Zaman olur, bir adam sadece bir kişi değildir. Bir söz, yalnızca bir söz değil; bir nefes, bir milletin ciğerinden kopup gelen haykırıştır. İşte Ozan Arif, böyle biriydi. O, çağımızın Dede Korkut’uydu. Her mısrasında bir yürek çarpıntısı, her türküsünde bir milletin sızısı vardı. Onun sazı yalnızca telden değil; tarihten, inançtan ve yürekten ses verirdi.
Her çağın bir sesi vardır; bir kelâmı, bir hakikati haykıranı… Ve bazı sesler vardır ki çağların sınırlarını aşar; yalnız zamanlara değil, vicdanlara da mühür vurur. İşte Ozan Arif, böyle bir sestir. Türk milletinin acısını, sevincini, öfkesini, özlemini sazına ve sözüne yüklemiş bir çağın Dede Korkut’udur o. Hem ozan hem hatip hem muhalif hem yâren… Ve en çok da bir dava eri…
Doğu Karadeniz’in serin dağlarından yükselip Almanya’nın gurbet rüzgârlarında yankılanan bu ses, yalnızca bir insanın değil, bir milletin yazgısını dillendirdi. Kalemi, sözü, sazı; hem dostun neşesine hem de düşmanın korkusuna vesile oldu. Alucra’nın bağrından kopup “Turan”ın rüyasını gören bu adam, şiirleriyle, türküleriyle, destanlarıyla nice gönüllerde taht kurdu.
Zaman olur, bir adam sadece bir kişi değildir. Bir söz, yalnızca bir söz değil; bir nefes, bir milletin ciğerinden kopup gelen haykırıştır. İşte Ozan Arif, böyle biriydi. O, çağımızın Dede Korkut’uydu. Her mısrasında bir yürek çarpıntısı, her türküsünde bir milletin sızısı vardı. Onun sazı yalnızca telden değil; tarihten, inançtan ve yürekten ses verirdi.

Ozan Arif yalnızca bir şair değil, bir dava adamıydı. Her kelimesi hesapla değil, hissiyatla yoğrulmuştu. Ne söylediyse yürekten söyledi. Kimseye yaranmak için değil, hakikati savunmak için yaşadı. Ve bu yüzden, sustuğunda bile sözleri konuşmaya devam etti.
Geçen yıllar ne adını eskitebildi ne de bıraktığı izleri silebildi. Hakkında kurulan iftiralar, onu yıkmak yerine daha da yüceltti. Çünkü gerçek ozanlar tozla örtülmez; zaman onları parlatır.
Dile kolay. Bu yıllar yalnızca bir mahrumiyet değil, bir doğum sürecidir aslında. Gurbette yazdığı şiirlerde memleket hasretiyle yanarken, Avrupa’da yükselen ırkçılığı da sezmiş; “Neden şimdi bana düşman oldunuz?” dizesiyle hem Avrupalıya hem bize ayna tutmuştur.
Ozan Arif’in şiirleri yalnızca sanatsal değil, aynı zamanda tarihî birer vesikadır. 12 Eylül’ün karanlığını, işkence dolu C5’leri, 82 Anayasası’nın milletin geleceğine vurduğu zinciri şiirle belgelemiş; korkmadan, susmadan, eğilmeden yazmıştır. “Meydan sizin, onun bunun sözünü duyarsanız yazık olur vatana” diyen Ozan Arif, susturulmuş bir milletin haykıran sesiydi.
Aşık geleneğinde “ustalık”; sadece saz çalmak değil, zamanın ruhunu kavrayıp o ruha sözle şekil vermektir. İşte Arif ağabey, bu noktada kendi çağının “Kelile ve Dimne”si, “Dede Korkut”u, “Pir Sultan Abdal”ıydı.
Ozan Arif’le yollarımız birçok kez kesişti. Onunla yapılan her yolculuk, bir mektepti adeta. Yollar uzun, sohbetler derin olurdu onunla. Bir mola anında dönüp bana şöyle sormuştu:
“Alexis Carrel’in İnsan Denen Meçhul’ünü okudun mu evladım?”
“Okudum ağabey,” dedim.
Sanki içinden bir kapı açıldı o an. Sesi değişti, gözleri uzaklara daldı. O anı unutamam. Başladı anlatmaya hem kitaptan hem kendi ruhundan:
“Bak,” dedi, “Carrel diyor ya:
‘İnsan, sadece bilimle değil, ahlâkla da tamamlanmalı.’
Biz bilimi aldık, ama ahlâkı bir kenara koyduk.
Ne oldu sonra? Gelişmek değil, çürümek oldu netice.”
Sonra sesini biraz alçalttı. Belki de bu çağın en büyük hakikatini fısıldıyordu:
“İnsan ruhunun ihtiyacı teknoloji değil evladım… Merhamet.
Cesaret, adalet ve en çok da kendini bilme…”
Carrel’in insanı tanımlarken kullandığı o meşhur cümleyi hatırlattı:
“İnsan, kendi kendisinin meçhulüdür.”
“Biz de öyle olmadık mı evladım?
Kendi içimizi unuttuk.
Bastığımız toprağın değerini, taşıdığımız davanın yükünü…
Kendi özümüz meçhul oldu bize.”
Bugün elinizde tuttuğunuz bu iki ciltlik “Özel Seri” külliyat, yalnızca bir kitap değil; bir ömrün, bir duruşun ve bir destanın belgesidir. Oğlu Mehmet Alp’in öncülüğünde ve Tahtapod Medya ekibinin özverili çalışmasıyla hayat bulan bu eser, yalnızca şiirleri değil, aynı zamanda bir dönemin ruhunu da sayfalara taşımıştır.
Yayımlanmış ve yayımlanmamış şiirler, karakalem çizimler, yazılar… Her biri, Ozan Arif’in kaleminden süzülen hakikatin izlerini taşır. Bu külliyat, bir ozanın hayatına yalnızca dışarıdan bakan gözlerle değil; onun yüreğiyle ve inancıyla yazılmış bir roman gibi…
Ve evet, bu kitapta bir bölüm var ki adı “Hayal Kırıklığı”.
Ozan Arif’in aramızdan büyük bir kırgınlıkla ayrıldığını bilenler bilir. Bu kırgınlık, şahıslara değil; ilkelerin zedelenmesine, değerlerin örselenmesineydi. Onun yüreğindeki en büyük sancı, inandığı davanın istismarıydı. Bu kitap, gelecek nesillerin aynı hayal kırıklığını yaşamaması için yazıldı. Dostu düşmandan ayırabilen bir bilincin, sağlam bir hafızanın nişanesi olarak hazırlandı.
Bu büyük eserde emeği geçen herkese yürekten teşekkür borcumuz var.
Başta her satırda titizlikle çalışan, bu kıymetli külliyatın kurgusunu oluşturan ve mısralara saygıyla yaklaşan Tahtapod Medya ekibine; Okan Kilit’e, Ali Taş’a ve gönülden destek veren tüm dostlara sonsuz minnet…
Ayrıca, bu kıymetli külliyat Avrupa’da “Lünen Ülkü Ocakları 1986“ aracılığıyla da temin edilebilecek. Ocağımıza, bu hizmeti sunarak Ozan Arif’in sesini Avrupa Türklüğüyle yeniden buluşturan bu teşkilata da en derin şükranlarımızı sunuyoruz.

Son Söz
Güçlü yazan idi… Güçlü Ozan idi…
Anadolu’nun en ücra köşesinden, Avrupa’nın merkezine, Avustralya’nın ufuklarına kadar taşan bir hak sesi idi.
Bir gün gelecek…
Raflarda sararıp solsa da o ciltler,
Sözleri hâlâ taptaze kalacak.
Bu gök kubbede…
“Hoş bir seda” değil,
Bir haykırış olarak yankılanacak.
Ruhun şâd olsun Arif Ağabey…
Sözüne ve izine hürmetle…