Yazar Alper Sezener, 2025 yılını sadece takvimsel bir bitiş değil, toplumsal bir duyarlılık eşiği olarak tanımlayarak yaşanan felaketlerin ve kayıpların kanıksanmasını eleştirmektedir. Metinde, doğal afetlerden siyasi baskılara kadar pek çok sarsıcı olayın artık birer arka plan gürültüsüne dönüştüğü ve bireylerin itiraz etmek yerine sessiz bir uyum sürecine girdiği vurgulanmaktadır. Sanat dünyasından yitirilen önemli isimlerin yarattığı boşluk hatırlatılırken, asıl tehlikenin kolektif bir vicdan yorgunluğu ve alışkanlık olduğu belirtilmektedir. Dönemin ruhunu yansıtan çeşitli sinema eserleri üzerinden, insanın sorumluluklarından kaçışı ve toplumsal suskunluğu derinlemesine analiz edilmektedir. Sonuç olarak kaynak, bu sürecin bizi daha olgun değil, aksine daha tepkisiz ve yabancılaşmış bir kimliğe sürüklediğini savunmaktadır.
Yılın son haftasına girerken takvim yaprakları değil, reflekslerimiz incelmiş durumda. 2025 bitiyor deniyor ama insanın içinde biten şeyle takvimdeki arasında tuhaf bir uyumsuzluk var. Sanki bir yılı değil de, sessizce bir eşiği geçtik.
Ocak Ayı’nın soğuk sabahında Kartalkaya’da 78 kişiyi yakan yangın vardı. Nisan’da İstanbul’u sarsan 6,2’lik deprem, sonra Ağustos’ta Balıkesir’de ardı arkası kesilmeyen sarsıntılar… Gazze’de on binlerce sivilin katledildiği çatışmalar, Ukrayna’nın dördüncü savaş yılına girmesi. ABD ve Çin arasında kızışan ticaret savaşları, küresel ekonominin sarsılışı. Gürcistan’da düşen uçakta 20 askerimiz, yangınlarda 11 orman işçimiz…
2025 yılı özellikle Türk sanat dünyası için kayıplarla dolu bir yıl oldu. Müzikten sinemaya, edebiyattan spora kadar pek çok alanda değerli isimler aramızdan ayrıldı. Ferdi Tayfur, Edip Akbayram, Volkan Konak, Filiz Akın, Osman Sınav, Selim İleri, Nihat Genç gibi Türk sanat ve düşünce dünyasına katkısı olmuş değerler yaşama veda ettiler. Dünya çapında tanınan bir primatolog, etolog ve bilim insanı olan efsane kadın Jane Goodall, Yabancı sinemanın kendine has üslubuna sahip yönetmeni David Lynch, sinemanın jön oyuncularından Robert Redford, Rock müziğinin efsane isimlerinden Ozzy Osborne yitirilen uluslararası değerlerdi.
Siyaset her zamanki gibi bu yıl da kirli ve bulanıktı. Adalet denilen erdem yerle yeksandı. İktidarlar katı ve acımasız; muhalifler mağdur ve etkisiz… Düşünce ve fikir özgürlüğünün içi boşaltılmış bir “halk” tanımı üzerinden kışkırtıcı bir şekilde vebalı bir paradigmaya dönüşmesi de cabası. Muhalif olmak riskli; ama yüksek sesle itiraz ve eleştiri, kitleleri her an galeyana getirme potansiyeli ile fişlenmeye götürecek kadar muğlak bir cendere. Ekranlarda yine çok bilenlerin itici suretleri ve “cehalet ne güzel, her şeyi biliyorsun” dedirten sığ, yanlı, bilgi, ahlak ve vicdan içermeyen tavırları önceki yılın bir kopyasıydı.
Kısaca, yaşanan her şeyin elbet doğal ya da uydurulmuş bir nedeni vardı ve üstelik ders çıkarılsa her biri bir dönüm noktası olabilirdi; ama hiçbiri olmadı. Çünkü artık felaketler, haksızlıklar, zulümler birer anlatı değil, arka plan gürültüsü. Bir şeylerin yanlış gittiğini biliyoruz ama “yanlış” da aşındı; sıradanlaştı. 2025’in bize öğrettiği belki de en tehlikeli şey buydu: alışmanın konforu.
Bu yıl, birkaç cesur kahraman dışında kimse büyük laflar etmedi aslında. Herkes küçük cümlelerle çekildi kenara. “Yapacak bir şey yok”, “şartlar böyle”, “benlik değil”… Bu cümleler bir savunma değil, bir yaşam biçimi hâline geldi. İtirazlar yoruldu, öfkeler içe döndü, umut daha uygun bir zamana ertelendi.
Eşiği geçiren şey tek bir olay değildi. Bir sabah uyanıp “tamam, bundan sonra böyle” demedik. Daha çok küçük vazgeçişlerdi: konuşmamayı seçtiğimiz toplantılar, görmezden geldiğimiz adaletsizlikler, “sonra bakarım” dediğimiz hayatlar… Hepsi üst üste binerek bizi bugüne getirdi. Geri dönüp bakınca yol belli; yürürken fark edilmedi.

Bu eşikte tuhaf bir ahlak da şekillendi. Kimse tamamen suçlu değil, kimse tamamen masum da değil. Herkes biraz yorgun, biraz haklı, biraz da suskun. Yüksek sesle konuşanlar kadar sessiz kalanlar da bu hikâyenin parçası. 2025 bize şunu acı bir netlikle gösterdi: kötülük her zaman bağırarak gelmiyor; bazen uyum sağlayarak ilerliyor.
Yılın sonunda insan kendine şu soruyu sormadan edemiyor: Daha mı güçsüzüz, yoksa sadece daha mı alışığız? Belki de mesele güç kaybı değil; duyarlılık kaybı. Çünkü duyarlılık yorucu bir şey; sürekli tetikte olmayı, sürekli rahatsız olmayı gerektiriyor. Oysa alışmak… Alışmak çok pratik.
Eşiği geçtikten sonra manzara pek değişmiyor aslında; değişen biziz. Aynı sokaklar, aynı yüzler, aynı cümleler… Ama artık daha az takılıyoruz ayrıntılara. Eskiden rahatsız eden şeyler “olağan”, eskiden sorgulananlar “gerçekçi” sayılıyor. Hayatta kalma refleksi, yavaş yavaş bir ahlaki pusulaya dönüşüyor.
2025’in en baskın ruh hâli neydi diye sorulsa, büyük ihtimalle “yorgunluk” denir. Fiziksel değil; zihinsel, ahlaki, duygusal bir yorgunluk. Sürekli pozisyon almaktan, sürekli açıklama yapmaktan, sürekli tetikte olmaktan yorulduk. Bu yorgunluk da beraberinde garip bir bilgelik maskesi getirdi: suskunluğu olgunluk, geri çekilmeyi akılcılık, mesafeyi erdem gibi sunan bir dil.
Ama suskunluk her zaman masum değil; hele ki sistematikleştiğinde daha da acımasız. 2025’te çok az şey yüksek sesle savunuldu; çok şey ise sessizce kabullenildi. “Benim alanım değil”, “benden beklenemez”, “önce kendi hayatım”… Bu cümleler birer mazeret değil artık, kolektif bir etik kod.
Bu yılın tuhaflığı şurada: Kimse kendi tekliğinde, bireysel olarak büyük bir kötülük yapmak zorunda kalmadı. Küçük uyumlar yeterli oldu. Küçük susmalar, küçük geri adımlar, küçük görmezden gelişler… Sonuç ise oldukça büyük oldu. Çünkü düzen dediğimiz şey çoğu zaman kahramanlar sayesinde değil, itiraz etmeyenler sayesinde ayakta kalır.
Fakat, kimse kendine bir pay biçmedi haliyle. Herkes, masumiyet ve mağduriyet zırhının ardında “öteki” olanı şeytanlaştırmayı tercih etti.
Bir de zaman meselesi var. Bu yıl zaman garip aktı. Günler hızlı geçti, yıllar ağırlaştı. Gelecek konuşulmadı; planlar kısa vadeye sıkıştı. Herkes “şimdilik” yaşamaya başladı. Şimdilik idare edelim, şimdilik ses çıkarmayalım, şimdilik böyle olsun… O “şimdilik”ler üst üste binince, geleceğin kendisi ertelenmiş bir ihtimale dönüştü.
Belki de eşiğin asıl anlamı burada yatıyor: Umudu kaybetmedik ama erteleme refleksi geliştirdik. Umut artık bir talep değil, kişisel bir teselli. Kolektif bir iddia olmaktan çıktı; içe dönük bir fısıltıya dönüştü. Kimse “olmalı” demiyor, herkes “keşke” diyor.
Yıl biterken geriye dönüp baktığımızda şunu kabul etmek zorundayız: 2025 bize ne olduğumuzu değil, neye dönüştüğümüzü gösterdi. Daha az şaşıran, daha az itiraz eden, daha çok uyum sağlayan bir hâl bu. Ne tamamen karanlık ne de umutlu; gri, kalın ve yapışkan bir ara hâl.
Belki de bu yüzden bu yazıyı büyük bir sonuç cümlesiyle bitirmek istemiyorum. Çünkü eşikler sonuç değil, geçiştir; ve geçişler çoğu zaman fark edilmeden olur. Asıl soru şu: Bu yeni hâlimizi “olgunluk” diye mi adlandıracağız, yoksa kaybedilmiş bir duyarlılık ve insaniyet olarak mı hatırlayacağız?
Bazen bir dönemi anlamak için istatistiklere değil, karanlıkta izlenen bir sahneye ihtiyaç vardır. 2025’in bu tuhaf yorgunluğunu, kolektif suskunluğunu ve içe dönük umutsuzluğunu en iyi yakalayan filmlerden bazılarına bakalım:
One Battle After Another (Savaş Üstüne Savaş, Yön: Paul Thomas Anderson), eski bir devrimcinin kızının kaçırılmasıyla yüzleşmek zorunda kaldığı geçmişi… Anderson’ın bu filmi tam da 2025’in sorusunu soruyor: Bir zamanlar inandığımız şeyler için hâlâ savaşabilir miyiz, yoksa o gemi çoktan kaçtı mı? Leonardo Di Caprio yine etkili oyunculuğu ile zirvede ama asıl alkışı kısa rolüyle devleşen Sean Penn hak ediyor.
Sinners (Günahkarlar, Yön: Ryan Coogler), İkiz kardeşlerin yeraltı dünyasından kaçıp “normal” bir hayat kurma çabasının beklenmedik bir kötülükle karşılaşması… Film, sürükleyici bir vampir filmi ama benzerlerinden ayrılan kendine has bir üslubu var. Geçmişten kaçmanın hiç de kolay olmadığını, bazen kötülüğün peşimizi bırakmadığını acımasızca gösteriyor.
Hamnet (Yön: Chloé Zhao), yüzeyde Shakespeare’le ilgili gibi duran ama aslında Shakespeare’in gölgesinde kalmış bir kaybın filmi. Büyük bir yazarın değil, bir çocuğun ölümü etrafında kurulu; daha doğrusu ölümden çok geride kalanların sessizliği üzerine bir anlatı. Film, Maggie O’Farrell’ın çok katmanlı romanından uyarlama ve Chloé Zhao’nun sinemasına çok yakışan bir yerden duruyor: doğa, zaman, yas ve görünmeyen bağlar.
Weapons (Silahlar, Yön: Zach Cregger), Bir kasabada aynı anda kaybolan 17 çocuğun sırrı… Korku ve gerilimin ötesinde, toplumsal paranoya, gözetim ve güven kaybının keskin bir portresi. 2025’in en rahatsız edici sorusunu soruyor: Kendi mahallemizdeki kötülüğü görmezden mi geliyoruz?
Frankenstein (Yön: Guillermo del Toro), Guillermo del Toro’nun on yıldır hayalini kurduğu Mary Shelley uyarlaması, yaratılış, sorumluluk ve ötekileştirme üzerine gotik bir meditasyon. Oscar Isaac ve Jacob Elordi’nin güçlü performansları, asıl canavarın kim olduğu sorusunu yeniden açıyor. Belki de 2025’in en önemli mesajı bu: Yarattıklarımızdan kaçamayız.
The Secret Agent (Gizli Ajan, Yön: Kleber Mendonça Filho), 1977 Brezilya’sında askeri diktatörlük yıllarının ortasında kaçak bir profesörün hikâyesi… Cannes’da en çok ödül alan film, geçmişten kaçmanın imkânsızlığını ve her köşede bekleyen tehlikeyi anlatıyor. Tam da 2025’teki gibi: Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışırken, düzen bizi sessizce kuşatıyor.
Train Dreams (Tren Düşleri, Yön: Clint Bentley), 20. yüzyıl başı Amerika’sında bir ağaç kesicisinin kayıp ve değişim dolu yaşamı… Joel Edgerton’ın muhteşem performansıyla, sıradan bir hayatın olağanüstü derinliğini keşfediyoruz. Film soruyor: Kayıplarımız bizi nasıl şekillendiriyor? 2025’te kaybettiklerimizden geriye ne kalacak?
Yan Yana (Yön: Mert Baykal), 2011 Fransız yapımı Can Dostum (Intouchables)’un Türkiye uyarlaması olan ve Türk sinemasının yılın en çok konuşulan yapımı. Felç kalan zengin bir adam ile onun bakıcısı olan genç adamın zıt dünyalardan gelen dostluğu… Haluk Bilginer ve Feyyaz Yiğit’in muhteşem uyumu, 2025’te hepimizin aradığı şeyi hatırlatıyor: Yan yana durmak, birbirimize tutunmak. Belki de bu eşikte asıl ihtiyacımız olan, büyük devrimlerin değil küçük dostlukların gücüydü.
Bu filmler 2025’in ruh hâlini yakalıyor çünkü hepsi aynı soruyu farklı biçimlerde soruyor: Yorgun olsak da, alışmış olsak da hâlâ değiştirebilir miyiz? Yoksa bu eşik bizi çoktan değiştirdi mi?
Üstüne düşünelim.