Uluslararası hukuk ışığında Ermeni soykırımı iddiası

Uluslararası hukuk ışığında Ermeni soykırımı iddiası

1915 olayları sırasında hükümetin tutumu ve yapılanlar değerlendirildiğinde gerçek ortaya çıkıyor.

BM Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni bir varsayım olarak 1915 olaylarına uyguladığımız takdirde, açıkladığımız bilgiler ve argümanlar ışığında, söz konusu olayları soykırım olarak tanımlamak ve Osmanlı Hükümeti’ni veya mensuplarını soykırımla suçlamak şu nedenlerle mümkün değildir:

Osmanlı Hükümeti’nin veya mensuplarının soykırımla suçlanabilmeleri için, suçun iki kurucu unsurundan birincisi olan objektif/maddi unsurun oluşması zorunludur. Bunun için de BM Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesindeki beş suç fiilinin (öldürme, ciddi zihinsel ve bedensel zarar verme, doğumları engelleme ve çocukları bir başka gruba nakletme) gerçekleştirilmesi için bir plan veya programın uygulanması, hükümetin veya mensuplarının Ermenilere karşı bu fiillerin gerçekleştirilmesi amacıyla emir ve talimat vermeleri, fiillerin işlenmesi için teşvikte bulunmaları veya fiillerin işlenmesine katılmaları gerekmektedir. Oysa, tehcir uygulamasında, sözleşmenin 2. maddesinde öngörülen bazı fiiller vuku bulmuş ise, bunlar tamamen hükümetin iradesi dışında gerçekleşmiştir. Bunları hükümete veya mensuplarına isnat edebilmek için hiçbir belge veya geçerli kanıt mevcut değildir. Gerçek şu ki, hükümet, bu tür fiillerin vuku bulmasının önlenmesi için gerekli önlemleri azami dikkat ve itinayla almış, bu amaçla çıkarılan yasalar ve verilen talimatlar ihlal edilince de ihlallerin önlenmesi için elde bulunan her türlü olanağı kullanmak suretiyle suçluları cezalandırmıştır. Bu durumda suçun objektif/maddi unsurunun oluştuğu söylenemez.

 

Belge ve plan yok

Osmanlı hükümetinin veya mensuplarının, Ermeni vatandaşlara karşı kıyım uygulama veya onları yok etmek amacına yönelik bir planı veya niyeti olmamıştır. Böyle bir niyeti veya kastı ortaya koyan bir beyan, talimat veya belge yoktur.

Tehcir kararı, askeri bir soruna karşı bulunan askeri bir çözümdür. Nitekim, Rus ordusunun karşısındaki Osmanlı 3. Ordusu’nun 26 Eylül 1914’te 168 bin 608 asker olan mevcudunun, önce Sarıkamış harekâtında, sonra da Van, Malazgirt ve Tortum vadisi savaşlarında verdiği ağır zayiatlar sonucunda 59 bin düzeyine inmesi, 1915 Mayıs ayına gelindiğinde piyade tümenlerinin 9 bin olması gereken mevcudunun 2 bine düşmüş olması, 3. ordunun savunma gücünü büyük ölçüde yitirdiğini ortaya koyuyordu. Ayrıca, cephedeki erzak ve cephane stoklarının da kritik düzeye düşmesi, lojistik destek zincirindeki kısa süreli bir kesintinin dahi, savaş halinde olan Osmanlı ordusu için son derece tehlikeli bir durum yaratacağını gösteriyordu. Bu dönemde Ermeni çeteleri 3. Ordu’nun lojistik ikmal koridoru olan Sıvas- Erzincan-Erzurum hattını her an kesme kapasitesine sahipti.

Ayrıca Diyarbakır-Bitlis-Van hattını izleyen güney ikmal koridoru da silahlı isyan nedeniyle tehdit altındaydı. Ordu, kendisi için şah damarı önemini taşıyan bu iki koridoru güvenli bir şekilde açık tutmak için cepheden kuvvet ayırma imkânına sahip değildi. Osmanlı Devleti açısından, tehcire başvurmayı yaşamsal bir zorunluluk haline getiren bu çaresizliktir. Bu bakımdan, tehcir kararına, askeri bir soruna bulunan askeri bir çözüm olarak bakılması doğru olur.

 

Askeri gerekçeler

4 Bakanlar Kurulu’nun 27 Mayıs 1915’te çıkardığı Sevk ve İskân (tehcir) Geçici Kanunu, “…ülke savunması açısından tehlike arz eden, düşmana casusluk yapan ve ülke çıkarlarına ihanet edebilecek kişilerin, imparatorluğun belirli bölgelerinde ikamete tabi tutulmalarını” öngörüyordu. Bu kanun uyarınca Ermeni halkın bir bölümünün imparatorluk toprakları içinde yer değiştirmeye mecbur edilmeleri, yukarda izah edilen askeri gerekçelere ilaveten, Ermenilerin Osmanlı topraklarını işgal eden Rus ordusu saflarına katılmaları, Rusya ile iş birliği yapmaları, gönüllü birlikler oluşturarak düşmana yardım etmeleri, Rus ordusu karşısında geri çekilme durumunda kalan Osmanlı ordusuna karşı sabotajlar düzenleyerek savunma hatlarının ardını ve ikmal yollarını tehdit etmeleri, birçok şehirde ayaklanarak Türk ve Müslüman halka karşı katliamlar yapmaları ve Türk ve Müslüman ahalinin köylerine silahlı saldırılar düzenlemelerinden dolayıdır.

Osmanlı Hükümeti’nin zorunlu yer değiştirme uygulamasının azami güvenli ve düzenli bir şekilde yapılması hususunda tam bir sorumluluk bilinciyle hareket ettiğinin altı çizilmelidir. Nitekim, bu konuda yüzlerce resmi arşiv belgesi mevcuttur.

 

Hükümet dikkatle izledi

Hükümet, savaş koşullarına rağmen tehcir sürecini dikkatle izleyerek göçe tabi tutulan halkın can ve mal güvenliğini korumak için mantıken elinde bulunan her türlü olanaktan azami ölçüde yararlanmıştır. Bu amaçla hukuk sistemini çalıştırmış ve Ermenilerin can ve mal güvenliklerinin korunması yolundaki kanun ve talimatlarının ihlalinden sorumlu gördüğü kişileri ordu mensubu, kamu görevlisi veya sivil olsun cezalandırmakta en ufak bir tereddüt göstermemiştir.

Olayların devamı üzerine daha radikal önlemlere başvurulmuş ve soruşturma komisyonları kurularak olayların çıktığı bölgelere gönderilmiştir. Anılan komisyonların yaptıkları incelemeler sonucunda kendilerine suç isnat edilenler Divan-ı Harplere sevk edilmiş ve yargılanan 1673 kişiden 67’si idam, 524’ü hapis, 68’i ise kürek, pranga ve sürgün cezalarına çarptırılmıştır.

 

Ermeni ihanetinin belgeleri

Esasında, Ermeni ihanetini teyit eden en güvenilir kaynak Bogos Nubar Paşa’dır. Nitekim, Paris Barış Konferansı’na katılan Ermeni delegasyonu başkanı Boğos Nubar Paşa, konferansta yaptığı konuşmada, “Kendi özgür iradeleriyle kaderlerini hak ve adaletin şampiyonu olan tarafla birleştiren Ermeniler, İtilaf Devletleri’nin ortak düşmanımıza karşı elde ettikleri zafer dolayısıyla bağımsızlığı hak etmişlerdir” diyerek Ermenilerin savaşta “muhasım taraf” olduğunu ilan etmiş ve ihanetlerinin ödüllendirilmesini istemiştir. Bogos Nubar, “The Times of London” gazetesinde yayımlanan bir mektubunda da şunları belirtmiştir:

“Ermeni gönüllüleri Fransız Légion Etrangère saflarında savaşarak zaferler kazanmışlardır. Légion d’Orient’deki sayıları 5 bindi ve General Allenby’nin kesin zaferine katkıda bulunan Suriye ve Filistin’deki Fransız kuvvetlerinin de yarısından fazlasını oluşturuyorlardı. Kafkasya’da, Rus ordularına katılan 150 bin Ermeniye ilaveten, Andranik, Nazarbekoff ve diğerlerinin komutasındaki 50 bin Ermeni dört yıl boyunca sadece İtilaf Devletleri’nin davaları uğruna savaşmakla kalmamışlar, aynı zamanda Rusya’nın çökmesinden sonra da, Mütareke’nin imzalanmasına kadar, Kafkasya’da Türklerin ilerlemesine karşı koyan ve engelleyen yegâne kuvveti oluşturmuşlardır.” (The Times of London, 30 Ocak 1919)

 

Katçaznuni’nin itirafları

Transkafkasya Ermeni Cumhuriyeti Başbakanı Havhannes Katçaznuni de, Anadolu ve Kafkasya’daki Ermeni milliyetçilerin savaşın başından itibaren Rusya’nın yanında muhasım taraf olarak yer aldığını şu ifadelerle belirtmiştir:

“1914 sonbaharında daha Türkler savaşa girmeden, Ermeni ihtilalci çeteleri çok heyecanlı ve gürültücü şekilde örgütlenmeye başladılar. Zihnimizde yoğun bir hayal dünyası yaratmıştık. Gerçekçiliği tamamen kaybederek hayallerimizin esiri olduk. Ermeni halkının imkânlarını, politik ve askeri gücünü fazla abarttık ve halkımızın Ruslara yaptığı hizmetleri fazla önemsedik. Çok mütevazı değer ve özelliklerimizi abarttığımız için, umut ve beklentilerimiz de abartılı oldu…”(Katchaznouni,Havhannes, The Armenian Revolutionary Federation Has Nothing To Do Any More, New York, 1955 s: 5-7)

Bogos Nubar ile Katçaznuni’nin yukardaki açıklamaları, Ermenilerin Ruslar safında yer almalarının tehcire bir tepki olduğu yolundaki iddiaların gerçeği yansıtmadığını ve Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan kurmak amacıyla Ermeniler ile Rusya arasındaki gizli ittifakın, savaştan çok önce yapıldığını ve savaşın başlamasıyla birlikte uygulamaya konulduğunu tartışılmaz bir şekilde kanıtlamaktadır.

 

Bazı tarihçi ve yazarların yalanları

4 Ermenilerin isyan etmemiş olduğunu, tehcire silahla karşı koymak durumunda kaldıklarını iddia eden tarihçi ve yazarlar açıkça yalan söylemektedir. Zira, Ermeni isyanının ve düşmanla işbirliğinin tehcir olayından önce başladığını ve savaşın patlamasıyla birlikte Ermenilerin Rusya safında yer aldıklarını tarihsel bir gerçek olarak kanıtlayan Osmanlı, Rus, Amerikan, Fransız, İngiliz ve Alman arşivlerinde binlerce belge vardır. Kaldı ki, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesinden sonra Ermenilerin ilk isyan tarihi olan 11 Kasım 1914 ile Tehcir Kanunu’nun çıkarıldığı 27 Mayıs 1915 tarihleri karşılaştırıldığı takdirde, bu iddiaların büyük bir yalan olduğu ortaya çıkar. Bu bağlamda, Bogos Nubar ile Katçaznuni’nin açıklamaları da Ermeni tarafının iddialarını çürütmektedir.

Ermenilerin Doğu Anadolu’daki çarpışmalar ve zorunlu göç sırasında kayıplar verdikleri doğrudur. Ancak, bunun, Osmanlı Hükümeti tarafından önceden ve taammüden hazırlanmış bir yok etme planı uyarınca yapıldığını iddia etmek ve kanıtlamak mümkün değildir. Kayıpların birinci nedeni, hükümetin, savaş koşullarının baskısı ve elindeki imkânların gayet kısıtlı olması nedeniyle asayişi sağlamakta aciz kalmış olmasından kaynaklanmıştır. İkinci neden, savaşın güç koşullarında araç, yakıt, gıda ve ilaç sağlama imkânlarının son derece kısıtlı olmasına ilaveten, iklim şartları ve tifüs gibi salgın hastalıkların da kafileler üzerinde ciddi tahribat yapmasından ileri gelmiştir. Kayıplara yol açan üçüncü neden ise, 1914-1922 yılları boyunca Ermeni çetelerinin saldırılarının yol açtığı iç çatışmalar ve savaşlardır. Bu zaman diliminde başlangıçta Ermenilerin Osmanlı Türklerine ve Müslüman ahaliye karşı yaptıkları katliamlar, toplumlar arasındaki kin ve intikam duygularını bilemiş ve kaçınılmaz olarak Ermenileri, Türk ve Müslüman halkın mukabelesine maruz bırakmıştır.

Ermeni liderleri, Paris Barış Konferansı’na muhasım taraf temsilcileri olarak katılma taleplerine gerekçe olarak, Osmanlı Devleti’ne karşı savaşta Rus, İngiliz ve Fransız orduları safında yer alan kayda değer büyüklükteki Ermeni birlikleri ile katıldıklarını göstermişler ve katlandıkları fedakârlıkları açıklamışlardır. Oysa, bilindiği üzere, siyasi gruplar BM Soykırım Sözleşmesi’nin koruması altında değildir.

Osmanlı Hükümeti’nin veya mensuplarının soykırımla suçlanabilmeleri için suçun ikinci kurucu unsuru olan sübjektif/manevi unsurun da oluşması gereklidir. Bunun için de suçun “özel kasıtla” işlendiğinin kanıtlanması zorunluluğu vardır. Yani, Osmanlı Hükümeti’nin, Ermenileri, sırf Ermeni olmaları nedeniyle tamamen veya kısmen yok edilmelerine odaklanmış bir irade ve niyetle (özel kasıtla) ve sözleşmenin 2. maddesinde belirtilen fiillere başvurarak varlıklarına son verdiğinin kanıtlanması gerekiyor. Uluslararası Adalet Divanı (UAD), 26 Şubat 2007 tarihli Bosna Hersek-Sırbistan davasına ilişkin kararında, özel kastın, ancak “mutlak ispat gücünü haiz unsurlarla” kanıtlanabileceğini ve karineye itibar edilemeyeceğini öngörmüştür. Bu durumda, özel kastın varlığının ispatlanması için, Osmanlı Hükümeti’nin, Ermenileri yok etme kastıyla hareket ettiğini ve tehciri bu amacın gerçekleşmesinde bir yöntem olarak kullandığını ortaya koyan bir eylem planının mevcut olması gerekiyor. Oysa böyle bir plan veya belge mevcut değildir. Ermeniler de, 95 yıldır tüm çabalarına rağmen, böyle bir niyet ve planı ortaya koyan tek bir geçerli belgeyi dünya kamuoyuna sunamamışlardır. Bu durumda, Ermeni soykırım iddiasının hukuken geçerli olduğunu iddia etmek mümkün değildir.

 

Türkleri ve Müslümanları katlettiler

Ermeni tezlerinin savunucuları, barışsever Ermenilerin hiçbir tahrik olmadan Türkler tarafından saldırıya uğradıklarını ve tehcire tabi tutulduklarını, bunun üzerine de Ermenilerin Osmanlılara karşı ayaklanarak işgalci Rus ordusu saflarına katıldıklarını, bu nedenle yaptıklarının bir meşru savunma hareketi olduğunu iddia ederler. Bu iddialar gerçek dışıdır. Zira Ermenilerin 19. asrın son çeyreğinden itibaren isyan ve terör hareketleriyle Anadolu’yu kana boyadıkları, Birinci Dünya Savaşı’nı da Osmanlı toprakları üzerinde Rusya’nın desteğiyle bağımsız bir Ermeni yurdu kurma hedeflerine ulaşma yolunda büyük bir fırsat olarak görerek topyekûn bir ayaklanmaya hazırlandıkları ve bu amaçla savaştan önce binlerce Osmanlı Ermenisinin Rusya’daki eğitim kamplarında eğitildiği ve Türk-Rus savaşı başlayınca da Rus savaş gücüne destek vermek üzere Rus ordusuna katıldıkları bir gerçektir. On binlerce Ermeninin de Taşnak ve Hınçak partilerinin liderliğinde Anadolu’daki depolarda saklanan silah ve cephaneyle donatılarak Türk ve Müslüman ahalinin katliamına giriştikleri ve Türk ordusunun lojistik ve ikmal hatlarını kestikleri arşiv belgeleriyle sabittir.

 

Somut kanıt yok

UAD’nin yukarıda belirttiğimiz kararından önce Ruanda ve Yugoslavya uluslararası ceza mahkemeleri, özel kasıt konusunda açık kanıt bulunmaması hallerinde karineye dayanarak soykırım kararları vermişlerdir. Bu bağlamda oluşan içtihada göre, Osmanlı Hükümeti’nin veya mensuplarının, suçu özel kasıtla işlediklerinin kanıtlaması için; Ermeni halkını yok etmeyi amaçlayan eylemlerinin belirli bir örüntü (pattern) ve karakteristik yansıttığının; soykırımı amaçlayan bir plan veya politikalarının varlığına işaret eden sağlam kanıtların mevcudiyetinin; hükümet yetkililerinin bu plan ve politikaların uygulanması hususunda emir ve talimat vermiş olduklarının; anılan yetkililerin suçu teşvik edici açıklamalar ve beyanatlar yaptıklarının; ve devlet yönetiminden sorumlu olan kişilerin suçun işlendiğinin bilincinde olmalarına rağmen bunu önleyecek girişimlerde bulunmadıklarının, somut belgelerle kanıtlanması gerekiyor. Ancak, tarihsel açıdan Osmanlı Hükümeti ve mensupları bu tür davranış ve eylemlerde bulunmuş olmadıkları gibi, bu konularda onlara karşı kullanılabilecek suç belgeleri de mevcut değildir.

Yukarda sözünü ettiğimiz içtihatlarda, genellikle suçun işlendiği ülkenin kültüründe, kıyıma uğrayan mağdurlara karşı ırkçı bir nefretin ve dışlayıcı/aşağılayıcı muamelelerin mevcudiyetinin, soykırımın kanıtlanmasında bir unsur olarak değerlendirildiği görülmektedir. Bu bağlamda, Ermeni tarafının, soykırımına maruz kaldıklarını ispat için, Osmanlı Devleti’nde Ermenilere karşı “nefret” hissinden kaynaklanan “ayrımcı” bir politika uygulandığını ve Ermenilerin, milliyetleri, dinleri ve ırkları açısından aşağılanıp toplumdan tecrit edildiklerini kanıtlaması icap ediyor. Oysa Osmanlı-Türk kültüründe Ermenilere karşı bu tür davranışların varlığından söz etmek mümkün değildir.

Gerçekte, tarihsel açıdan Türk-Ermeni ilişkileri son derece ilginç ve sıra dışı bir tablo yansıtır. “Dünya tarihinde, farklı dil ve din sahibi olarak bu kadar uzun süre, böylesine iç içe ve barış içinde yaşayan iki başka halkın gösterilmesinin çok zor olduğu” Türk ve yabancı birçok tarihçi ve yazar tarafından vurgulanmıştır. Almanya’da Yahudilere karşı varlığı açıkça görülen ve “Holocaust”a zemin hazırlayan geleneksel antisemitizme benzer bir anti-Ermenilik akımının Osmanlı İmparatorluğu’nda hiçbir zaman gözlemlenmediğinin, bilakis bunun tamamen tersi bir durumun mevcut olduğunun altı çizilmelidir.

Sonuç olarak, Soykırım Sözleşmesi açısından, soykırım suçunun objektif ve sübjektif unsurları oluşmamıştır. Bu da, Osmanlı Hükümeti’ni veya bazı mensuplarını Ermeni soykırımıyla suçlayan iddiaların temelsiz ve asılsız olduğunu ortaya koymaktadır. Bu şekilde tehcir olayının da, devletin varlığını koruma hakkı çerçevesinde meşru ve hukuken haklı bir önlem olduğu ortaya çıkmıştır.

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!