Lütfü Şahsuvaroğlu
Lütfü Şahsuvaroğlu

Estim de Deli Rüzgâr -4

featured

Bazen de rüzgâr hep ters yönden eserdi. Kahır ikliminde olurdu bu daha çok. Dâvâ diye her şeylini fedâ edersin ama rüzgâr hep ters yönden eser ve yanlış uçağa binmişsindir. Öyle dâvâlardı ki; yoldaşları çoktu ama yoldan habersizdiler. Büyük laflar ve büyük tuzaklar…

Van Gogh, bir rüzgâr ressamıdır. A Wind Beaten Tree, (Rüzgârın vurduğu ağaç) tablosu ne kadar anlatılsa, yorumlansa azdır.

Rüzgârda sallanan direnen bir ağaç resmi henüz akıl hastanesine yatmadan evvelki yaşantısını tarif ediyor belki de…

Rüzgâr, Sinemayı da üfürmüştür, sallamıştır, kucaklamış, sarsmıştır.

Rüzgâr Gibi Geçti filmi bunların başında gelir. Bu film, Pulitzer ödülü de aldı.

Rüzgâra karşı kanatlarını açmış bir kadın figürü

Zafer tanrıçası bu…

MÖ 3. asırda 5,5 metre boyunda…

Heykeltıraşın Rodos kökenli olduğu düşünülmektedir.

Boticellyi’nin Venüs’ün Doğuşu tablosu unutulur mu? Rüzgârı bir güzelle ancak bu ressamın fırçaları doğru tanımlayabilir.

Rembrandt’ın göldeki fırtınayı anlatan tablosu da rüzgâr teması açısından en önde at koşturur.

Bir de Theodore Gericault Medusa tablosu elbet…

 

“Ah eden kimdir bu saat kuytuda

Sustu bülbüller hıyaban uykuda

Şimdi ay bir serv-i simindir suda

Esme ey bâd esme canan uykuda

 

Başka âşıklardan almışsan nefes

Başka yerden, başka vadilerden es

Doğmasın ruhunda ani bir heves

Esme ey can esme canan uykuda”

 

“Faruk Nafiz Çamlıbel’in bu şarkısında rüzgârın başka vadilerde esmesi talebi var zira o belki de başka âşıklardan nefes almış olmalı…” Usta şâir Yahya Kemal diyor bu sözleri, öyle herkesi methetmeyen biri olarak.

Rüzgârlı bir geceydi ve kaldığım otelin balkonundan sesini daha doğrusu senfonisini dinliyordum. Gerçekten çok çeşitli sesler vardı.

Lâ Havle adlı şiir kitabımda da yer alan şiirin altına Attila İlhan gibi not düşmüşüm:

Kardeş Kalemler’in Nisan 2008 sayısında yayımlandı. Basın İlan Kurumu Genel Kurulu için İstanbul’dayım. Akşam yemeği için dışarı çıkmaya üşendim. Yukarıdaki restoranda bir şeyler yiyeyim dedim. Pijamamın üstüne pantolon geçirmişim. Baktım restoranda yemekler çok pahalı. Kuruma yük olmak istemem. Portakal suyu ve salata istedim. Aslında aç değilim numarası… Bir kâğıt ve kalem rica ettim. Şair zannetsinler diye… Yazmaya da mecalim yok. Fotoğraf çekeyim dedim. Sadece gördüklerimi yazdım:

 

“İSTANBUL

 

Sana bir gece ışıkları arasından baktım

Kız Kulesinden, Topkapı Sarayından ışıklar

Yakamozları boğazın ruhuma süzülürken

Nice ümitsiz aşklar aklıma düştü birden

Gece sessiz ve derinden çağırıyordu

Çağrılar birbiri ardınca sıralanıyordu

Bütün yükseklikler teker teker alçalıyordu

Sana bir gece ışıkları arasından baktım

 

Göz kırpıyordu ne kadar pencere varsa

Ölüme ve yaşamaya dair hikâyeleriyle

Birbirini öldüren ve yaşatan insanların

Derin karanlığıyla suyun her iki yanından

Lacivert, kendinden emin şehre abanıyordu

Kubbeler üstündekileri toprağa yayıyordu

Alemler birer ilik gibi göğe açılıyordu

Göz kırpıyordu ne kadar pencere varsa

 

Bir bayrak dalgalanıyordu ortasından gecenin

Beyaz ve kırmızı süsü bütün lacivertlerin”

Gecenin rengi, Boğaz’ın çirkinleştirilmeğe çalışılan ama bir türlü becerilemeyen ve hep güzel kalan arka planı ve rüzgâr ile bayrağın sevişmesi…

Bazen de rüzgâr hep ters yönden eserdi. Kahır ikliminde olurdu bu daha çok. Dâvâ diye her şeylini fedâ edersin ama rüzgâr hep ters yönden eser ve yanlış uçağa binmişsindir. Öyle dâvâlardı ki; yoldaşları çoktu ama yoldan habersizdiler. Büyük laflar ve büyük tuzaklar…

 

SEFER SAYISIZ UÇAK

Bir uçağa bindim ki

Yoktu sefer sayısı

Menzilim na’malumdu

 

Kırıktı kanadı taşıyacak bulutun

Rüzgâr hep ters yönden eserdi

 

Öyle bir çift göze değdi ki gözlerim

Melâl ufkundan bakıyor sandım

Kıyametim oldu

 

Bir dâvâya kandım ki

Büyük iddiaları vardı

Ölüme meydan okuyanları

 

Yoldaşları vardı, yoldan habersiz

Büyük laflar, büyük tuzaklar vardı

 

Uğruna her şeyden geçtiğimiz prens

Bizi bir aşüfteyle aldattı

Gördüm, görüldüğünden utanmadı

 

Sığındığım limanların bozuktu ışıkları

Öylece karanlıkta kaldım

                        Bir alev topu gibi patladım

Kimse görmedi

            Çığlığım ağzıma tıkandı

                       

Farkında bile olmadı gözlerim

            Ağladığımın

 Bize bir hüzün bile kalmadı

 

Yoldan habersiz yoldaşlarla dolu davalardan bıkıp usandığında tarihe sarılırsın; tekrar Fatih ile surların önündesin kâh, kâh Alparslan’ın atının üzengisini sen bağlarsın, belli mi olur; uzanırsın Yesi’ye Yesevi’nin hikmetlerini dinlersin aynı kaba kaşığından sallarken… ve deli rüzgâr oluverirsin çilehanesinde…

 

YESEVİ KARŞISINDA[1]

 

Atam deyip bardım men

Görmek için cırları

Kaytıp gelip tabsardım

Gözümdeki yırları

 

Toyda açtım gözümü

Estimdeki düşümdü

Baylaşu sardı özümü

Yâri ilk görüşümdü

 

Sebep ne ayrılığa

Bu tarihi kim yazdı

Kim bolgan sayrılığa

İçinde o da yandı

 

Yesevi’ye bardım men

Kara yerge girdim men

Ruhu ruha kardım men

Yüz sürdüm divânına

 

Haber verdim Yunus’dan

Giz görmedim Janus’dan

Damlaydım okyanustan

Katsın meni yanına

 

Buharlandım gök boldum

Şanırakta bir koldum

Bütün üylere doldum

Nefes berdim canına

 

Katnaşuban ünlendim

Bir kez daha kün’lendim

Bir olup bütünlendim

Alperen irfânına

 

Yesevi’ye borcum bar

Kal’asında burcum bar

Seferinde hurcum bar

Katsın meni kanına

 

Gelsin erenler çağı

Güle bahşası bağı

Gel kuralım otağı

Dergâhının yanına

 

Ayttı dervişin biri

Gitsin nefsinin kiri

Girip toprağa diri

Şol sâyın hâtırına

 

Yaban verdi arakı

Yitti gözümün akı

Oldu kılıcım çakı

Düştüm nefsin ağına

 

Estinde deli rüzgâr

Gönlünde depreniş bar

Ah! Bugün zamanın dar

Dön diriliş çağına

 

Peşimde gölge gibi

Gezer uğruğun biri

Durduğum kaya dibi

Döner Tanrı Dağına

 

Ömrüm geçti kafeste

Sandım büyük hâdise

Bende sabır yoğ ise

Atsınlar zindanına

 

Görüp ata goğrünü

Yele açıp böğrünü

Atıp atın eğrini

Çık erenler katına

 

İbrahim sofrası bu

Sofraların ası bu

Yesevi çorbası bu

Düşür er kaşığına

 

Aşka düşen dolaşır

Hak rengine bulaşır

Gönlü Hakka ulaşır

Döner Hak âşığına

 

Rehberini doğru zeç

Anadan ve yârdan geç

Tasasız, vakur, güleç

Gir altmışüç yaşına

 

Koy zamanın cengini

Herkes bulsun dengini

Soyunun çelengini

Geçir kurdun boynuna

 

Geçti ömür hay huyla

Oylaştık şunla buyla

Ab-ı hayat suyuyla

Ulaş özge sâyına

 

Nevâi’den söz ayıt

Abay yoluna kayıt

Muhtar ol, özün ayırt

İt ürsün merdânına

 

Bürgüt kanatlı atın

Devşirsin saltanatın

Dokuz doğur bir batın

Dağıt dokuz boyuna

 

Toprak deniz dalgalı

Yiğit ulu kavgalı

Öndeki ak tolgalı

Kayıtsın otağına

 

Yel apardı obadan

Ayrı düştük atadan

Yarlıgasın Yaradan

Alsın ulu katına.

 

Devamı var

 

 


[1] Hoca Ahmet Yesevi’nin türbesini ziyaret ettiğimiz Dünya Yüzü Birinci Kazak Kurultayı sırasında yazıldı bu şiir… 1990’lı yılların başı… belki de Kazakistan’daki Türkçenin uluslararası Şiir Şöleninde… Kazakların neredeyse tamamı tamamını anladı.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!