Seçim, siyaset, sayım derken siyasi rant uğruna toplumsal akıl neredeyse zıvanadan çıkarılmış durumdadır.
Biz bugün akıl ve ahlak üzerinde duracağız.
Bütün çağlar boyunca bireylerin en fazla ihtiyaç duydukları değerin “akıl” olduğu kuşku götürmez bir gerçektir.
İleridekileri geridekilere, yukarıdakileri aşağıdakilere egemen kılan en önemli güçün akıl denen meleke olduğu tartışılamaz.
Aklı kullanma yeteneğine göre insanların ve toplumların sınıflandırılmasının nedeni de budur. Gelişmiş ülkelerin “akıl devleti” olarak nitelenmeleri herhalde nedensiz değildir.
Aklını kullanan hâkim oluyor, kullanmayansa mahkûm oluyor.
Bir halkı köleleştirmek, sömürmek ve kullanmak isteyenler ilk önce o halkın akılla ilişkisini koparıyor.
Allah’ın insanoğluna verdiği aklı kullanamayanlar kendilerini kullandırma kaderinden kurtulamıyorlar.
Akıl imparatorlukları çağımıza egemen olmaya devam ediyorlar ve edeceklerdir. Akıl imparatorluklarından en önemlilerinin başında gelişmiş batı ülkeleri gelmektedir. İngiltere hanedan imparatorluğunu akıl imparatorluğuyla birleştirerek dünya üzerindeki önemli mevkini sürdürmektedir.
Akıl bu anlamda gerçek ile rüyayı, öz ile kabuğu, faydalı olanla olmayanı ayırt etmeye yarayan en önemli insani melekedir.
Bu yönü itibariyle akıl neredeyse insanla özdeşleşmiştir.
Aklı olmayanın dini, kimliği, kişiliği, şahsiyeti, haysiyeti kısacası hiç bir şeyi olmaz. Davranışlarına aklın yön vermediği kişi ya delidir ya da köle.
İnsanın insan olduğunun farkında olması her şeyden önce bir akıl ve bilinç sorunudur.
Bu bağlamda akıl her şeydir, her şey de akıldır demediğimizi belirtmek zorundayız.
Akıl insanın en büyük gücüdür ama kullanılma biçimine göre kötü emellerin aracı olabilir.
Bu bakımdan aklın ahlakın denetimine ihtiyacı vardır.
Zorbalık ve zulüm aklın ahlak denetimi dışına taşmasıyla ortaya çıkar. Kuşkusuz akıllı bir cani; akli melekelerini kullanmasını yeterince beceremeyen güçlü araçlara sahip bir masumdan daha etkilidir.
Aklın uygarlığı belirlemede, toplum hayatlarını sürekli kılmada, özgürlüğü, ekonomik ve sosyal hayatı geliştirmede hayati bir görev üstlendiği bilinmektedir. Hatta aklı her şeyin ölçüsü yapan birçok felsefi akımın varlığı dahi söz konusudur. Öyle bir noktaya gelinmiştir ki birçok yönü itibariyle akıl putlaştırılmıştır.
Montesquieu ise; “aklın çok aşırısının her zaman istenilebilir olmadığını ve insanların hemen her zaman kendilerini ortaya, uçlara olduğundan çok daha iyi uyarladıklarını” söylemiştir.
Akıla mukayyet olmak!
Bu noktada ahlakın akıldan daha önemli olduğuna vurgu yapmak gerekir. Ancak çoğu kez bireyin erdemini, ahlakını, faziletini ve değerlerini yüceltmek ya da muhafaza edebilmek için mutlak anlamda akli eylemlere ihtiyacı olduğunu belirtmekten geçemeyiz.
Mademki akıl psikolojik ve fizyolojik olarak ‘insan gibi insan olmanın’ temel şartlarından birisidir. O halde aklımızı en üst seviyede korumak ve kullanmak durumunda olduğumuzu belirtmeliyiz. Ancak her şeyin ölçüsü olarak aklı alan “kartezyen rasyonalizm”in aşırılığına da düşmemek şartıyla!
Aslında bireyler farkında olarak ya da olmayarak her an akli melekelerini şu veya bu ölçüde kullanır.
Kişilerin eylem ve düşüncelerinden akli unsurları alırsanız onu “et ve kemik” yığınına dönüştürmüş olursunuz.
Akılsız olarak nitelenen birçok tavrın içinde bile negatif bir akıl yürütmenin olduğunu düşünmek gerekir.
Bizim burada üzerinde durduğumuz şey; aklın sistematik ve metodolojik kullanımı ile ilgilidir.
Diğer yandan bireysel aklın olguları anlamaya ve açıklanmaya yeterli olmadığı durumlarda toplumsal akla başvurmayı ve diğer insanların aklından yararlanmanın başarı için bir zorunluluk olduğuna da dikkat çekmeliyiz!
Şöyle diyor Platon: “Yeryüzünün iki gücü vardır. Akıl ve kılıç. Çoğu zaman akıl kılıcı yenmiştir.”
O zaman kılıçtan korunmak için aklımıza mukayyet olalım!
Biz bugün akıl ve ahlak üzerinde duracağız.
Bütün çağlar boyunca bireylerin en fazla ihtiyaç duydukları değerin “akıl” olduğu kuşku götürmez bir gerçektir.
İleridekileri geridekilere, yukarıdakileri aşağıdakilere egemen kılan en önemli güçün akıl denen meleke olduğu tartışılamaz.
Aklı kullanma yeteneğine göre insanların ve toplumların sınıflandırılmasının nedeni de budur. Gelişmiş ülkelerin “akıl devleti” olarak nitelenmeleri herhalde nedensiz değildir.
Aklını kullanan hâkim oluyor, kullanmayansa mahkûm oluyor.
Bir halkı köleleştirmek, sömürmek ve kullanmak isteyenler ilk önce o halkın akılla ilişkisini koparıyor.
Allah’ın insanoğluna verdiği aklı kullanamayanlar kendilerini kullandırma kaderinden kurtulamıyorlar.
Akıl imparatorlukları çağımıza egemen olmaya devam ediyorlar ve edeceklerdir. Akıl imparatorluklarından en önemlilerinin başında gelişmiş batı ülkeleri gelmektedir. İngiltere hanedan imparatorluğunu akıl imparatorluğuyla birleştirerek dünya üzerindeki önemli mevkini sürdürmektedir.
Akıl bu anlamda gerçek ile rüyayı, öz ile kabuğu, faydalı olanla olmayanı ayırt etmeye yarayan en önemli insani melekedir.
Bu yönü itibariyle akıl neredeyse insanla özdeşleşmiştir.
Aklı olmayanın dini, kimliği, kişiliği, şahsiyeti, haysiyeti kısacası hiç bir şeyi olmaz. Davranışlarına aklın yön vermediği kişi ya delidir ya da köle.
İnsanın insan olduğunun farkında olması her şeyden önce bir akıl ve bilinç sorunudur.
Bu bağlamda akıl her şeydir, her şey de akıldır demediğimizi belirtmek zorundayız.
Akıl insanın en büyük gücüdür ama kullanılma biçimine göre kötü emellerin aracı olabilir.
Bu bakımdan aklın ahlakın denetimine ihtiyacı vardır.
Zorbalık ve zulüm aklın ahlak denetimi dışına taşmasıyla ortaya çıkar. Kuşkusuz akıllı bir cani; akli melekelerini kullanmasını yeterince beceremeyen güçlü araçlara sahip bir masumdan daha etkilidir.
Aklın uygarlığı belirlemede, toplum hayatlarını sürekli kılmada, özgürlüğü, ekonomik ve sosyal hayatı geliştirmede hayati bir görev üstlendiği bilinmektedir. Hatta aklı her şeyin ölçüsü yapan birçok felsefi akımın varlığı dahi söz konusudur. Öyle bir noktaya gelinmiştir ki birçok yönü itibariyle akıl putlaştırılmıştır.
Montesquieu ise; “aklın çok aşırısının her zaman istenilebilir olmadığını ve insanların hemen her zaman kendilerini ortaya, uçlara olduğundan çok daha iyi uyarladıklarını” söylemiştir.
Akıla mukayyet olmak!
Bu noktada ahlakın akıldan daha önemli olduğuna vurgu yapmak gerekir. Ancak çoğu kez bireyin erdemini, ahlakını, faziletini ve değerlerini yüceltmek ya da muhafaza edebilmek için mutlak anlamda akli eylemlere ihtiyacı olduğunu belirtmekten geçemeyiz.
Mademki akıl psikolojik ve fizyolojik olarak ‘insan gibi insan olmanın’ temel şartlarından birisidir. O halde aklımızı en üst seviyede korumak ve kullanmak durumunda olduğumuzu belirtmeliyiz. Ancak her şeyin ölçüsü olarak aklı alan “kartezyen rasyonalizm”in aşırılığına da düşmemek şartıyla!
Aslında bireyler farkında olarak ya da olmayarak her an akli melekelerini şu veya bu ölçüde kullanır.
Kişilerin eylem ve düşüncelerinden akli unsurları alırsanız onu “et ve kemik” yığınına dönüştürmüş olursunuz.
Akılsız olarak nitelenen birçok tavrın içinde bile negatif bir akıl yürütmenin olduğunu düşünmek gerekir.
Bizim burada üzerinde durduğumuz şey; aklın sistematik ve metodolojik kullanımı ile ilgilidir.
Diğer yandan bireysel aklın olguları anlamaya ve açıklanmaya yeterli olmadığı durumlarda toplumsal akla başvurmayı ve diğer insanların aklından yararlanmanın başarı için bir zorunluluk olduğuna da dikkat çekmeliyiz!
Şöyle diyor Platon: “Yeryüzünün iki gücü vardır. Akıl ve kılıç. Çoğu zaman akıl kılıcı yenmiştir.”
O zaman kılıçtan korunmak için aklımıza mukayyet olalım!