Pazartesi günü birkaç arkadaşla Emir Sultan’a gittik. Sinan Ateş’i ziyarete… Ne yazık ki kara toprağın altındayken…
Çiçekler kaplamıştı toprağının üstünü. Bir de şiir bırakılmıştı çiçeklerin üstüne. Bir dörtlüğünde şunları yazmış ozan…
Ulu Cami doldu taştı.
Gözyaşları sel oldu aktı.
İnsanlar sığmadı, yola taştı.
Abi dediğin dostların hani?
Televizyonlarda saatlerce konuşulanları, gazetelerde sayfalarca yazılanları, sosyal medyadaki yüz binlerce mesajı yalınlığın keskin kılıcıyla bir dörtlüğe sığdırıvermiş.
Bu satırlara ve şiirin sonundaki iki dizeye takılıp kaldım.
İki körpe yavru ağladı
Ciğerleri dağladı
Sinan Ateş, iki yavrusunu, eşini, anasını, babasını geride bırakıp gittiği ebedî mekânında yatarken ona doğrultulan silaha “Vur!” emrini veren her kimse veya kimlerse acaba şu anda nerede oturuyordur? Ne yapıyordur, neler düşünüyordur?
Onun ya da onların da anası, babası, yavruları yok mudur? Şu anda ağlayanlar, ciğerleri dağlayanlar kendi çocukları olsun isterler miydi?
Cevabını çok merak ettiğim bir soru: Tetiği çeken “şey”i geçiyorum, gerisindeki “şey” ya da “şey”lerin vicdanı var mı?
Bunları düşündüm.
***
Sinan Ateş’le vedalaştık. Oradan baba evine gittik.
Bir ara sokaktaydı evleri. Anadolu’nun herhangi bir kasabasında görebileceğiniz türden bir ev. Çocukluğumun geçtiği ev gibi mesela… Alt katta babasının olduğu odaya aldılar bizi. Yerde bir hasır var, yeşil beyaz desenli; kenarda da bir çul ve iki kanepe, iki koltuk var odada… Hani senin, benim, bizim evlerimizdeki gibi bir oda…
Babası, vakur bir adam! Ciğeri yanıyor belli ki ama dimdik karşıladı bizi. Tek tek taziyelerimizi sunduk. Ne kadar süren bir suskunluktu bilmiyorum ama o, bozdu suskunluğu. Kelimeler tane tane döküldü ağzından.
“Sözün bittiği yer!” dedi ve devam etti:
“Düşmanla savaşırken vurulup ölseydi ‘Vatan sağ olsun!’ derdim. Emniyet mensubu olup kanun kaçaklarıyla vuruşurken ölseydi yine ‘Vatan sağ olsun!’ derdim.
Söyleyin dostlar! Şimdi ben ne diyeyim?
İkide bir ‘ Dede! Babam ne zaman gelecek?’ diye soran torunuma ne cevap vereyim?
İntihar etsem inancıma sığmaz, zaten yaralı olan kalbim duruverse torunlarıma kıyamam. Baba yüreğim kanıyor, acısı anlatılamaz.
Söyleyin dostlar! Şimdi ben ne yapayım?”
Ben, emri verenleri bir kez daha düşündüm. Sıcacık koltuklar geldi gözlerimin önüne. Emri veren ya da verenler, kim veya kimlerdir? Onlar için koşuşturanlar, karşılarında el pençe divan duranlar, olanları gizlemek için köşe bucak saklananlar bir film şeridi gibi geçti gitti gözlerimden. Ankara’nın en güzide semtlerinden birinde, en çok kamerası olan bir yerde tetiği çeken ama hâlâ yakalanamayan “şey” mıh gibi saplandı aklıma.
Babaya verecek cevap bulamadım.
Ve ağladım…