erol-sunat
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Mevlâna, Aşk, Pervane

Mevlâna, Aşk, Pervane

featured
service
0
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Bu makale, büyük İslam alimi ve mutasavvıfı Mevlâna Celaleddin Rumi’nin yaşamı, felsefesi ve mirası üzerine bir inceleme sunmaktadır. Yazar Erol Sunat’ın bakış açısıyla, Mevlâna’nın evrensel hoşgörüsü, insanları ırk, millet ve zenginlik ayrımı yapmaksızın kucaklayışı vurgulanmaktadır. Metin, Mevlâna’nın hayatındaki aşk ve tasavvuf merkezli yolculuğunu, özellikle de Konya şehrinin bu manevi uyanıştaki kritik rolünü ele almaktadır. Ayrıca, Mevlâna’nın kendisini Kur’an’ın kulu ve Hz. Muhammed’in yolunun toprağı olarak tanımlayan sözlerine yer verilirken, pervanenin ateşe koşarak can vermesi örneği üzerinden karşılıksız âşık olmanın anlamı açıklanmaktadır. Son olarak, kaynak, Mevlâna’nın kökeni hakkındaki tartışmalara odaklanarak, onun Farsça yazmasına rağmen aslının Türk olduğunu gösteren rubailerini ve uzman görüşlerini paylaşmaktadır.

 

Mevlâna, bütün insanlığı kucaklar, onda fakir, zengin, çocuk, yaşlı, genç ayırımı yoktur. Millet, memleket ayrımı yapmaz. Irklar ve renkler onu hiç ilgilendirmez. O, alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamberin nurlu yolundan rahmet incileri saçar.

Kur’an ve Peygamberimiz hakkında görüşleri aynen şöyledir;

“Canım bedenimde oldukça, Kur’an’ın kuluyum. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım. Birisi sözlerimden başka bir söz naklederse, ben o nakledenlerden de bezmişim, o sözlerden de…”

Hoşgörüsü engin, ufku zengindir onun, O gönüllere bakar, gönülleri okur. Gözlere dalar, o gözlerde temizliği, Allah nurunu yakalar.

Yanmaya hazır mumları, kandilleri ateşler, Aşkla yoğurur. Onda sevgiden ve aşktan başka kim ne ararsa, nafile arar.

Rebap ve ney, aşk notası çalar. Onlar aşk güftesini, en içli besteyle sunar da yanar gönüller, yanmak ne kelime tutuşur. Semâ’ya kalkar beden, kendisine bahşedilen makamlara doğru, Rabbine doğru uçar gibi gider, gider, gider…

Mevlâna bu aşk yolculuğunun kılavuzudur. Gönül yolcularının, yolculuklarına Konya’da başlaması ve bu işin Konya’dan başlatılması, düşünenler için akıllar ötesi bir olaydır.

*****

Aşkın kapısında ne ümitsizliğe ne korkuya ne tereddüde yer yoktur. Bu kapı bütün korkuları, endişeleri o anda bitirir. Değilse o kapıya aşk kapısı demezler.

Bu kapı, aşkın Konya Kapısı aslında.

Bu kapı nasıl bir kapı diye, hal bilmeze, yol bilmeze, iz bilmeze değil, yanana, yanan yüreği ile soluğu Konya’da alana, bir anda kendisini Konya’da bulana sormak lazım.

Bülbüle değil, kargaya gülü soruyorsanız sizin aşkla, gülle ne işinizin olduğunu sorarlar!…

Var git işine derler, senin ne aşk diye konuşan bir dilin, ne de aşk adında yürüyeceğin bir yolun var. Sen aşk yoluna gidenlere diken olmak istiyorsun, gül diye tarif ettiğin zakkumdan başka bir şey değil.

Belli ki sen ne gül görmüşsün ne bülbül. Çekil git aşk yolundan. Bu yol bildiğin o süfli yollardan değil. Sen seni değiştirmedikçe, kırk kere yürümeye kalksan, her defasında hiç yürümemiş gibi tekrar yolun başına geri dönersin.

Aşk aç gözlüleri sevmez.

Yetinmesi bilen, kanaat etmesini bilen aslında çok daha fazla bir şeyler koydu heybesine, götürdü gitti ülkesine, ya da memleketine, şehrine, köyüne, evine.

Şunu aldık, bunu verdik, şunu kazandık, aslında az daha kazanabilirdik diyenler var ya, onlar ziyanda olduğunu ne dünde anlamamışlardı, bugünde anlayamadılar zaten.

Susan kazandı, ben ben diye konuşan biz diyemediği için, biz dedirtilmediği için kaybetti.

Konya, bilene bir mihenk taşıdır aslında.

İçindekiler, ayarımız bilinmesin diye, türbenin önünden geçmezler, dışarıdan gelenler yağmurdan kaçar gibi bir gün içinde gelir ve giderler.

Diyar-ı Mevlâna burası.

Mevlâna gibi bir zatı, gerçekten seviyorsak, gerçekten duygularımızda samimiysek gelin bir karar alalım.

Ve diyelim ki; bundan böyle 17 Aralık günlerinde, onun dışında hiçbir şey olmayacak. Onu anacağız, onu hatırlayacağız, onun için gelenleri, onun dışında yapılan hiçbir açılışla ve seremoniyle buluşturmayacağız.

Böyle diyebilir misiniz? Böyle bir karar alabilir misiniz?

*****

Mevlâna, “Ey bülbül! Git de aşkı pervaneden öğren. Kendini alevin içine attı, yandı. Sevgilisi uğruna can verdi, sesi çıkmadı.” diyor.

Kim midir Pervane?

Pervane dünyadaki aşıkların en gözü karasıdır.

Karşılık beklemeyenidir.

Hesap yapmayanıdır.

Üç günlük heveslerin peşinden koşmayanıdır.

İş olsun diye âşık olmaz.

Âşık olmuş desinler diye, ortaya çıkmaz.

Aşkını dillere düşürmez.

Yerlerde süründürmez.

Pervanenin karşılık beklemeden sunduğu sevgiyi sevilen bilmese de, sevginin sahibi bilmektedir ya…

Ateşe koşan pervaneler çok ama çok eski hikayelerde kaldı…

Hatta öyle ki, gerçek miydiler, hiç yaşadılar mı diye sorular dahi soruldu.

O ateşin içinde yanan eriyen…

Ateşe bürünen… Aşka bürünen… Ateş kesilen…

Ve sevgiden aşk kesilen…

O pervaneleri var mı bilen? Var mı hatırlayan? Var mı anan? Var mı o pervanelerin yolunda olan?

Ah Mevlâna ah…seni kimse anlamadı ki…

Ne demiştin sahi;

“Üzgünlere ve mesud olanlara yoldaş oldum / Herkes benim bir arkadaşım olduğunu sandı / Lâkin, hiç kimse içimde biriken sırları araştırmadı / Oysa benim sırrım, şu inleyişlerin çok uzaklarında değildir. / Lâkin nerede o sırlara erecek nuru gören göz ve işiten kulak”

*****

2007 Mevlâna yılında, davetiye bastırmış ve “Mawlana Jalal al Din” diyerek, Mevlâna Celaleddin demekten imtina eylemiştik.

Ne oldu?

Yapılan jestten batı mest mi oldu?

Yoksa, bizim dediğimiz yere nasıl geliyorlar diye bıyık altında gülüp geçti mi?

Batıyı Mevlâna demekten, Mevlâna diye yazmaktan ve konuşmaktan kurtarmak için elimizden geleni yapmıştık.

Şu gün içinde aynı yolda yürümekte bir yanlışlık, bir hata, olumsuz bir davranış görmüyoruz!

Böyle olmalı, böyle olur, işin doğrusu budur demekten de vazgeçenimiz yok!

Batı, Mevlâna Celaleddin diye yazıp, okusaydı ve konuşsaydı ne olurdu?

İstediği zaman dönen, sürçmeyen, bülbül misali şakıyan dilini, döndürseydi, zorlasaydı ya Türkçe konuşmaya…

Kalemi, Mevlâna diye yazmaya çalışsaydı, alışsaydı, literatürlerine Mevlâna diye bir kelime, kavram ve anlam zenginliği girerdi!

Allamelerimiz, çok bilmişlerimiz, ahkam kesicilerimiz, işin içine her zaman olduğu gibi karışanlar, müdahale edenler nasıl göremediler bu inceliği?

Nasıl göremediler de, Mawlana diye başladılar döktürmeye…

Bizi özentiler…

Duruş ve tanıtım zafiyetleri…

Önünü-ardını hesap etmediğimiz, edemediğimiz düşünceler zora sokuyor!

2007 yılı üzerinden tam 18 yıl geçti.

Mawlana yazmaktan vazgeçemedik… İnanın 2107 olsa yine pek bir şey değişmeyecek diye endişe etmekten de kendimizi alamıyoruz.

*****

Mevlâna Türk’tür…Mevlâna’nın atalarının yaşadığı ve kendisinin de dünyaya geldiği Belh kenti, ünlü vatan şairi Namık Kemal’in ifadesiyle “Türkistan-ı kebir” denen bölgenin kadim bir şehridir. Bu şehrin X-XIII yüzyıllar arası etnik yapısı Türk’tür. Konuşulan dil, her ne kadar elit tabaka arasında yaygın olsa da Farsça değil, Doğu Türkçesi diyebileceğimiz Kaşgar Türkçesi, yani Türkçe’nin Hakanî lehçesidir. Mevlâna Ailesi, yine Namık Kemal’in “Türkistan” dediği Anadolu’nun eski bir Türklük merkezi olan Konya’ya gelmişti. Bugün Mevlâna birçok ülke tarafından paylaşılamamaktadır. Farsça yazdı diye İranlılar onu bir İranlı, Beth’te doğdu ve bu yer şimdi Afganistan’da diye onu bir Afganlı, babası Tacikistan’ın Vahş Nehri üzerindeki bir köy olan Vahş da ders verirken orada dünyaya geldi diye onu bir Tacik kabul edenler olmuştur.

Prof. Dr. Nuri Şimşekler, diyor ki, “Bu tartışma yüzyıllar boyunca yapılmadı, son 40-50 yıldır konuşuluyor. Mevlâna dönemin edebi dili olan Farsça ile yazmış. Zaten o dönem Türkçe edebi bir dil olarak fazla rağbet görmüyordu. Kaldı ki az sayıda da olsa Türkçe şiir ve beyitleri vardır.  Mevlâna bir rubaisindeki bu rubai yazma eserlerinin tamamında var ve İran’da yayımlanan matbu rubaileri arasında yer alır, kendisinin Türk olduğunu dile getiriyor. Türk olduğu konusunda şüphemiz yok…”

Prof. Dr. İsmail Yakıt diyor ki, “Mevlana’nın Kaşgar Türkü olduğunu birkaç kez bilimsel tebliğ olarak sundum. Mevlâna Türk’tür. Ailesiyle de Hakani lehçesiyle konuşuyor. Bu, Orta Asya’ya mensup bir lehçedir. Ahmet Yesevi’nin, Kaşgarlı Mahmut’un Türkçesi’dir. Türk olduğunun en büyük delili de oğlu Sultan Veled’dir. Mevlâna ailesi Karaman’a geldikten sonra doğmuştur.  Tüm Anadolu’da Anadolu lehçesi konuşulurken, evlerinde Hakani lehçesiyle beyitler yazıyordu. Zaten Mevlana’nın Farsçası da Anadolu Farsçasıdır. Elit kesiminin dili olduğu için, Selçuklunun resmi dili olduğu için bu dili kullanmıştır”

Mevlana’nın neredeyse tüm yazmalarında bulunan rubaisi şöyle:

“Yabancı bellemeyin beni, ben de bu ildenim, / Sizin vatanınızda kendi yurdumu aramaktayım, / Her ne kadar düşman gibi görünsem de, düşman değilim, / Her ne kadar Farsça söylesem de, aslım Türk’tür benim.”

*****

Mevlâna, aşk ve pervane…

Meselenin özünde sevgi var, hoşgörü var, vefa var, kardeşlik var, birlik var, dostluk var, vuslat var…

Bu güzel hasletler bize Hoca Ahmet Yesevi’den, Mevlâna’dan, Hacı Bektaş’ı Veli’den, Hacı Bayramı Veli’den, Yunus Emre’den emanet…

Bu hasletler cümle ayrılıklara, cümle tefrikalara set çekebilecek kudrette…

Yeter ki, hoş görüden feragat etmeyelim…

Yeter ki, birbirimizi kırmayalım, incitmeyelim…

Kalp kırmayalım…

Türk Milleti olarak birbirimizi bırakmayalım…

Ne diyordu Mevlâna?

“Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.”

Mevlâna, Aşk, Pervane
+ - 0

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Haberiniz ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

Bizi Takip Edin
KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.