“PYD-YPG’nin terör örgütü olduğunu kabul etmiyor Washington da, Rusya da.
‘Fırtına topları’nın susmasını istiyor iki güç de…
Şimdi sen de, yoksa Suudiler’le bir olup Kuzey Suriye’ye operasyon mu yapacaksın?
Aklını ekmek peynirle mi yedin?
Türkiye’yi nasıl bir maceranın, nasıl bir bataklığın beklediğini hâlâ göremiyor musun?
Akıl alır gibi değil.
Evet öyle.
Türkiye’nin 1990’lardaki Kuzey Irak operasyonları nasıl sonuçsuz kaldıysa, bundan da sonuç alamazsın.
Önce içine dön.
Kendi Kürtlerinle barış yap.
PKK ile masaya otur yine.
Unutma:
Kiminle savaşıyorsan, barış onunla yapılır.
Sonra da Suriye Kürtleriyle barış.”
Basındaki bazı çok bilmiş kalemler böyle yazıyorlar. Türkiye’yi tekrar terör örgütleriyle sonu gelmez iflah olmaz hiçbir işe yaramaz çözüm süreçlerine ve görüşmelere zorluyorlar.
Gözümüzün önünde İkinci İsrail’in kuruluşu gerçekleştiriliyor ve milleti enayi yerine koyarak Türkiye idarecilerini korkaklığın ve diğer her türlü zilletin hem muhatabı hem alevlendiricisi yapmaya soyunuyorlar. Cehennemlerine odun taşıyorlar.
Hasan Cemal yalnız değil. Aslında iktidardan nemalanan basın mensuplarının da en az yarısı lafı eveleyip geveleyip o noktaya getiriyorlar.
Ağızlarında aslında aynı bakla var.
“Savaşta kimler çatışıyor ve çatışmalar nasıl sonuçlanacak olursa olsun, toprak mülkiyetinin ve nüfus kompozisyonun savaş öncesi duruma dönmesi için uluslararası toplumun açıklama yapmasını ve taahhüt altına girmesini sağlamaya çalışabilir. Bu mümkün. Bu zamanımızda uluslararası ilişkilerde geçerli ilkelerden biri olan sınırların zorla değiştirilemezliği ilkesinin Suriye açısından hayata aktarılmasını kolaylaştırır.
Ayrıca, mülkiyet haritasının altüst olmasını ve toplumun dengesinin bozulmasını engeller. Savaşla mülkiyet kazanamayacağını ve nüfus tasfiyeleri yapamayacağını anlayan taraflar belki daha ölçülü ve insaflı olmaya çalışır. Böylece savaş bittikten sonra insanlar yerlerine yurtlarına dönebilir. Kaldıysa mallarına ve topraklarına tekrar sahip olabilir. Bu sayede yerleşim birimlerinin ve genel olarak ülkenin nüfus kompozisyonu fazla değişmemiş olarak kalabilir.
Bu ilkesel önerilerin elbette uluslararası hukukla, tapu ve nüfus kayıtlarıyla vb. ilgili birçok boyutu var. Ancak, bunlar altından kalkılamayacak meseleler değil. Hem Suriye içinde bulunan sivil toplum kuruluşlarından hem de uluslararası sivil toplum kuruluşlarından bu hususta destek alınabilir.
Bana öyle geliyor ki Türkiye bir taraftan bu yolu denemeli diğer taraftan da Batı ülkelerinin tavrı ne olursa olsun açık kapı politikasını korumalı. Hayatını kurtarmak için kaçan masum ve mazlum insanlara sınırlarını açık tutmalı. Bunu yaparsa, kısa vadede üstlenmek zorunda kalacağı sıkıntılar ne olursa olsun, uzun vadede hem kazançlı çıkacak hem de bir ahlâk ve insanlık sınavından başarıyla geçmiş olacaktır.”
Atilla Yayla yazıyor bunları. Demek istiyor ki; Türkiye’nin yapabileceği ne var? İşte bunlar… Teslim olsun. Savaş sonrasında çıkardığımız envanteri sunarız ilgililere…
Tarihte hiç böyle bir şey olmuş mu?
…Oral Çalışlar da ayrı bir fenomen…
Aman savaşmayalım telaşında…
Geçenlerde elektrik kesilmiş de, cep telefonunun şarjı bitmiş de…
Savaş çıkarsa ne yaparmış?..
Bazıları da baştan beri PYD ile birlikte olup ABD ve diğer global statüko ile keyif çatmanın kolaycılığına düşürmek istiyorlar kamuoyunu…
Her zamanki teslimiyet…
Ya öteden beri liberallerin gözüne girmek için kalem ve göbek oynatan sözde İslamcıların şaşkınlığına ne demeli…
Aslında gönülleri savaş karşıtı yazılar yazmak ve tekrar terör örgütüyle masaya oturmanın dayanılmaz hazzını yaşamak istiyor ama elden ne gelir, bir kere patronun psikolojisin yabana atılamaz, ikincisi de düşmana hörelenen sahipler hıncını dönüp kendilerinden alabilirler.
Dolayısıyla yandaş ve yanaşma basının bombalamayı onaylayıp ondan ötesine hiçbir şey yapmamak gerektiği yolundaki ürkekliğini de anlamak mümkün değil.
Türkiye aydınının bilmediği ya da bilmezlikten geldiği bir gerçek var.
O da el’an savaşta olduğumuz.
Öteden beri bir savaşın içindeyiz.
Yoksa hâlâ fark etmediniz mi?
Bir yılı aşkın bir zamandır yazıyoruz. Obama ile Putin’in anlaştığından ve ABD’nin Suriye’den füzelerini çektiğinden beridir bir kumpasın içindeyiz.
O halde savaşı ve taraflarını doğru okumak en başta yapmamız gereken bir şeydir.
Kendi kendimizi kandırmanın âlemi var mı?
Neyse ki basının bir kısmı yazıp çizdiğimize geldi.
Rauf Tamer de yazdı, Güngör Uras da, Mehmet Doğan da…
Hem göç ve göçmen meselesinde, hem ABD ve İngiliz-Yahudi medeniyeti ile örtülü savaştığımız gerçeğinde… Artık bu acı gerçek idrak edildiyse o zaman savaşın taraflarının doğru seçilmesi ve onlarla masaya oturulması gerekmez mi?
Hasan Cemal savaşanlarla masaya oturulur diyor ama piyonlarla niye oturalım. Sahipleri ile oturmak gerekmez mi?
Bir sekiz kilometrelik obüsün bombasına bile tahammül edemeyen basının, bu savaşta veya herhangi bir savaşta şehitlerin yanında olmasını beklemek abesle iştigaldir.
Onlar cep telefonlarının şarjlarını fırtına toplarından daha değerli sayarlar.
Savaştayız ve İran-Rusya İlişkileri Ne Âlemde
Dün bu köşede ‘El’an Savaştayız Beyler Hanımlar’ başlıklı bir yazı yazmıştım.
Bazı arkadaşlar uzak yakın diyarlardan sormuşlar: “Gerçekten savaşta mıyız?”
Nedense hâlâ savaşta olduğumuzu idrak edemiyoruz.
“İyi niyetle örülü” demişler ya: “Cehennemin kaldırımları…”
İyi niyet iyidir elbet, ama işte insanı ateşe götüren yolun da taşları ne hazin ki, daha doğrusu ne kadar öğretici ki, iyi niyetlerle imal edilmiştir.
Savaşta olduğumuzu anlamak için illa ki, cepheden bir ordunun üzerimize doğru yürümesi beklenmemeli…
O savaşlar eskide kaldı.
Hem o savaşlarda da bugünkü gibi öncesinde ve sonrasında bugünküne benzer savaş strateji ve taktikleri uygulanmadı değil.
Clausewitc’in Savaş Üzerine kitabı okunduğunda görülecektir ki, Türkiye gerçekten bir savaşın içine adım adım çekilmiş ve istese de bundan sonra bu savaştan kendisini kurtarması imkânsız.
Hadi imkânsız demeyelim ama pek ama pek zor.
Yirmi yıl kadar önce yazdık.
O zaman Ak Parti filan da yoktu.
“Türkiye Pivot Ülke, ama yakın zamanda Hedef Ülke haline getirilecek” diye…
Şimdi hedefteki ülke Türkiye…
Hasta adam evrensel bir anestezi ile uyutulmuştu.
Ölmedi.
Şimdi anestezinin etkisi geçince uyanmaya başladı.
Fakat bu sefer de başka hastalıklar sarmış bedenini… Bedenini ve ruhunu…
Bıraktığı yerden devam edebileceğine inanıyor.
O kadar uyku devresi sanki yaşanmamış gibi…
O yüzden geçen asırda dünyayı oyun alanı olarak görenler eski taktik ve stratejilerini güncelleştirip bu hasta adama yeniden tatbik etmeye soyunmuşa benziyorlar.
Aynı ittifaklar, aynı tezgâhlar tozlu klasörlerden çıkarılıp yeniden hayata geçiriliyor.
MEMUR-İ HAFİLER VE DİPLOMAT İHTİYACI
Bugün yalnızca savaşın taraflarından biri olan ve pek de basınımızın üzerinde durmadığı İran tarafını ele almak istiyorum. Belki yarın veya daha sonraki günlerde Rusya, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi tarafları ve onların tozlu klasörlerini deşeleriz.
İran şimdi kamuoyumuzun özellikle de Müslümanların ve onların dışındaki İslamcıların kimilerine göre tutarsız ve yanlışa kapılanmış bir ülke olarak hareket ediyor.
Oysa ne kadar da bağrımıza basmıştık değil mi?
İran İslam Cumhuriyeti…
Bugün iktidarın önemli bir ayağını oluşturan kesimler ne kadar da Türkiye’deki rejimin muhalifi olarak İran ile dost ve hatta bir ümmetin ayrılmaz mütemmimleri olarak huzur içinde mutmain bir nefse ve adanmış bir kalbe sahiptiler.
Sultan İkinci Abdülhamid zamanıdır ve Abdülhamid’i halife olarak hatta evliya olarak görmek rüyasında olanlar onun İran’ı nasıl karıştırdığını nereden bilecekler?..
Abdülhamid, İran’a gönderdiği memur-i hafi’leri aracılığıyla İran’ı Rusya ile ittifaktan uzak tutmak amacındadır.
Fakat Rusya üstelik de Çarlık Rusya’sının son demlerindeki Rusya bizden ziyadesiyle İran’a sızmış ve handiyse İran’ı kendi oyun alanı haline getirmiştir.
İran ile Rusya stratejik müttefiktir hem öyle stratejik müttefiktir ki dinlerinin ayrı olması bile bu ittifaka zerre-i miskal zarar vermemektedir.
Şimdiki istihbarat teşkilatımız Ankara’nın göbeğine hem de Genelkurmay Karargâhı sayılabilecek bir mıntıkada patlatılan yüksek tesirli bombadan bihaber olsun; o zamanki istihbarat ve dahi diğer alanlardaki görevliler bakınız İran içinden nasıl bir muhabere tesis ediyorlar?
Osmanlı arşivlerinin Babıali Daire-i Hariciye Kalem-i mahsus 1283796 numaralı belgesine göre Savuçbulak Şehbenderi Râgıb Bey’in Rusların İran siyasetine dair ve hatta oradaki derin fikirleri tahlil eden raporu çok ilginç.
Bu rapora göre İran ile Rusya ilişkileri bizim tahmin edebileceklerimizin fevkinde bir derinliğe ve vazgeçilmezliğe sahip.
Abdülhamid’in hallinden sonra da Ragıb Bey’in raporları Hariciyemizin üzerinde çok çalışılması icap eden fikirler ve tahliller ihtiva ediyor. Yani Ragıb Bey içerdeki bir kısım jurnalci gazeteci ve sivil hafiyecilik oyunu oynadıklarını sananların aksine gerçek bir diplomasi örneği ortaya koyuyor.
Bu raporlara göre Türkiye 93 Harbi’nden sonra Kafkas cephesinin tahkimi için etraf güvenliği bakımından elinden geleni yapmaya çalışmaktadır.
İran’ın Rusya’ya desteğini azaltmaya ve İran ile Rusya münasebetlerini karşılıklı menfaatler ve bir takım şahsi ve kurumsal alternatif münasebetlerle kendince tesirsiz kılmaya gayret göstermektedir.
Bunda başarılı olduğu yerler var, olmadığı yerler var.
Ama gayret ortada…
İRAN’DAKİ KÜRT TALEPLERİNİN YÖNETİŞİMİ
Bazen meşrutiyet rüzgârlarının sadece İttihat ve Terakki gibi melun bir örgüt tarafından huzur içinde dünyayı yöneten halifemizin hilafına estirildiğini düşünen echel ve ebleh yaklaşımlarımız olmuyor değil. Sanıyoruz ki bütün dünyayı kasıp kavuran tanzimat ve meşrutiyet yahut parlamento ve demokrasi talepleri sadece bizim içimizi karıştırmak isteyen hainler tarafından tezgâhlanan şeyler…
Onlar olmasa ülke asırlardır bilindik bir şekilde nasıl yönetildiyse, öyle yönetilmeye devam edecek.
İran’da da meşrutiyet rüzgârları var ve hatta bizden evvel estirilmiş…
Ragıb Bey (8 Mart 1328 tarihli-yani İttihat-terakki iktidarı döneminde) raporunda şöyle yazıyor:
“Bizden daha evvelce İran’da tecelli eden meşrutiyet Rusya’dan daha ziyade hükümet-i mutlaka-i Osmaniye’yi veya bi’t-tahsis mümessil-i istibdad bulunan saltanat-ı Hamri endişeye düşürmüşdü. İşte bu endişe saikasıyladır ki Sultan Hamid, İran meşrutiyetini akim bırakmak için İran’da hürriyetperverler ile istibdadçılar arasında mevcud adâveti teşdîd eylemek üzere bir tarafdan Şah-ı merkûm ile muhaberata başlamış, diğer cihetten de Rumiye ve Savuçbulak havalisinde mütemekkin İran aşâyir-i Kürdiyesini İran aleyhine teşvik ve iğvaya sarf-ı mesai eylemiş idi. Bu Kürd aşiretleri ırk, mezhep ve lisan gibi sevaikden ma-ada asırlardan beri gördükleri mezalimden bizar olmakdan mütevellid garez ve nefret ile yağmagerlikde bulunmak sevdasına kapılmış olduklarından hemen İran’dan yüz çevirmişler ve ila-yı liva-i isyan etmişler idi.”
Anlaşıldı değil mi? Şimdi bizim Kürt unsurlar İran, Rusya, ABD, Suriye ve kimi Avrupa ülkeleri strateji ve taktiklerinin payandası olarak nasıl da kullanılıyor?
O zaman da Türkiye böylesi bir maniveladan yararlanmaya çalışmış.
Sonrası 1911 -12 Balkan bozgunu ve ardından 1915 Sarıkamış ve Çanakkale…
Öyle kolay değildi yani yedi düvele karşı onlarca cephede savaşmak…
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Diğer Yazıları
Köşe Yazarı