Feridun Yıldız
Feridun Yıldız

Avrasya Jeopolitiğine Küresel Yaklaşımlar -2-

2. ABD
 
20. yüzyılın başlarında Doğu’yu Ortadoğu’yu coğrafik olarak derinden etkileyen ve saha hâkimiyeti açısından en önemli jeopolitik düşünce tarzı İngiliz düşünürü Sir Harold Mackinder’in Avrasya’ya yönelik “Tarihin Coğrafi Ekseni” adlı yazısından, geliştirilen doktrindi. Mackinder, “hayat sahaları” olarak adlandırdığı, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarını “dünya adaları olup, dünya adasının ana hatlarını coğrafi hisarlarla çevrili geniş bir bölge olan Avrasya’yı 1904’den 1945’lere kadar üç kez gündeme getirdi ve Avrasya’ya hakim olan dünyaya hakim olur” tanımlamasını yaptı.
 
 Mackinder’in dile getirdiği “Hayat sahaları” Batıdan Volga ırmağı, Doğudan Batı Sibirya, Kuzeyden Kuzey Buz Denizi, Güneyden Himalya sıradağları, İran ve Moğolistan dağlarınca çevrilmiş ve askeri açıdan istila edilmesi çok zor olan bir alandır. Bu açıdan iç kenar kuşak olarak sırtını Avrasya’nın kara parçasına dayamış ve su kenarında bulunan topraklardır. Bu coğrafyacının görüşüne göre; Ortadoğu ve Fars Körfezi, kenar kuşaktır ve bundan dolayı da özel bir öneme sahiptir. Yani bu bölgeler kara parçasıyla deniz’in birleştiği noktalar olup, kara ve deniz kuvvetlerinin aynı anda çalışacağı alanlardır. İkinci Dünya savaşından sonra bu kenar kuşak veya iç kuşağın jeopolitik teorisyeni olan ABD’li Nicholas J. Spykmann, her iki kuşak teorisini inceledikten sonra, kenar kuşak bölgelerin Amerika’nın güvenliği için önem taşıdığı tespiti ile, ABD’nin buralarda yoğunlaşması gerektiğini ileri sürdü.
 
Bu kenar kuşak bölgeleri; Sovyetler Birliği dışında, Avrupa Kıtası’nı, Küçük Asya bölgesini, Suudi Arabistan’ı, Irak’ı, İran’ı, Afganistan’ı, Hindistan’ı, Güney Doğu Asya’yı, Çin’i, Kore yarım adasını ve Sibirya’yı kapsıyordu.
 
Bu kenar kuşak teorisi doğrultusunda bölgenin güvenliğini İngiltere’den devralan ABD, Ortadoğu’nun büyük kısmında ve Fars bölgesinde emperyalist merkezler adına kendi denetimini geliştirerek, buradaki etkinliğini derinleştirdi. N. J. Spykmann, “bu bölgelerin Sovyetler Birliğinin denetimine girmesi halinde, Amerika güvenliğinin büyük tehditler altında olacağını iddia” ediyordu.[1]
 
Çağdaş Amerikan stratejistlerinden Zbigniew Brzezinski, The Grand Chessboard(Büyük Satranç Tahtası) isimli kitabının önsözüne, “Takriben beş yüz yıl önce kıtalar siyasi olarak birbirlerini etkilemeye başladığı zaman Avrasya dünya gücünün merkezi oldu” diyerek başlar.[2] Anglo-Sakson kültürün bugünkü hâkim devleti olan ABD’nin Avrasya hedefleri fikri kaynağını İngiliz jeopolitik uzmanı Sir Harold Mackinder’in 1904 yılında, “Avrasya’ya hükmeden dünyaya hükmeder” tespitinden almaktadır.
 
Brzezinski, I. Dünya Savaşının, Amerikan askeri kuvvetlerinin Avrupa içerisine kitlesel yayılımı için ilk fırsatı sağladığını, Woodrow Wilson İlkeleri’nin ünlü On Dört Maddesinin Amerikan kuvvetleri ile takviye edilen Amerikan idealizminin Avrupa jeopolitiğine sokulmasını temsil ettiğini savunur.[3] Ama ABD’yi küresel bir güç haline getiren savaş, II. Dünya Savaşı’dır. Savaşın galipleri ABD ve SSCB küresel iki güç olarak yıllarca insanlara dünyayı kendi aralarında paylaşma ve çekişme esasına dayanan Soğuk Savaş dönemini yaşattılar.
 
Sovyetlerin çevre ülkelerde yoğunlaşıp bu bölgelerde(Ortadoğu’da) etkinlik ve varlığını genişletme çalışması üzerine dönemin Moskova Büyükelçisi vekili George Cenan Sovyetlerin bölgede önünün kesilmesi için Washington’a “containment” teorisi denen sekiz bin kelimelik bir telgrafla önerisini bildirdi. G.Cenan bu önerisinde, “Sovyetler Birliğinin o topraklara inme ve yayılma gibi tarihi bir hedefinin olup, özünde saklı olduğunu buna karşı hiçbir şey yapılamaz” diyerek, “buna karşı set çekme ve etrafının kuşatılmasının” gerekliliğine vurgu yapmıştı.
 
Sovyetler Birliğinin önünün kesilmesi için, batının bilim merkezlerince topyekün geliştirilen çeşitli teoriler doğrultusunda, “Domino teorisi” olarak ilk defa 1947 yılında Amerika’nın Moskova elçisi William Pelit tarafından dillendirildi ve Amerikalı gazeteci Walter Lipmen ise, bu dönemi “soğuk savaş” dönemi olarak adlandırdı.[4]
 
SSCB’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte, ABD “Yeni Dünya Düzenini” ilan etti. ABD için Yeni Dünya Düzeni sürecinin en temel şartlarından birisi Avrasya’nın ABD tarafından kontrolüdür. Avrasya’nın, zengin enerji kaynakları dışında en önemli özelliği ABD’nin Dünya hâkimiyetine kafa tutabilecek potansiyel güçlerin de bu bölgede bulunmasıdır. Ortadoğu ve Avrasya bölgesindeki zengin yeraltı kaynaklarını kontrol altında tutabilmek için, ABD, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”ni (GOP) geliştirmiştir. Büyük Orta Doğu (Orta Doğu, Kafkasya ve Orta Asya), diğer bir ifade ile Arap Dünyası ve Türk Dünyasıdır. BOP’un amacı, bu coğrafyanın doğalgaz ve petrol kaynaklarının ABD’nin 21. yüzyılda da tek süper güç konumunu güvence altına alacak şekilde ABD’nin denetimi altına alınmasıdır.[5] 2004 Haziran ayında İstanbul’da gerçekleştirilen NATO Zirvesi öncesinde projenin adı Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi(GOKAP)’ne dönüşmüştür.[6]
 
Sovyetler Birliğinin çöküşüyle birlikte Karadeniz’in jeopolitiği ve ABD’nin bu bölge üzerindeki stratejileri önemli bir dönüşüm geçirdi. Karadeniz, Avrupa, Avrasya ve Orta Doğu güvenlik alanlarının oluşturduğu “şeytan üçgeninin” merkezi olarak kabul ediliyor. ABD Karadeniz’e yönelik oluşturduğu stratejide bölgeyi yalnızca denize kıyısı olan devletler üzerinden tanımlamıyor.[7] Bu projeye  “Genişletilmiş Karadeniz Projesi”  deniliyor. Bu proje ile ABD, Baltık Denizi-Karadeniz-Hazar Denizi havzalarını birleştiren bir bakış ile  “Baltık’tan Türkistan’a”  uzanan bir alanda etki kurmak istiyor. ABD’nin bu bölgede açıklanan beş hedefi var.
 
Bu hedefleri şu şekilde özetlemek mümkün: 1) Demokratikleşme, 2) Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyeliği, 3) Dondurulmuş çatışmaların çözülmesi, 4) Enerji güvenliği, 5) Rusya’nın etkisinin kırılması.[8]
 
Bölgeye yönelik ABD stratejisinin belirleyen temel dinamik ise Orta Asya ve Hazar petrollerine yönelik önemli uluslararası aktörlerin yoğun talebiyle ortaya çıkan enerji ekseninin, Karadeniz’i enerji naklinde önemli bir su yolu haline getirmesidir. Nitekim Orta Asya ve Hazar enerji rezervleri dünya petrol fiyatlarının istikrarı ve ABD’nin enerji temini için oldukça önemli.[9]
 
Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve İran İslam Devrimi gibi gelişmeler üzerine Ocak 1980’de ABD Başkanı Carter, Basra körfezinden petrol akışının Amerika’nın hayati çıkarı olduğunu, bu konuda meydana gelecek her hangi bir aksaklığa silahlı kuvvetler dahil her türlü yöntemle müdahale edeceğini açıkladı. Carter Doktrini ABD tarafından 1990-91’deki ve 2003’deki Irak müdahalelerinde uygulamaya konuldu.[10]
 
 “Medeniyetler Çağrışması” tezi ile 11 Eylül’den sonra Beyaz Saray’ın sanal bir tanımlama ile İslam’ı bir terör dini olarak tanımlamasının fikri temellerini hazırlayan Samuel P. Huntington’a göre, daha düzenli bir dünya ancak ABD’nin üstün olması ile kurulabilir:
 
"ABD’nin üstün olmadığı bir dünya, Amerika’nın uluslararası ilişkileri şekillendirmede diğer ülkelerden daha fazla etki sahibi olmaya devam ettiği bir dünyaya göre, daha fazla şiddet ve düzensizlik içeren, daha az demokratik ve ekonomik büyümenin daha yavaş olduğu bir dünya olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri’nin kalıcı uluslararası üstünlüğü, Amerikalıların refahı ve güvenliği, özgürlüğün, demokrasinin, açık ekonomik sistemin ve uluslararası düzenin geleceği için temeldir."[11]
 
Baba Bush’un 1991’de ifadelendirdiği ve Prof. Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” teziyle destekli ABD merkezli “Yeni Dünya Düzeni” yaklaşımı, bugün oğul Bush tarafından dünya siyasal atmosferinin odağı haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bu konuda 11 Eylül sürecinden fazlasıyla yararlanılmıştır. Yeni egemenlik çabaları için meşrulaştırıcı unsurlar üretilmiştir. W. Bush öncesinde temelleri atılan “Haydut Devlet”, Önleyici Vuruş“, “Asimetrik Savaş” gibi yeni kavramlar; hem tehdit konusunda yeni algılamaların oluşumuna dayanak oluşturmuş hem de algılanan tehdidin ortadan kaldırılmasının gerekçesi olmuştur. Bu kapsamda 2002 yılında ortaya konan yeni “Ulusal Güvenlik Stratejisi: Bush Doktrini” ABD açısından gelinen sürecin en kapsamlı ve en iddialı ama aynı oranda tartışmalı belgesi olarak boyutlanmıştır.
 
Bush Doktrini, Avrasya stratejisinin başarıyla uygulanabilmesi için, olası güvenlik sorunlarının aşılmasına yönelik genel bir çerçeve çizmektedir. Bu boyutuyla birçok küresel ve bölgesel aktörün hareket alanını kısıtlayıcı, stratejik öngörülerini zedeleyici anlamlar içermektedir. Bu durum, uluslararası zeminin kurum ve kavramlarıyla da çelişkiler yaratmaktadır. Başta Birleşmiş Milletler ve temsil ettiği uluslararası hukuk zemini olmak üzere, uluslararası ilişkilerin bilimsel dayanakları zaafa uğratılmaktadır.[12]
 
17 Mayıs 2001 yılında ABD Başkanı Bush’un söylediği gibi, enerji kaynaklarında çeşitlilik Amerika için önemlidir, sadece enerji güvenliği için değil, ulusal güvenlik açısından da büyük değer taşımaktadır.[13]
 
ABD’nin küresel hâkimiyet stratejisinin dış dünyaya karşı ilân ettiği temel argümanları şunlardır:
 

1.  Kendi tanımlarına göre uluslar arası terörü önleme ve yok etme,

2.  Gayri demokratik ülkelerin rejimlerini değiştirerek demokrasi ihraç etme.

 
ABD’nin 135 ülkede askeri, 702 civarında askeri tesisi var. Ordusunun yüzde 18’e yakını başka ülkelerdedir. Washington Ortadoğu ve Orta Asya’da on yıl içinde beş büyük üs daha inşa etmeyi planlıyor. Bu üsler bölgesel savaşlara göre şekillendirilecek.[14]
 
ABD güç projeksiyonu sergilerken sadece kendi silahlı kuvvetlerini kullanmaz. Brzezinsky’nin dediği gibi, “Kurumsal olarak NATO tarafından temsil edilen Atlantik Paktı, Avrupa’nın en üretken ve etkili devletlerini Amerika’ ya bağlar, böylece Amerika Birleşik Devletleri’ni Avrupa içi ilişkilerde bile temel bir katılımcı yapar… Amerikan sisteminin bir parçası olan küresel özelleşmiş organizasyonlar ağı, özellikle "uluslararası" mali kurumlar göz önüne alınmalıdır. Uluslararası Para Fonu(IMF)’nun ve Dünya Bankası’nın "küresel" yararları gözettiği söylenebilir ve seçmenlerinin dünya olduğu yorumu yapılabilir. Ancak gerçekte ağırlıklı olarak Amerika’nın etkisi altındadırlar ve kökenleri özellikle 1944 yılındaki Bretton Woods Konferansı’nda bulunabilir.[15]
 
Askeri saldırıyla Hitler Almanya’sının yapamadığını bu dönem Amerika NATO ortaklığı düşük yoğunluklu çatışmalarla ve bölgedeki liderlere verilen rüşvetlerle başarıyor görünmektedir. Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası finans kuruluşları bu bölgedeki ABD/NATO girişimlerini ekonomik açıdan desteklemektedir.
 
Sırasıyla ABD ve ortakları başarılı bir şekilde, Yugoslavya’nın seçimle iktidara gelmiş iktidarını devirdiler, Gurcistan’i ve Ukrayna’yı kolinize ettiler ve Estonya’yi, Litvanya’yi, Latviya’yi NATO’nun üyesi yaparak Rusya’ya güvenlik açısından Baltık bölgesinde büyük bir tehdit alanı oluşturdular. NATO’nun yeni üyesi olan bu devletler de korku eskiye dayanan anti-Rus bir gelenek mevcuttur.[16]
 
Irak; ABD’nin Soğuk Savaş sonrasına yönelik benimsediği ve uygulamak istediği genel bir stratejinin küçük bir parçasıdır. Avrasya’ya odaklanmış olan bu genel strateji; pazar ve piyasa etkinliğine ve doğal kaynak egemenliğine dayalı işlemektedir.
 
Bu bütünün içinde Irak, Afganistan sonrasında atılan ama bu defa daha büyük olan bir adımdır. Bu biçimiyle Irak’ın stratejisinin geleceği için, bir model, bir laboratuar işlevi taşıması hedeflenmektedir. Bölgede uzun süreli kalıcı ve egemen bir ABD pozisyonuna göre şekillendirilen hegemonya stratejisinin başka ülkeleri de kapsaması beklenmektedir ve şimdiden işaretleri oluşmaktadır. [17]
 
Bu noktada, Afganistan sonrası Orta Asya’ya yerleşen ABD açısından Fergana, ABD’nin bölgede kalma sürecini artırma ve bölgesel güvenlik teşkilatının varlığı açısından büyük bir öneme sahip olup, stratejik açıdan da vazgeçilemeyecek bir konumdadır. Tommy Franks ve diğer ABD’li yetkililerin yaptığı açıklamalar ve bölgede Amerikan kuvvetleriyle birlikte özellikle Kerimov rejimine bir tehdit oluşturan Özbekistan İslami Hareketi (IMU), Hizb–u tahrir vb. terör örgütleriyle mücadele için hazırlıklara başlanmış olması, bir süre sonra operasyonun buraya kaydırılmasını ve ABD’nin bu stratejik bölgeye yerleşmesini gündeme getirmektedir.[18]
Emekli Tüğgeneral Nejat Eslen’e göre, ABD’nin, Afganistan ve Irak ‘ta giriştiği askeri harekât ile konvansiyonel askeri gücünün doruk noktasına eriştiği ve konvansiyonel askeri yeteneklerle Avrasya’da yeni girişimlerde bulunma yeteneğini büyük ölçüde kaybettiği gözlemlenmektedir.[19]
 
Brzenzki’ye göre ABD’nin en büyük ortağı Avrupa’dır: “Avrupa, Amerika’nın desteklediği daha büyük bir Avrasya güvenlik ve işbirliği yapısının ana direklerinden biri olabilir. Ama her şeyden önce Avrupa Amerika’nın Avrasya’daki temel jeopolitik direnek noktasıdır. Amerika’nın Avrupa’daki jeostratejik çıkarları çok büyüktür. Amerika’nın Japonya’yla olan bağlantılarının tersine, Atlantik ittifakı Amerika’nın siyasi etkisini ve askeri gücünü doğrudan Avrasya anakarasına yerleştirmektedir.[20]
 
Ancak, Almanya ve Fransa tarafından ABD’nin “asimetrik savaş” hakkı “asimetrik bir tehdit” olarak görüldüğü söylenebilir. Nitekim Almanya Başbakanı Schröder’in şu sözleri sorunun yönünü belirlemektedir. “Artık koruyucu bir güç istemiyoruz. Eşit ilişki istiyoruz. Eğer ortaksak, ortaklar farklı görüşlerde olabilirler ve bunu da karşılıklı olarak kabul etmek durumundadırlar”. Kanada Başbakanı’nın “Rejimleri değiştirmeye başlarsak nerede duracağız? Buna kim karar verecek? Bugün Saddam, yarın kim? Önceliği kim belirleyecek?” sözlerinde altını çizdiğimiz sorular hiç kuşku yok ki, büyük çoğunluğun zihnini meşgul etmektedir.[21]
 
Brzezinski’ye göre ABD Avrasya’nın tamamına hâkim olabilecek bir güce erişmiştir. “Amerika Birleşik Devletleri’nin, Avrasya’nın tümü için bütünleşmiş, kapsamlı ve uzun vadeli bir jeostrateji oluşturmasının ve uygulamasının zamanı gelmiştir. Bu gereklilik iki temel gerçekliğin karşılıklı etkileşiminden ortaya çıkmaktadır: Amerika şimdi tek süper güçtür ve Avrasya da yerkürenin merkez arenasıdır. Bundan dolayı, Avrasya kıtasındaki güç dağılımında olanlar, Amerika’nın küresel üstünlüğü ve tarihi mirası için şüphesiz ki önemli olacaktır… Önemli hiçbir Avrasya sorunu Amerika’nın katılımı olmaksızın ya da Amerika’nın çıkarlarının tersine çözülemez.[22]
 
Ancak, Asya’daki kuvvet dengesi değişmeye başlamıştır. Bu değişim, yeni ihtilaflara ve ittifaklara yol açabilecek bir potansiyeli de beraberinde taşımaktadır. ABD açısından bu yeni dünya düzeninde, Rusya Federasyonu’nu dikkate almak artık bir zorunluluk haline gelmiştir.[23] Brzezinski’ye göre Rusya ABD’ye güç projeksiyonu sergilemeyecek kudrette değildir: “Amerika için Rusya, ortağı olmak için fazla zayıf, hastası olmak için de fazla güçlüdür.[24]Ona göre ABD için en büyük tehdit Rusya-Çin-İran koalisyonudur:” Potansiyel olarak en tehlikeli senaryo Çin, Rusya ve belki de İran’ın büyük koalisyonudur. Bu "hegemonya-karşıtı" koalisyon ideoloji ile değil, birbirini tamamlayan yakınmalarla olacaktır. Bu, büyüklüğü ve karşı çıkışın faaliyet alanı açısından bir zamanların Çin-Sovyet bloğunu andırabilir, ancak bu kez Çin önder, Rusya takipçi olacaktır. Böyle bir ihtimal ne kadar küçük de olsa, bu koalisyonu önlemek, ABD’nin Avrasya’nın batı, doğu ve güney bölgelerinde jeostratejik becerilerini eşzamanlı olarak kullanmasını gerektirecektir.”[25]
 
Rusya ise, ABD ile ters düşmeme, Taliban sonrası Afgan yönetimler ile iyi ilişkiler ve yakınlaşma, Orta Asya ülkeleri üzerindeki etkisini sürdürme, Bağımsız Devletler Topluluğu sınırlarını daha iyi kontrol etme, Çeçenistan sorunu dolayısıyla maruz kaldığı iç ve dış baskıyı azaltma, NATO ile yeni perspektifler oluşturma gibi nedenlerle ABD’yle işbirliğine girmiştir. Putin, bu krizden Rusya’yı siyasi ve ekonomik kazanımları en fazla olan bir şekilde çıkartmak isteyen bir strateji izlemektedir. Diğer taraftan bu işbirliğinin taraflar arasındaki orta vadeli stratejik bir ilişkiden öteye gitmeyeceğinin somut işaretleri de şimdiden alınmaya başlanmıştır. Nitekim Rusya’nın ünlü savunma ve strateji uzmanlarından Pavel Felgenhauer, ABD’deki terörist saldırılar ve ardından başlayan Afganistan operasyonu sonrasındaki ilk günlerde, ABD ile Rusya arasında Taliban’a karşı oluşturulan “ittifak” görüntüsünü, II. Dünya Savaşı sırasında 1941–1945 ABD ile Sovyetler Birliği arasında kurulan “geçici bir ittifak”a benzetmekteydi.
 
Diğer taraftan ise, her ne kadar Rusya ile Çin arasındaki ilişkiler çelişki ve ihtilaflarla dolu olsa da, her iki ülkenin de müşterek bir noktada her an anlaşmaya hazır oldukları da göz ardı edilmemelidir. Özellikle, Moskova’nın NATO’nun doğuya doğru genişlemesine karşı en başından beri Çin kartını oynaması ve arka bahçesine ABD’nin girmeye çalışması karşısında Çin’le zoraki bir işbirliği süreci içerisine girmesi bunun somut birer örneği olmuştur. Eğer, ABD Asya’da tek taraflı olarak hareket eder ve tek yanlı oynarsa, bir Rus–Çin uzlaşmasını tahrik etmesi kaçınılmaz olacaktır. Bunun sonucunda ABD’nin karşısına Çin, Rusya ve belki de İran’ın oluşturacağı “anti hegemonyacı” ve yalnızca ideoloji aracılığıyla değil, fakat birbirini tamamlayan ıstıraplarla birleşmiş büyük bir koalisyon çıkabilir.[26]
 
ABD’nin bölgedeki bu tip faaliyetlerine cevap olarak Çin, kendi bölgesinde gaz ve petrol geçişini sağlayacak olan hatlar inşa etmekte ve Rusya’yla birlikte Merkez Asya’yı içeren Pan-Asya enerji koridorunu kurmaya çalışmaktadır. Ayrıca bu bölgede Çin’i, Rusya’yı, Özbekistan’ı, Kırgızistan’ı, Kazakistan’ı ve Tacikistan’ı kapsayan Sangay İşbirliği Örgütü adında bir organizasyon kurulmuştur. Bu örgüt Birleşmiş Milletler ilkelerine göre kurulmuş olup ilkelerini bu birliğe bağlı ülkelerin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve istikrarını sağlamak olarak belirlemiştir.
 
Temmuz 2001’de Rusya ve Çin bölgedeki Batı yayılmacılığına birlikte karsı koymak amacıyla bir anlaşma imzaladılar. Rusya kendi savunma sistemini güçlendirmek ve yenilemek için yeni kuşak füze sistemleri üzerinde yoğun bir şekilde çalışmaktadır. Putin’in teklifiyle bu bölgede Rusya, Çin ve Hindistan merkezli bir eksen oluşturma girişimi ortaya çıkmıştır.[27]
 
Eylül 1997’de Çin ve Kazakistan arasında imzalanan anlaşmalar ile Çin, Kazakistan’ın ikinci büyük petrol sahası olan Uzen’i ve diğer üç sahayı Kazakistan ile ortaklaşa işletme hakkı sağlamış ve yapımı planlanan boru hatları ile buradan Sincan’a petrol taşınması kararlaştırılmıştır. Çin Milli Petrol Şirketi, Kazak petrol şirketi Aktobemunagaz’da %60 hisseye sahiptir.

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!