Hikâye bu ya…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; küçük çocukları olan yaşlı ve yoksul bir adam varmış.
Adam öyle yoksulmuş ki, yalnızca başlarını soktukları eski bir evden başka hiçbir şeyleri yokmuş.
Yaşlı adam, bir gün eski ve emektar evinin karşısına geçerek; “- Ey dedeme, babama ve bana mesken olan yaşlı ev! Çok kahrımızı çektin ve biliyorum ki artık çok yaşlandın. Yine biliyorum ki, bir gün sen de yıkılacaksın. Dedemin, babamın ve benim seninle eski bir hukukumuz var. Bizler senin içinde büyüdük, acı ve tatlı bütün günlerimizi hep seninle yaşadık… O yüzden bu hukuka dayanarak senden bir şey istiyorum. Ne olur yıkılmadan önce bana bir bilgi ver. Ver ki, çocuklarım altında kalmasın!” dedi.
Yine hikâye bu ya, yaşlı ev garip bir şekilde dile geldi ve vakur bir tavırla başını öne eğerek “tamam” dedi. “- Yıkılacağım zaman sana haber vereceğim…”
Derken, aradan günler ve aylar geçmeye, zaman ilerledikçe de yaşlı evin duvarlarında çatlaklar, ahşap kısımlarında da sarkmalar ve ayrılmalar meydana gelmeye başladı!
Yaşlı adam evinde gördüğü her çatlağı kardığı birkaç kürek çamurla tıkadı, ahşap kısımlarındaki her ayrılmaya ve sarkmaya da birkaç çivi çakarak onarmaya çalıştı.
Birkaç ay sonra, bu sefer evin diğer duvarları çatlayınca, yine aynı şekilde çatlayan yerleri birer avuç çamurla kapatarak, ahşap kısımlarına da birkaç çivi daha çakarak yaşamını sürdürmeye çocuklarını da o evin damının altında yaşatmaya devam etti!
Günlerden bir gün yaşlı adam, üç beş kuruş ekmek parası kazanmak umuduyla gittiği işinden evine döndüğü zaman, gözlerine inanamadı!
Emektar evi yıkılmış ve gözünün nuru sevgili çocukları da o evin altında kalarak feci bir şekilde can vermişlerdi!
Hayattaki her şeyini kaybeden yaşlı adam, büyük bir üzüntü içinde ağlayarak ve sitem ederek evinin enkazına seslendi:”- Ey nankör ev, hani hukukumuz vardı, hani sözleşmiştik, hani yıkılmadan önce bana haber verecektin. Bu muydu senin vefan?” dedi.
O da ne?
Önce enkazdan birkaç çatırdama sesi duyulduktan sonra, enkaz halindeki ev üzgün bir edayla başını kaldırdı ve kan oturmuş gözlerini yaşı adamın yaşlı gözlerine dikerek dedi ki: ”-Ey ev sahibim, ben ne sevgisizim, ne vefasızım, ne de nankörüm. Ama sen tam bir gafilsin.”
“- Ben aslında sözümü tuttum. Yıkılacağımı aylar önce ve defalarca sana söyleyebilmek için yırtındım…”
“- Fakat ne zaman ağzımı açıp sana haber vermeye kalksam, sen her seferinde eline aldığın bir avuç çamur ve iki çiviyle ağzımı tıkadın…”
Hikâye bu…
Peki, ben bu hikâyeyi niye anlattım?
Teşbihte hata olmaz derler.
Düşünün bir kere…
Ülkemizin hali de bu yaşlı adamla, eski evin hikâyesine benzemiyor mu?
Ne zaman birileri bir haber vermeye kalksa, hemen soruşturma açılarak ağızları kapatılmaya çalışılmıyor mu?
Ne zaman birileri gerçekleri dillendirmeye yeltense enselerine patlatılmıyor mu?
Ne zaman birileri gerçekleri yazmaya cüret etse tutuklanarak kalemleri kırılmıyor mu?
Demedi demeyin.
Bakın şimdi siz, muhalif olduğunu düşündüğünüz her yazarın kalemini kırmaya, her televizyoncunun defterini dürmeye, her şairin dizelerini susturmaya, her ozanın nefesini kesmeye ve her gazetecinin özgürlüğünü yok etmeye çalışıyorsunuz ya…
Bakın, bu gidiş gidiş değil!
Her yerden çatırtılar geliyor, ama siz yaklaşmakta olan yıkımı anlamaktan bihabersiniz.
Eğer bu memleketi ve bu aziz milleti ayakta tutan o duvarlar bir gün çökerse, emin olun altında hepimiz ezileceğiz.
Çöküş mü?
Belki fiziksel değil, ama çok daha kötüsü!
Benden söylemesi…
Hadi bakalım, isterseniz bir avuç çamuru da benim ağzıma tıkayın.
Bakın, büyük üstat Mehmet Emin Yurdakul nasıl haykırıyor:
“Ben en hakir bir insanı kardeş sayan bir ruhum,
Bende esîr yaratmayan bir Tanrı’ya iman var,
Paçavralar altındaki yoksul, beni yaralar.
Mazlumların intikamı olmak için doğmuşum.
Volkan söner, lâkin benim alevlerim eksilmez,
Bora geçer, lâkin benim köpüklerim kesilmez.
Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et!
Unutma ki şairleri, (yazarları) haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir!!!”