Terkos Gölünü, Kuzey İstanbul su toplama havzalarını, Sazlıdere Barajını ortadan kaldıracak olan bu projenin birtakım emlakçıları ve inşaatçıları heyecanlandırdığı söylenebilir, İstanbul Boğazı’nı deniz trafiğine kapatıp Boğaz’a binen yükü hafifleteceği beklentisi de gündemi meşgul edebilir ama su kaynaklarının muhafazası ve geliştirilmesi bana göre bütün sektörlerin beklentilerinin fevkinde bir mesuliyet çizgisidir.
ÇEVRE, VATAN, MİLLİYET VE ÜMİDİN İDEOLOJİSİ
Dünyayı yönetmeye teşne liderler –Trump gibi- küresel ısınma ile iklim değişikliği ile dalga geçse de yakın gelecekte karbon emilimi beklenenden farklı olursa ısınma 1 derece daha artarsa birçok su havzasındaki kuraklık büyük göçlere neden olacak. Yakın gelecekte kuraklık ve iklim değişikliği ile mücadelede gereken önlemler alınmazsa 200 milyon insanın yerlerinden yurtlarından koparak küresel bir göç olgusunu ortaya çıkaracağı bekleniyor.
2020 yılına girerken Avustralya’da onlarca noktada yangınlar başlamış ve bir türlü söndürülememişti. Bu yangınlar sadece bu kıtayı etkilemiyor, bütün dünyayı etkileyen ve iklim değişikliğini hızlandıran aynı zamanda da biyolojik varlığımızı tehdit eden bir sonuç ortaya çıkarıyordu. “Avustralya’da cereyan eden hadise, sadece Avustralya’yı ilgilendiriyor, bize ne” diyebilir miyiz? Küreselleşen dünya demek bir tek paranın ve bilginin serbest dolaşımı demek değil. Küreselleşen dünya demek “açlıkla mücadele için işbirliği”, “herkese gıda güvencesi”, “çevreye karşı ortak sorumluluk” demek.
Avustralya’da, kutuplarda, yağmur ormanlarında ortaya çıkan ve küresel anlamda olumsuz etkiler meydana çıkaran çevre felaketleri, her ülkeyi, her dünyalıyı ilgilendirir.
2021 yılında özellikle Türkiye’nin güneyinde meydana gelen orman yangınları haftalarca sürmesine rağmen söndürülemedi ve hiç de azımsanmayacak ölüde ormanlarımız kül oldu, suyu tedarikte zorlandık. Aynı yıl içinde kuzeyde sel felaketleri Bozkurt ilçesini adeta yok etti; sildi, süpürdü.
Artık dünyanın neresinde bir çevre felaketi yaşanıyorsa bu bizi, bizde ne yaşanıyorsa dünyayı ilgilendirmektedir.
Ülkemizin bir bölgesinde meydana gelen bir çevre felaketi bu nedenle bütün insanlığı ilgilendirmektedir. Göç hadisesi böyle bir felakettir mesela ve üzerine düşünülen tedbirler de Türkiye’nin haklı çıkarsamasında olduğu gibi başta Avrupa olmak üzere her devletin elini taşın altına koyması, sorumluluk yüklenmesi ile paydaşlarca üretilecektir.
İstanbul’a yapılacak olağanüstü hizmet(!) fasılları da başta İstanbul yerel yönetimlerini ilgilendirdiği kadar Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz kıyıdaşları olan her mukimi ilgilendirir.
Ortadoğu Su Barışı kitabımda (ilk baskısı 1997’de yapıldı) belirttiğim gibi Tuna’ya asırlardır atıklarını bırakan ve çevre felaketine yol açıp Karadeniz’i dolayısıyla Marmara’yı da kirletenlerin bunun hesabını vermeleri icap ederdi. Türkiye uluslar arası sular mevzuu masaya yatırıldığında nedense hep sıkıştırılan ülke pozisyonunda olduğuna vehmediyordu. Fırat ve Dicle sularının paylaşımı hep sorun oluyordu. Sanki uluslar arası sular sözleşmesi aleyhimize hazırlanmıştı.
Halbuki bizim de bu çerçevede değerlendireceğimiz bir Tuna konusu var. Tuna üzerine sempozyumlar, çalıştaylar hatta uluslararası hukuk komisyonlarını toplayarak sorumlu ülkeleri ortak çevre duyarlılığına itmek gerekirdi. En azından Avrupa “kirleten öder” prensibi doğrultusunda tazminata mahkûm edilir, hiç olmazsa çevre bilinci açısından kendi suçunu itirafa zorlanırdı. Tuna’nın daha temiz akması için bütün kıyıdaş ülkeler üzerlerine düşeni yapmak zorunda kalırlardı.
- Yüzyılda kendi mahalli söyleyişimizde bir Türk Dünyası hayal ede duralım dünyayı tehdit eden bir ‘kıt su kaynakları yönetimi’ gündeme geliyor.
‘Su ve toprak kaynaklarının korunması ve geliştirilmesi’, bütün dâvâların üzerinde bir ‘ülkü’, bir mes’uliyet ve vicdan muhasebesi fırsatı veriyor.
Kıt su kaynaklarının ne idüğü konusunda pek de tecrübe kazanmamış ülkeler ve yönetimleri, aslında 21. Yüzyılı sürdürülebilir insan hayatı için evrensel bir düşünceyi paylaşmalı; su kaynaklarının korunması ve geliştirilmesini birinci çalışma sahası olarak kabul etmeli, kıt su kaynakları konusunda küresel işbirliğine gitmeli ve yakın bir gelecekte ortaya çıkacak susuzlukla mücadele için program hazırlamalı değiller mi?
Zira yakın bir gelecekte aylarca bir bardak içecek su bulamayacak olan bölgelerin mevzubahis olacağını insanlık görmeliydi.
Yeryüzü su kaynakları sadece o kaynakların bulunduğu coğrafyada ikamet edenler açısından değil bütün insanlığın hayati varlığı olarak önem arz eder.
Dolayısıyla nerede bir su toplama havzası varsa; onun korunması, bütün gelişme teorilerinin üstünde, bütün kalkınma politikalarının ötesinde bir ehemmiyet taşımaktadır.
Böyleyken Türkiye, İstanbul’unda ve birçok havzasında yakın gelecekte kıt su kaynakları yönetimi bakımından tedbirler geliştirmesi gerekirken birkaç su kaynağını yok edecek bir projeyi tartışıyordu.
Avrupa’nın bütün atıklarını taşıyan Tuna’nın çökeltilerini Boğaz’a taşıyamadan Karadeniz’e bıraktığını biliyoruz. Fakat Kanal İstanbul’un Karadeniz’e bakan tarafı Tuna’nın bu çökelti bölgesine yakın olacağı için biyolojik varlığı tehdit eden atıksuyun Kanal İstanbul’dan Marmara’ya akacağını hesap etmemiz gerekir.
Bu da zaten oksijensiz tabakaları bulunan Marmara’yı yaşamsal olarak tehdit etmektedir. Kanal İstanbul’un açılmasından itibaren beş yıl içinde Marmara Denizi’nin öleceğini uzmanlar hatırlatmaktadır.
Terkos Gölünü, Kuzey İstanbul su toplama havzalarını, Sazlıdere Barajını ortadan kaldıracak olan bu projenin birtakım emlakçıları ve inşaatçıları heyecanlandırdığı söylenebilir, İstanbul Boğazı’nı deniz trafiğine kapatıp Boğaz’a binen yükü hafifleteceği beklentisi de gündemi meşgul edebilir ama su kaynaklarının muhafazası ve geliştirilmesi bana göre bütün sektörlerin beklentilerinin fevkinde bir mesuliyet çizgisidir.
Devam Edecek