İnsan, her zaman yüreğindeki bam telinin titreşimini mızrabı ile dile getiremez. Dili bağlanır kalplerin ve gözlerle anlatılmaya çalışılır pek çok kez duygular…
Bana deseler ki “Düş yollara, dağlara taşlara vur kendini Ferhat gibi su kanalları aç” hiç yüksünmem. Ama “Başbuğ’u anlatan bir yazı yaz.” dediklerinde zannettim ki sırtıma dünyanın yükü yüklendi. Çünkü çile yumağına ıstırap ipliği sara sara geçen 80 yıla sığmış 5000 yıllık bir destanın öyküsü nasıl dile getirilebilir ki?
Türk tarihine yön veren unsurlardan biri de Türk Destanlarıdır. Her destan bir var oluşu, her destan bir dirilişi, her destan bir mukaddes hedefi anlatır.
İşte Türkiye Cumhuriyeti de bir destana şahitlik etmiş ve her ne kadar o hayattayken kıymeti harbiyesi anlaşılmamış olsa da 7 Nisan’da koca bir dünya anlamıştı ki omuzlarda milyonlar tarafından taşınan, yaşayan bir efsanenin son yolculuğu idi.
Ben, “Başbuğ” deyince yıllar önce bir ağabeyimin anlattığı ilginç olayı hatırlıyorum.
Başkurdistan’ın başkenti Ufa’ya bağlı küçücük bir köye giden olayın şahidi yaşadıklarını şöyle nakletmişti:
“Türkçenin değişik bir ağzını kullanan köylüler bizim anlattıklarımızı sabır ve ilgi ile dinlediler. Aradan uzun bir süre geçti. Dinleyicilerin arasında bulunan sakalı ağırmış 60-70 yaşlarında biri bana dönerek şöyle dedi. “Evlat kralımız nasıl? İyi mi? Bize onu tarif etsene.” Önce kimden bahsettiğini anlayamadım. Hatta Türkiye’de krallığın olmadığını falan söylesem de adam tatmin olmayarak yeniden sordu. “Hani şu ak sakallımız var ya! Türkeş Begi bilmiyor musun? Onu soruyorum işte.” Hem şaşırmış hem de hüzünlenmiştim. Ana yurttan binlerce kilometre uzakta, kuş uçmaz kervan geçmez bir mezrada bana Başbuğ’u soruyorlardı.”
İşte benim için Başbuğ; Çin Seddi’ni aşan Atilla, Göktürk efsanesini tarihe nakşeden Kürşad, Okyanusa at süren Tarık Bin Ziyad, Haçlı sürüsünü yer ile yeksan eden Kılıç Arslan, “Ya ben İstanbul’u alırım ya İstanbul beni” diyen Fatih Sultan Mehmet Han, yedi düvelin işgalini devlet adamlığı dehası ile durduran 2. Abdülhamit Han, “Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” diyen Mustafa Kemal’dir.
Alpaslan Türkeş bir ülküdür. Türk’ün tarihi misyonunu hatırlatan, yeniden diriliş davasına mimarlık yapan, ümitsizliği ümit haline getiren ebediyen yaşanacak bir ülkü.
O, Allah’ın Türk milletine bir ihsanıdır. Çünkü onunla hatırladı Türk milleti asl-i cevherini, onunla dirilişe geçti birlik ruhu…
O yaktı “esir Türklere hürriyet” ateşini ve tutuşturdu Turan meşalesini yeniden, bir daha, engellenmez bir coşkuyla… İslam alemi Nizam-ı Alem anlayışını onunla bir daha hissetti yüreğinde…
Onu birkaç cümleyle anlatmam mümkün değil. Ama Alpaslan Türkeş ülküsünün nasıl engellenemez bir volkana dönüştüğünü zannederim şu olay gayet iyi izah ediyor:
Fransa’da bir teşkilatlanmaya gitmek isteyen Türkler, gerekli prosedürü hazırladıktan sonra yetkili Fransız makamına müracaat ederler. Bütün evrakları inceleyen yetkili bu federasyonun Türkiye’deki Türkeş ile bir alakasının olup olmadığını sorarlar. Başvuruyu yapanlar herhangi bir engele takılmamak için Türkiye ile bir alakasının olmadığını buradaki Türkler ile ilgili bir sivil toplum örgütü olduklarını söyleyince şöyle bir söz ile karşılaşırlar:
“Aman iyi. Sakın Türkeş’le bir irtibatınız olmasın. Çünkü onun kafasındaki dünya Osmanlı’dan da büyük!”
Zannederim Başbuğ ile ilgili söylenecek başka söz kalmıyor bu itirafın ardından. Ama bizlere düşen “Hepiniz birer Türk bayrağısınız. Bayrak leke götürmez.” diyen Başbuğ’umuza layık olmaktır.
Bize düşen, tarihin kaydettiği bu önemli nota doğru şerhler eklemektir.
Bize düşen, onun dili ile “Ülkü insanın kalbini aydınlatan bir ışıktır. Ülkü, insanlara yönünü tayin etmesini sağlayan bir kılavuzdur. Ülküsüz insan çamurdan bir varlık gibidir.” Anlayışı ile ışık olmaktır.
Şimdi bize düşen; gecenin bir vaktinde, alt yazı ile bir ulu çınarın uçmağa uçtuğunu öğrenip beynimden vurulmuşa döndüğüm, kızarmış gözlerle ulaştığım karlı ilkbahar sabahında kuytu ocağımızda ağlaştığım, Doğubayazıt’tan yollarına düşerek karla aldığımız abdestlerimizle uğurladığım Başbuğ’umun emanetine daha sıkı sarılmaktır.