Bazen tarih bugündür; bazen bugün tarihtir. Tarihi bugünü çelmelemede kullanmamak kaydıyla tarih ibrettir, hazinedir, mürşittir!
Alıp dersini tarihten, geleceğe ders vermek gerek. Dününü bilmeyenler yarınlarını da unutacaklardır. Bu nedenle geçmişle hesaplaşmak yerine önceliği, geçmişi anlamaya vermek lazımdır.
Bu yazımızda geçmişten bir kesiti, tanığının kaleminden aktaracağız. Yorum da yapmayacağız. Her şey yorum yapmaya izin vermeyecek kadar açık ve anlaşılırdır.
Bilindiği gibi Falih Rıfkı Atay’ın “Batış Yılları” başlığı altında toplanan yazıları vardır. Bunlardan birisi de “1914’e Doğru” dur.
O bu yazısında zamanın birçok olayına kısa kısa değinmiş. Ondan alıntıladığımız birkaç olguyu aşağıya aktarıyoruz.
“Bu defa büyük devletler yakamıza yapışmışlardı. Rusya, Doğu vilayetlerini geniş yetkili yabancı danışmanların kontrolü altına koymakta direniyordu. İngiltere, Musul petrollerinin bir İngiliz şirketine verilmesi için Babıali’yi sıkıştırıyordu. Libya ve Adalar’da doymayan İtalya, nüfuz bölgelerine bölünen Anadolu’dan pay istiyordu. Fransız nüfuz bölgesi Suriye’yi de aşarak Adana’ya kadar geldiğine göre, İtalya’ya öz Türk toprakları verilmek gerekecekti. Doğu vilayetlerini geniş yetkili yabancı danışmanların kontrolü altına almak demek, o vilayetlerimizi bağımsız Ermenistan devletine şimdiden teslim etmek demekti.
Devlet maaş veremiyordu.
Kapitülasyonlar yüzünden hiçbir ekonomik kalkınma imkânı yoktu.
Bütün karlı gelir kaynaklarımız Düyun-u Umumiye İdaresi’nin elindeydi. Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi ve bunlara benzer saraylara harcanan milyonlarca altın borcu ve yığılmış faizlerini, Rusya’ya yenilmek yüzünden vermeye mahkûm olduğumuz 90 milyon altını ve faizlerini ödemek zorundaydık.
Bütün işletmeler, su, elektrik, tramvay, havagazı, limanlar, demiryolları, fenerler, ne var ne yoksa hepsi imtiyazlı yabancı sermayenin sömürgesiydi.
Her türlü ticaret, ithalat ve ihracat, çarşılar ve dükkânlar Hıristiyanların elindeydi. Türk rençberi kazancını tefeci Hıristiyan bankerlere veriyordu.
Her ay maaş vermek için borç almak zorundaydık. Şartlar her defasında daha pahalıydı.
Bu dünyada hiç kimsemiz yoktu. Kendimiz, daima olduğu gibi, herkesten fazla, Moskof’tan da fazla kendimizin düşmanıydık.
1913 sonlarına doğru Doğu vilayetlerine geniş yetkili yabancı danışmanlar getirilme isteğini kabul ettik. Yine o tarihlerde ordumuzu yetiştirmek üzere General Von Sanders heyeti İstanbul’a geldi. Bu da öteki devletlerle aramızı açtı. Fransa, borç işlerinden konuşmayı, Türk ordusunun Almanlar emrine verilmesinin halledilmesi şartına bağlayıverdiler.
Bu arada ayrıca yeni muhalefet bozgunluğuna katlanılmayacağı için nazırlar heyetine geçici olarak gazete kapatma yetkisi verilmişti. Tabii ne Fransızlar ne İngilizler ne de Almanlar tarafından İstanbul’da çıkarılan gazeteleri kapatmak Osmanlı nazırlarının haddi değildi.
Büyükelçiler ve elçileri bırakınız, elçilik tercümanları büyük şahsiyetlerdi. Kapıları önlerindeki kavaslardan bile çekinirdik.
Mahmut Şevket Paşa’nın katillerinden biri kaçmıştı. Günün birinde bir Rus vapuru ile Romanya’ya gitmek üzere İstanbul’a uğradığı haberi geldi. Polis Müdürü Azmi Bey gemiye gitti katili yakaladı.
Rus gemisine girmek? Bunun sonunun nereye varacağı belliydi. Dahiliye Nazırı Talat Bey, Sadrazam Said Halim Paşa’yı da yanına katarak bir bahane ile İstanbul’dan Edirne’ye gittik. Maksat, elçi veya tercümanı, katili geri istemek için ikisini de yerlerinde bulamamalıydı. O gece katili hapishanede boğdular. Biz de ertesi gün geri döndük.
Bir cinayetin öcünü almak için ne boşuna küçülmüştük. Büyükelçi, Polis Müdürü Azmi Bey’in hemen azledilmesini istedi. Talat Bey azletti ve Adana’ya vali yapmaya kalktı.
Büyükelçi:
—Hayır, bir daha hiçbir devlet hizmetinde bulunmamak üzere azledeceksiniz, dedi. Öyle yaptık.
Azmi Bey yeniden devlet hizmetine ancak Birinci Dünya Harbi başladıktan sonra dönebildi.”