Yol beni çağırdığı zaman önce sağıma ve soluma bakarım… Yoluma arkadaş olan var mı yok mu diye. Varsa eğer ne âlâ, yoksa da “önemli değil” der; devamında heybeme dolacak, kucaklayacak olacaklarımın heyecanıyla, yolların çetinliği ve kimsesizliği bana hikâye gelir. Olsa olsa yorgunluktan biraz dertlenirim o kadar. Sonrasında bolca paylaşacaklarım olacaktır ya, bunun için her zahmete katlanılır nasılsa.
Mutlaka her yolculuğumun birden çok durağı vardır. Bu duraklarda ki hasretliklerim ve de ardından uzun uzun sohbetlerim.
Bu sefer ki yolumun ilk hasreti ve ilk durağı (4 Nisan) ölüm yıldönümü dolayısıyla mezarı başında ki anma töreniyle nefeslendiğim Türk Dünyası’nın son Başbuğ’u Alparslan Türkeş’ti.
Ülkücüler için ne kadar kara bir günde olsa da, binlerce Ülkücü’nün koşarak geldiği, liderden ötede, bir ata, bir baba olarak sevgi ve şefkatle bağlandığı ‘Başbuğ’una’, derdini döktüğü gündür 4 Nisan…
Elbette o sadece Türk Milliyetçileri’nin ve Ülkücü hareket’in lideri değildi. O büyük Türk Dünyası’nda da kabul görmüş, davasıyla heyecan yaratmış, ‘Türk’ün yüreğine’ yol haritası çizmiş bilge bir insandı.
Zira Alparslan Türkeş ve önderlik ettiği kurumlar sayesinde Türk toplumu; “mazluma karşı Yunus’un sevgisini, zalime karşı Yavuz’un kudretini öğrendi. Kürşad’ın kırk çerisiyle gerçekleştirdiği Çin sarayı baskınındaki kahramanlığını, Attila’nın Avrupa’yı titreten gücünü, Alparslan Gazi’nin Anadolu aşkını hatırladı.
Edebali’de nasihatin önemini, Osman Bey’de makamın bile yok edemediği alçak gönüllülüğü buldu. İbn-i Haldun’da, İbn-i Sina’da, Fuzuli ve Mimar Sinan’da medeniyetin gerçek beşiğinin kendisi olduğunu bildi. Hz. Fatih’te hoşgörüyü, Dadaloğlu’nda, Köroğlu’nda haksızlığa ve zulme baş eğmezliği, Seyit Onbaşı’da imanı, Demircili Mehmet Efe’de Kuvay-ı Milliye’ye öğrendi. Enver Paşa’da at sırtında Turan coğrafyasında şehit olmayı, Mustafa Kemal’de dehalığı ve kahramanlığı gördü… Yani öz be öz ‘benliğini’ buldu.
İşte o idrak ile o gün -4 Nisan-, Alparslan Türkeş “aşk” ile bir kez daha anıldı… Ve o gün dualarda “ülkemizin ve Türk Dünyası’nın ülküsüne” bir kez daha “âmin” vardı.
Eğer Türk’ün Kızılelma Ülkü’sü yaşatılacak ve bu “birliğin” kuvvetinden ülkem yol alacaksa, bize düşen başka sorumluluk daha ne olabilir düşüncesiyle çıktığım yolculuğumda ikinci nefes durağım, ‘Töre’ oldu…
Töre Dergisi, tarihinden de aldığı güçle, bir nevi ‘ülküsü olanların’ duygu ve düşünce dünyasıyla kucaklaştığı, kendini bulduğu kültür ve edebiyat otağıydı. Töre, düşünen ve üreten insanların eserlerinin bir araya geldiği, geçmişten hız alarak gelecek nesillerde de fikri derinlik oluşturacak olan başlı başına bir kültür hazinesi.
Sevda aynı sevda; çatı ise bir o kadar sağlam… Fakat önemli olan o çatı altında “ne kadar” olunabileceği ve Töre sohbetlerinin samimiyeti. Sanat yönetmeni olarak Töre Dergisi’ne sahiplenmemi gerektiren ana unsur yalnızca ahde vefa değil, aynı zamanda Töre çatısı altında Türk Milliyetçiliği fikrine hizmet etme aşkımdır.
İsimli, isimsiz nice üretken insanların büyük bir inanç ve sorumluluk ile yaşatmaya çalıştığı bu ulvi emanete bugün sahip çıkabilmek, şahsım adına duyabileceğim tarifi imkânsız bir gururdur. Siyaset yapmak aynı zamanda bir sanatsa, insanlar da önce bu sanatta buluşabilmeyi becerebilmeli bence.
“Sanat veya bir dergi, ‘birliği ve dirliği’ nasıl başarır?” demeyin…
Töre veya başka bir sanat edebiyat çalışmalarının hepsi, insanların su yüzündeki gerçek halleridir ve de bunu resmeder…
Unutmamak gerekir ki siyasette de, sanatta da başarılı olmak için önce samimiyet sınavını geçmek gerekir.
Bugünlük son durağım işte “TÖRE’Yİ” sahiplenmek, yani samimiyet sınavımız. Hepimize hayırlı olsun