Yıl 1963… Ortaokul yıllarımızdı. Kayseri-Bünyan Ortaokulu öğrencisiydim. Koca koca bakır kazanlar gelmişti okulumuza. Hele bir de kepçeleri vardı, kocaman kocaman…
Sonra, küçük çuvallar içinde bir şeyler geldi.
Üzerinde İngilizce yazılar vardı.
Robert Kolej Mezunu, Müdür Yardımcısı olan İngilizce Öğretmenimiz Vedat Beye koşup ne olduğunu sorduk.
Süt tozu dedi…
Süt’ün de tozu olur muydu?
Hiçbirimiz bir anlam veremedik.
Öğretmenlerimiz, herkes yarın gelirken, bir bardak getirsin dedi, o gün.
Ertesi gün, meraklı bakışlarımız arasında, süt tozlarından sütler pişti…
Bazılarımız içmek istemedi.
Ama içmemiz konusunda, öğretmenlerimiz sütün faydalarını anlatan uzun konuşmalar yaparlardı o günlerde…
Onların içtiğini görünce, itirazımız nasıl olabilirdi?
Bir müddet bardak, bardak içtik süt tozlarını.
Anlaşılan bayağı fazlaydı gelen süt tozları.
Birkaç ay sonra, Okul Müdürümüz Metin İçtem bizi topladı, herkes birer tas getirsin dedi evinden, birerde kaşık…
Merak ettik, “Ne vereceklerdi ki…”
Koca bir kazan sütlaç bekliyordu ertesi gün bizi.
Süt tozundan sütlaç yapmışlardı.
Ne biçim bir süt tozuydu bu…
Süt de oluyordu, sütlaç da…
Uzun teneffüsümüz, ikinci dersi, üçüncü derse bağlayan teneffüstü.
Bazen dibi yanık oluyordu ama, sütlaç yenmez miydi?
Çocukluk işte…
Anamızın pişirdiğinden sanki daha lezzetliydi.
Bir tas yiyene, ikinci tas da veriyorlardı. Hele şişman bir arkadaşımız vardı. Dört-beş tas yemeyi hem marifet sayıyor hem de, yemek istemeyen, getirsin bana diyordu. Birkaç kez rahatsız olduysa da aldırmıyordu bile…
Yıllar sonra, büyüdüğümüzde, Amerikan yardımı çerçevesinde gönderilen süt tozlarını içtiğimizi öğrenecektik.
Seksenli yılların ortasında, okullardaki bakır kazanları ve kepçeleri topladılar ve Okullara gelir getirmesi açısından sattılar.
Böylece kocaman bakır kazanlı, dev kepçeli, süt tozlu devir tarihe gömüldü.
Bu sistem eğitimdeki süt tozlu, sütlaçlı beslenme sistemiydi.
Yerli malı haftalarında, senede bir gün, hepimize birer adet, parmak sucuk verdikleri de olurdu.
Parmak sucuk verdikleri gündü. Nur içinde yatsın, İlkokul Öğretmenim Halil Çoşkuner, ders bitiminde, herkes dışarı çıkarken bana kal demişti. Elinde, bir gazete kağıdına bir şey sarılıydı.
-Bunu al dedi, eve gidince açacaksın, sakın yolda açma…
Eve gidinceye kadar o küçük paketçiği açamadım. Eve geldiğimde o küçük, paketçiği anneme verdim. O açtı…
İçinde, bize o gün verdikleri küçük parmak sucuklardan biri vardı.
Kayseri- Yeni Mahalle Alpaslan İlkokulu 4.sınıf öğrencisiydim. Yıl 1960’tı…
Seksenli yıllarda, poşet poşet fındık, kuru üzüm dağıtılmaya başlandı o günlerin öğrencilerine.
O yardımın adına da Özal yardımı dendi.
İlçe Milli Eğitim Müdürü olarak, görev yaptığım İlçelerin birinde İlçe Kaymakamı ile birlikte İlköğretim Okulunun beslenme saatinde sınıfları dolaşıyorduk.
İlköğretim Okulu 1. Kademe, 3.sınıflardan birine girdik.
Kaymakam Bey, çocuklara beslenme çantalarında neler olduğunu sıraların üzerine koymalarını istedi. Genelde yufka, peynir, bazılarında haşlanmış yumurta vardı. Kimisinde de birer elma…
Ama bir çocuk vardı ki, onun çantasından yarım bir yufka ve kuru soğan çıktı.
Genç Kaymakamın ve benim gözlerim doldu.
Sosyal Yardımlaşma Vakfından hemen bir proje hazırladık.
O çocuklarımıza, okulda hem içecek bir şeyler hem de sucuklu-peynirli tostlar vermeye başladık.
O yıllarda ne taşımalı sistem ne de öğrencilere öğle yemeği veriliyordu.