Bazı kalemler adeta Türkiye’nin karşısındaki bloğun sözcüleri gibi.
Tamam, yandaş ve yanaşma medyayı saran ve hastalık boyutuna ulaşan; üstelik de bunu nadide bir adanmışlık farz eden ortak tavır, üslup, küfürbazlık, telaş ve korku iğrenç. İğrenç olduğu kadar da ürkütücü…
Bunu anladık ve bunun karşısında farklı seslerin, görüş ve tahlillerin olması gerektiği makul insanlar için maşeri vicdan olarak tebellür etmiş vaziyette…
Hadnaşinaslığı, yozlaşmış sadakat çizgisi, jurnalciliği, şımarıklığı, cehaleti, goygoyculuğu ve daha ne kadar suflî karakter varsa onları paydaşlarında buluşturan böylesi basın şüphesiz bir ülke ve o ülkeyi yönetenler için avantaj değil bilakis dezajantajdır. Elini ayağını bağlar. Echelin ve eblehin arasında aklı başında yöneticiler de ister istemez bu ortamdan yani medyadan etkilenir ve akıbetini bizzat kendi hazırlar. Giderek kireçlenme, ardından uyuşma ve ardından inme belasına duçar olurlar.
Bütün bu sefalet, insanlığı ayaklar altına alan böylesi seviyesizlikler, basında aşırı ölçülerde yaygınlaşmışsa eğer; ki yaygınlaştığı pek belli, o ülkenin kalbinden beynine kan gitmez. Dizlerinde derman olmaz. Adım atamaz olur.
Bütün bunlar doğrudur.
Keşke basınımızda farklı sesler, görüşler, tahliller, değerlendirmeler olsa…
Ancak deyip burada bir soluklanmalı. Ancak, farklı ses ve tahliller adına düşmanın cephaneliğine mühimmat taşıyanlar bu tehlikeli dönemeçte hiç de affedilecek bir zafiyet değil.
Maalesef basınımızda yandaş ve yanaşma medyanın dışında bağımsız bağlantısız kendi entelektüel yaratıcılığı ile özgün bakış açıları ortaya koyanlar pek nadir.
Bir elin parmaklarını geçmez sayıları…
Çoğu ya ABD’nin ya da bir takım masonik kuruluşların yahut dış istihbarat örgütlerinin hesabına çalışıyor. Hadi biraz yumuşatalım, uluslararası kuruluşların, ‘ngo’ dedikleri masum yüzlü gönüllü teşekküllerin adına, diyelim…
Bir zamanlar böylesi kalemler şimdi karşıt gibi duran yandaş ve yanaşma medyanın hayli itibar gösterdikleri arasında idiler.
Ne söyler ve yazarlarsa mal bulmuş mağribi gibi ona sarılırlardı.
Hatta yazıp çizdikleri devlet politikası olurdu.
Henri Barkey, David Phillips ve Cengiz Çandar bir zamanlar devletin Kürt Sorununu Çözüm Projesi’nin mimarlarıydılar.
Şimdilerde Cengiz Çandar ve iki arkadaşı sürecin tersine dönmesiyle derin muhalefet yapıyorlar.
ABD Türkiye’yi yaramaz bir çocuğun terbiyesi edilmesi gibi Rus mürebbiye teslim edildi.
Düşünün zaten saray içinde bizzat kardeşleri tarafından hayatına kast edileceğini düşünen şehzadelerin psikolojilerini…
Bir yandan bizzat sarayın içinden bir suikaste kurban gideceklerinin vehmiyle kafaları her gün yeni bir senaryo tuzağında, diğer yandan öcülerle korkutmaya alışmış Rus mürebbiye, Fransız dadı, İngiliz dil hocasıyla bütün günü zehir zıkkım…
Cengiz Çandar 21 Şubat tarihinde bir yazı yazdı.
Açıkça devlet istihbaratı endişesini kamuoyuna yaymak istiyor bu yazısında.
Şöyle diyor tecrübeli kalem:
Türkiye, mevcut iktidarın akıl almaz yanlış politikaları sonucunda, Suriye’de siyasi planda PYD ve “simgesel” olarak ise onun askeri kolu sayılan YPG karşısında yenik düşmüştür.
PYD ve YPG ile mücadele, aslında, Washington’a karşı verilmiştir. “Ya ben, ya o” biçiminde “siyasi-diplomatik arena”da yürütülmüştür. Ve o “arena”da Washington’a karşı kaybedilmiştir.”
Bu doğru, bütün bu vekâlet savaşlarının, terörist örgütlerin arkasında ABD var. Bu açık… ABD, Rusya, AB ve daha ne kadar geçen asırlardan kalmış sömürgeci zihniyet ve devlet varsa onlar…
Türkiye bunlara karşı yenilmiş yazara göre…
ABD’ye kim kafa tutabilir.
İngiliz Yahudi medeniyetine…
Elbette ki teslim olmak en çıkar yoldur…
Yazara göre Ankara’daki kanlı saldırıyı YPG yapmamış diyorsa ABD, yapmamıştır. YPG ile PKK arasında herhangi bir yakınlık yok sadece P harfinin cazibesidir deniyorsa bu da doğrudur.
Ayrıca sana ne, varsa var. Sen küresel güçlere karşı ne yapabilirsin ki? Her zamanki gibi CIA’nın öngördüklerinin hilafına elinde ne koz olabilir ki?
Bakın işte bombayı atanın kimliği bile yanlış çıktı. Bakın işte Başbakan da Cumhurbaşkanı da ABD sözcüsü tarafından inandırıcı bulunmadı. Bakın işte ABD YPG ile işbirliğinde ısrarlı olduğunu gösterdi falan filan…
Mütareke basını da böyleydi.
Çaresiz bırakmayı pek becerirlerdi.
Türkiye’nin YPG’ye bir bombayla yenildiğini söylerken bombayı YPG’nin atmadığını ileri sürmek başlı başına bir çelişki ama olsun, onu da yuttuk, yutarız.
Fakat bombayı devlet istihbaratının attığını ihsas ettirme başlı başına suç unsuru.
Daha doğrusu tetkike, ciddî bir soruşturmaya itmeli savcıları…
Eğer iddia doğru ise vay bu ülkenin haline… Bakın Özal’ın arkadaşı meşhur yazar ne yazmış:
“Bütün bunların yanı sıra Ankara’daki terörist saldırının arkasında –yeri, zamanlaması, hedefi vs itibariyle- Rusya’nın ya da bir başka ‘devlet istihbaratı’nın bulunduğu akla gelebilir mi?
Elbette gelebilir.
Devlet gücü tarafından alınan bir karar…
Suriye’ye girmek için hazırlanmış bir tuzak…
Benden sonra tufan zihniyeti tüm otokratların bünyesinde bulunan bir virüstür.”
Otokratların eleştirisini anladık, ancak bütün bir devlet aklının bir virüsün peşinde sürüklenmesini pek yadırgadık.
Ama burada bu değerlendirmelerden önce üzerinde durulması gereken mesele, somut olarak bombanın çoluk çocuk işi olmadığı ve devlet işi olduğu kanaatidir. Rusya devletine gönderme aynı zamanda kendi devletimize de yapılmaktadır. Devlet istihbaratı denilirken, resmi açıklamaların başta ABD olmak üzere bütün Batı’da kaale alınmadığı ileri sürülürken amaçlanan nedir?
Eskiden hepsi birlikte devlet aklının faili meçhulleri meselesinde ittifak etmişlerdi. Mümtaz kardeşimin dediği gibi Allah’tan iktidar ve ordu-istihbarat-yekpare devlet aklı arasında eski uçurumlar yok.
Ama devlet istihbaratı bu acımasız eylemi gerçekleştirmiş olabilir mi?
Yok, eğer doğru değilse; o zaman, böylesi propaganda amaçlı yazıların MİT tırları meselesinden hiç de geri kalır yanı var mı? Bu bir iftira ise devlet gereğini yapmalı değil mi?
Türk medyasından elbette echel ve ebleh sahibinin sesi plakların cızırtıları kesilmeli, lüzumsuz yardakçılık önlenmelidir. Fakat böylesi ajan-provokatörlüklere de izin verilmemelidir. Başka ülkelerin memur-i hafileri ülkemizde cirit atarken yandaş ve yanaşma medyanın huzur içinde mutmain tek sesliliğinin bu savaştan muzaffer çıkması mümkün değildir.
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Diğer Yazıları
Köşe Yazarı