Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu’nun makalesi, sosyolog Prof. Dr. Erol Güngör’ün 1982’de kaleme aldığı bir köşe yazısını günümüzdeki toplumsal sorunlarla ilişkilendirerek kapsamlı bir değerlendirme sunmaktadır. Güngör, yazısında 1980 darbesi sonrası Türk toplumunda yaşanan sosyal çözülme ve yozlaşmaya odaklanarak, özellikle büyük şehirlere göç eden kitlelerin görgü ve edep kurallarını yitirmesini eleştirmiş ve sorunları kendi haline bırakmanın çözüm getirmeyeceğini vurgulamıştır. Şahsuvaroğlu ise, Güngör’ün gözlemlediği iç göç kaynaklı travmanın üzerine günümüzde eklenen 13 milyonluk sığınmacı/göçmen dalgasının toplumsal yapıda çok daha büyük bir dağılma ve travma yarattığını belirtmektedir. Yazar, günümüzdeki siyasi ve akademik çevrelerin bu çarpık kentleşme ve sosyal değişim sorunlarını çözmek yerine ya görmezden geldiğini ya da yanlış teşhisler koyduğunu iddia etmektedir. Ayrıca, siyasal kurumların şehirlerin karakterini bozma konusunda göç mimarlarıyla yarıştığını öne sürerek, bu derinleşen sosyal krizi açıklayabilecek yeni sosyal psikoloji uzmanlarına şiddetle ihtiyaç duyulduğunu ifade etmektedir.
Şehirler zıvanadan çıkmış, bizim aydınlar köyleri tartışıyorlar. Toplumsal görgünün ve üretim disiplininin artış göstermemesinden köylüleri sorumlu tutan aydınlarımız var.
Çarpık şehirleşme ve çarpık sanayileşme öteden beri sosyal bünyemizde yeni sorunlar çıkarıyordu, bunun üstüne bir de 13 milyon sığınmacı eklenince yaşanan çözülmeye, yozlaşmaya ve dağılmaya çözüm araması gereken siyasiler ve akademiya maalesef ya sorunları görmezden gelip halının altına süpürmeyi, ya da sorunları yansıtarak daha baştan teşhisi ve gerekçeleri yanlış üzerine bina etmeyi tercih ettiler.
Ziya Gökalp, Mehmet İzzet gibi sosyologlarımız o büyük savaşların yaşandığı yıllarda sosyal bünyemizde yeni açılan yaralara ve karşılaşılan yeni sorunlara çözümler üretmeye çalıştılar. 70’li yıllarda Erol Güngör, Yılmaz Özakpınar gibi sosyologlarımız daha doğrusu sosyal psikoloji ilmiyle meşgul olanlarımız bu çözümleri geliştirdiler.
80 darbesinden sonra da bir çözülme yaşandı ve Erol Güngör bizim gazetemiz Millet’te yazdığı bir yazıda 80 sonrasının bu atmosferini değerlendirdi. Erol Hoca yaşasaydı şehirlerimizdeki daha yıkıcı çözülme ve dağılmalara elbette bilimsel bir yorumlama getirirdi.
Erol Güngör’ün 1982’de Millet’e yazdığı başyazısı şöyle:
… “1980’lerde Türkiye’ye gelip Türklerin eski karakteri ile yeni türemeye başlayan Türk(aydın ve şehirli) tipin mukayese eden bir Batılı, bu adamların torunu olduğuna hiç kimse inanamaz, diyor. Sosyal hayatın ve kültür hayatının dejenere olması ancak belli bir tipe sokulamayan insanlar yaratmaktadır. Fakat herhalde şimdiki halimizi gören biri de, 1880’lerde yaşayan dedelerimizle bizim aramızdaki soy ve kültür birliğini büyük bir şüphe ile karşılar, bu topraklara başka insanların yerleşmiş olduğunu zannederdi.
İnsanların ve milletlerin olgunluğunu gösteren en iyi delil onların kendileriyle alay edebilmeleri, kusurlarını gördükleri zaman bunu yiğitçe kabullenmeleridir. Biz belki fert olarak bunu zaman zaman yapıyoruz, ama millet olarak kusurlarımız söz konusu olduğu zaman kimseye söz söyletmiyoruz. İçimizden biri çıkıp da Türkler adab-ı muaşeret bilmiyorlar, gidin otobüslerin haline bakın dese veya şehirlerimizin sokaklarına bakarak bizim pis olduğumuzu söylese onu bir kaşık suda boğarız, derhal Türklüğe hakaretten hakkında davalar açmaya kalkarız. Halbuki millet olarak kusurlarımızı belirtmek bize hakaret değil, belki hakaretten kurtulmamıza vesile olabilir.
Sokağa çıktığınız zaman etrafınıza bir bakın. Kravatlılardan şalvarlı ve poturlulara kadar her cins halktan kimselerin burunlarını ve gırtlaklarını en ufak bir utanma duygusu veya çekinme olmadan sokağa boşalttıklarını görürsünüz. Bu adamlar son edeb kalesi halinde kalan cinsiyet organlarını teşhir etmekten çekinmeseler pekala sokağı hela olarak da kullanabilirler; bunu yapmamaları için terbiyelerinde veya vicdanlarında herhangi bir engel mevcut değildir. En lüks arabalara binmiş, yani geliri ve sosyal mevkii ile hayli yukarılarda bulunan insanların araba camını açıp sokağa kül tablası boşalttıklarını, veya direksiyon başında yedikleri muzların kabuklarını camdan fırlattıklarını görürsünüz. Bunlara müdahale etmeye kalktığınız takdirde sizi döver, hatta öldürebilirler.

Bütün milletin bunlardan ibaret olmadığı haklı olarak söylenebilir. Fakat bunların küçük bir azınlık olmadığını kim inkâr edebilir? Her yerde pislik ve edepsizlik numuneleri kol geziyor. Niçin söylemekten korkuyoruz, bunlar bizim milletimizin fertleridir. Bunların pislikleri ve terbiyesizlikleri saklamakla, susmakla gizlenecek gibi değildir. O halde hakikati kabullenelim ve bir şeyler yapmaya çalışalım.
Büyük bir sosyal değişme içindeyiz. İstanbul, Ankara gibi şehirlerimize her yıl yapılan göç onlara her yıl birkaç vilayet büyüklüğünde nüfus ilave etmektedir. Bunları belki günlük yiyecek yetiştirecek kadar üretimimiz var, ama bu kalabalıklara sosyal terbiye vermek bir günde olacak iş değildir. Şehirlerin karakteri o kadar bozulmuştur ki, bunlara yeni gelenlerin belli bir sosyal atmosfer içinde kendilerine biçim vermeleri imkânı artık yoktur. Kısacası, işi kendi haline bırakmakla bir çözüm bulamazsınız.” …
Güngör’ü rahatsız eden şehirlere olan taşradan göçleri fersah fersah aşan büyük göçlerle karşı karşıya kaldık. Türk toplum yapısının yaşadığı çarpık kentleşme ve çarpık sanayileşme ile iç göçün ortaya çıkardığı travmayı gözlemleyen küresel güçlerin bölgemizde geliştirdiği Büyük Ortadoğu Projesi ile mütemmim göç mühendisliğinin yeni bir savaş tekniği olarak bizi artık pivot ülke olmaktan hedef ülke haline getirdiğini yıllarca söylüyoruz.
Bu yeni göç dalgası ve zaten yaşanan ve altından zor kalkılan sosyal değişmeye ilave olarak bindirilen sosyal değiştirme yeni sosyal psikoloji uzmanlarına ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu kanıtlamıyor mu?
80’lerdeki kalabalıklara sosyal terbiye vermenin imkânsızlığına dikkat çeken Erol Güngör, işi kendi haline bırakarak çözüm bulmanın o zaman bile zor olduğunu yazmışsa bugünkü daha büyük bir travmanın ve sosyolojik dağılmanın karşısında kim bilir ne isyanlarda bulunacaktı?
O zaman darbenin yarattığı bir gelecek endişesini paylaşan Erol Hoca’ya göre yine de milliyetçiliğin ve İslâm’ın birleştirici vasfı, modernleşme karşısında sosyal değişime bir adaptasyon problemi yaşasa da çözüm üretebilme hassası taşıyordu. Geçen zaman gösterdi ki her ikisini de temsil ettiği iddiasıyla ortaya çıkan ve giderek birleştirici vasfını kaybeden ve dünyevileşen hatta kapitalizmin en şedit olanına öykünen siyasal kurumları sorunları çözmek ve yaşanan toplumsal çözülmeye çare bulmak yerine şehirlerin karakterini bozmada göç mimarları ile yarışır hale gelmişler.
80’lerin başında aramızdan ayrılmadan önce “yediği muzların kabuklarını camdan atanlar” diye köşende şikayetçi oldukların, şimdi de parti binalarının içine pisleyedursunlar on yıl yanı başında kendisine siper olan halaskârını üçbucuk çapulcuya katlettirenlere meftun olabilen siyasi figürlerin psikolojisini açıklayabilecek bir sosyal psikoloji uzmanı bulabileceğimizi düşünemiyorum Erol Hocam…