Aşık vurmuş sazın teline, “Anlatırım, anlatırım anlamaz” diye sitem etmiş. Bazen yârine, bazen anlayışsız insanlara, bazen Ağalara, Beylere, bazen akrabasına, bazen kardeşine…
Ne mi yapmışız?
Sitem oklarından rahatsız olmuşuz!
Sesin güzel sazın güzel amma keşke bu kadar ileri gitmeseydin be Aşık diye konuşmadan da edememişiz. Haklısın amma diye başlayan kelamlar etmişiz. Yine de meselenin özüne inmemişiz. Zor gelmiş. Kaldıramamışız. Ağırımıza gitmiş.
Mısralar, nakaratlar, sözler, sazın içli nağmesi yayından fırlayan ve tam hedefinden vuran ok misali olunca gönüller bulanmış, zihinler karışmış, kime dedi, niye dedi, neden dedi soruları sorulmuş.
Sonra insanlar işkilli yürek misali o sözlere karşı kurulmuş.
Ardından çağırın o Aşığı bana demiş, o sitem oklarını üzerine alınanlar.
Aşık ben demiş şehir şehir gezerim, bu sözleri istisnasız her yörede söylerim. Alınan da olur, içimizi serinlettin, bizi teselli ettin diyende…
Ne seni tanırım ne bu vilayeti.
Bir garip Aşığım. İçimden ne geldi dilime, vururum sazımın teline.
Benim kavgayla, Beyle ağayla işim olmaz. Halkın ahlarını, feryatlarını, figanlarını, inlemesini, gözyaşını anlatırım her yerde. Duyanlara, duymayanlara, anlayanlara, anlamayanlara…Kimine dokunur. Dokunduğu yüzünden okunur. Kimini ağlatır, kimi de benim elimi kolumu bağlatır.
Sazımdan ayrı koyar. Sözlerime tahammül edemez.
Madem öyle…
Etme…
Şu garipleri üzme…
Garibin elinde tuttun da elini bir tutan, tutma diyen mi oldu?
Esas ona bak sen…
Haksızlık, hukuksuzluk söyletir aşığı. Sitemler benim değil halkın sitemidir. İşine gelmeyen hakaret diye alır üstüne. Sakın ha gitmesin bu sözlerim gücüne…Bakmakla görmek arasındaki o ince çizgiyi görene, o müşkülleri çözene can feda olsun, can kurban olsun…
*****
Doğru söyleyene yalancı, yalan söyleyene doğruları ne güzelde söylüyor diyebiliyoruz.
Lafların bir güzel eğildiğini, büküldüğünü, esnetildiğini görmezden gelebiliyoruz!
Lafa gelince…
Laf, bedava…
ÖTV’si yok, KDV’si yok.
Ötesi, berisi yok.
İçine biraz hamaset, biraz espri, biraz da hitabet katıldı mı?
Meydan gümbür gümbürleniyor.
Çarşı-pazar şenleniyor.
Kürsüler heyecandan yaprak gibi titriyor. Alkıştan meydanlar yıkılıyor. Hey maşallah diyorlar, Bölükbaşı mübarek! O da doldururdu böyle meydanları. İğne atılsa yere düşmezdi. Lakin rahmetliye sandıktan istediği oy çıkmazdı!
Zaman seçim zamanı.
Geçmiş zaman dahil bütün zamanların bir film şeridi misali gözler önüne serildiği, ders alma ve çıkarma zamanı…
*****
Kol kırık, kanat kırık…
Kalp kırık…
Hayal kırıklığı diz boyu…
Güvendiğin dağların sana aldırdığı yok.
İnat diye bir şey kaldı mı?
Bazılarımız diyor ki…
Hangi inat?
Ne inadı?
İnatlaşacak, inadımızı sürdürecek, şaka için dahi inat yapacak durumumuz yok.
İnat dediğin şey tuz-buz oldu…
Dağıldı.
Öyle bir rüzgâr esti ki parçası dahi kalmadı o inadın ne sağımızda ne solumuzda…
*****
Kalbi katı olanın, kalbi yağır bağlayanın kalbine giden yollar, aşılmaz surlar gibi.
Hani “Nuh diyor, Peygamber demiyor” derler ya…
İnadından dönmemek için, o inadın yanına yeminler ekleyenler, inadını aşılmaz dağ haline getirenlerde nihayetinde insan. Böyle birine kaç örnek verirseniz verin, kaç örnek anlatırsanız anlatın ne ikna olur ne dediğinden döner ne dediğinden vazgeçer.
Atalar, “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” dememişler mi?
Varsın desinler, beş söylediklerinin üzerine on daha eklesinler.
Anlamak işimize gelmezse, anlar görünür anlamayız. Dinler görünür, dinlemeyiz.
Mesele işimize gelip gelmeme meselesi olduğunda güya akan sular durur! En çok kaybettiğimiz de işte budur. Yani inatlaşma…Gerçekleri görememe…Görmek istememe…
İnsan hata yapmaz mı? Yanlış bir şeyler söylemez mi? Verdiği kararlar her daim hakikatlerle örtüşür mü? Doğruya doğru eğriye eğri deyip, hiçbirimiz bulunmaz Hint kumaşı değiliz, vazgeçilmez de diyebiliyor muyuz?
Mümkün değil…
Egolar, gururlar ve kibirler kırılabilseydi, dünya gerçekten güllük gülistanlık olurdu. Bizdeki gurur ve kibir burnundan kıl aldırmaz. Kimseleri beğenmez. Hele bir de yanında olanların sürekli onu övüp durmalarından, her yaptığını alkışlamalarından hoşlanıyorsa…
*****
Zor kırılan bir inada sahiptik. İnadımız inattı… Neredeyse inat da bir sanattı…Pandemi kırdı inadımızı…Hastaneler kırdı…Yoğun bakımlar kırdı…Karantinalar kırdı…Entübe edilmeler kırdı…Ölümler kırdı, ölümler…En yakınlarımız, en sevdiklerimiz gittiler birer ikişer…
Yetmedi…
Enflasyon kırdı…Açlık kırdı…Yokluk, yoksulluk kırdı…Burnumuz sürtüldü…
Bir anda ne kadar yalnız kaldığımızı, yalnız bırakıldığımızı anladık. Dibe vurduk. Girdaplarda döndük durduk…Kendimizi, uçurumların dibinde bulduk…Ne elimizden tutan oldu ne de tut elimi diye elini uzatan…Vefanın ne olup olmadığını tam anlamıyla anladık o zaman.
Kaç örnek versek mesele anlaşılır denirdi ya bir zamanlar…Hiç bu kadar çok örneğin muhatabı olmamıştık. Örnek yağdı başımızdan aşağı… Daha da anlamadın mı dercesine…
Kader sayısız örnek verdi. Felek örnek yağdırdı, al dedi istemediğin kadar. Hayat hani dedi, anlamak zorunda mıyım diyordun ya…
Ne dersiniz anladık mı?