bir su ve şiir medeniyetinden geliyoruz.
Sadece suyu çok kötü yönetmiyoruz, su kaynaklarını koruma ve geliştirmede beceriksiz davranmıyoruz; aynı zamanda atık su yönetimini layık-ı veçhile beceremiyoruz, sularımızı kirletiyoruz. Yani ki peygamberinin üzerine pisleyen bir haddi aşma ve üstelik bunu da idrak edememe felaketi ile karşı karşıyayız.
Karakoç ne güzel söylemiş:
“Sevgi dağ zirvesi, kin dipsiz kuyu
Karıştan kısadır hayatın boyu
Şayet kirletirse toprağı, suyu
Göğsünden vururum kendi gölgemi”
[1] Hasbihâl, Koleraya Dair, Sırat-ı Müstakim c 5, Sayı: 115, s 178, 4 Teşrinisani 1326