Ah!.. İstanbul…

 

 

 

 Aslında bu bir kongreye katılım yolculuğuydu, Roma’da yapılan. Roma’ya giderken ve gelirken yaşananlardı.

Roma uçağına binmek için İstanbul Atatürk Hava Limanı’na indik. Uçak saatine daha uzun süre vardı. Üç arkadaş Eminönü’ne kadar giderek zamanı değerlendirmeye karar verdik. Birçok tarihi bina gördük. “Ah”, dedik, “ne kadar güzel bir şehir”. “Ne kadar düzensiz ve kirli…

Bir müddet binalar Mihrimah Sultan Camii’nin tarihi hakkında konuştuk.

Tarihi dokudan sonra gözüm halka ilişti. Fiziklerinde ki farklılıkları öylesine belirgin olan ülkelerden insanlar vardı. Çin, Japon, Arap, Zenci… Birbirinden farklı görüntüde ve dilde bir sürü insan… Yoksul görünümdeydiler. Sırtlarına bezle bağladıkları bebekleri vardı. Ayaklarında terlikler ve çelimsiz hallerinden yoksulluk içinde İstanbul’a sığındıkları belliydi. İstanbul’un onlara çok şey katacağı muhakkaktı. Ama onlar İstanbul’a ne katacaklardı?  Bunları kendi kendime düşünürken, aynı anda arkadaşım,  Ah İstanbul!!” dedi. “Nasıl böyle sahipsiz…

Neyse, gece Roma’ya ulaştık. Kalacağımız otelin kapısını bulamadık. Çünkü tarihî bir kapının arkasında gizlenmiş gibi duran eski bir apartman dairesiydi. Bahçesinde heykel vardı. Gece Roma’yı gezmeye başladık. Neredeyse döndüğümüz her köşe başında bir çeşme, ya bir havuz ya da bir meydan vardı. Roma’nın bu tarihi özelliklerine gece az ışık da bile hayran olduk. Gündüz gözümüzden bir şey kaçırmamak için, kuleleri, çeşmeleri, kurnaları, kapı tokmaklarını, kapıları, heykelleri izledik. Bu tarihi bölgeye neredeyse yeni hiçbir bina yapılmıyordu. Sadece onarım çalışmaları vardı. Mümkün olduğunca çevreleri açılmıştı. Şehirde gezerken yeni bulunmuş bir şehrin kalıntılarıyla uğraştıklarını ve o bölgeleri korumaya çalıştıklarını görüyordum.. Buralar adeta bir açık hava müzesi haline getirilmişti.

Ertesi gün kongre çalışmaları, sunumlar ve görüşmelerden sonra gece Venedik için yola çıktık. Hepimiz durmaksızın gezmek, görmek ve zenginleşmek istiyorduk. Venedik benzersiz doğası ve tarihi dokusuyla bir harikaydı. Pizza Kulesi’ndeki emek ve farklı ortam bizi şaşırtmıştı. Floransa açık ve kapalı müzeleriyle olağanüstüydü. Mikalenjelo’nun heykellerini, özellikle David heykelinin orijinalini ve yapayını gördük. Buralarda gezerken Kuran ayetlerinden bahsettik birbirimize. Her girdiğimiz kilisede, katedralde, “dom”da İhlas suresini okuduk..600 yıl yapımı süren domlar  vardı.

Dört kişilik gruptuk. Müthiş güzel anlaştık. Beklide ortak konumuz hayranlığımızı dile getirmekti. Sürekli “Aman Tanrım! Muhteşem, ne kadar özel” diyorduk. Bunları söylerken de “çok şükür buraları da gördük ya!” diye şükrümüzü sesli olarak sık sık dile getiriyorduk.

Ve tekrar Roma ya döndük. Sezar’ın “sende mi Bürütüs?” dediği yeri, âşıklar çeşmesini, tekrar görmeye gittik. Dişi kurtu emen Romus ve Romulus’u görünce ister istemez “Yaratılış Destanı” aklımıza geldi. Sabah Vatikan’ı gezdik. Mehterde “Delmiş Roma’nın kalbini mızrak gibi Hunlar” denilen yer burası olmalıydı. Ayrı bir ülke olarak adlandırılan bu yerde değişik kıyafetli göstermelik askerler dikkat çekiciydi. Devasa bir yapıydı. Ürkütücü derecede süslü, farklı aydınlanma şekli, sanatın, temel tekniklerini burada görmek mümkündü. Vitraylar, heykeller, resimler, mozaikle, dokumalar, yontmalar, vs… Allah’ın onlara da Müslümanlığı nasip etmesini diledim.

Gözlemler, bilgiler, sözler düşünceler beynimin içinde değişik renklere bürünüp, beni bir hortum gibi içine alıyordu…

Ve nihayet İstanbul… Hayallerimde bir İstanbul düşündüm… Kendi doğası muhteşem bu şehir de bir Açıkhava Müzesi halindeydi. Ancak biz ne kadar koruyup ne kadar geliştirebiliyorduk. Bir Topkapı Sarayı’nın Kutsal emanetler bölümünü yarım günde gezemediğimi hatırladım. Dolmabahçe sarayını gözümde canlandırdım. Sultan Ahmet Camii’ni ve güzelliğini. Ayasofya’nın farklılığını hayal ettim. Sultan Ahmet’in gül suyu ile aşırı yıkanmaktan gül kokusu yerine ayak kokusuna benzeyen kokusunu yaşadım. Üsküdar’da Mihrimah Sultan Külliyesi’ni düşündüm… “Ah, ülkem, ah” dedim. Neden bu tarihi binaların etrafını tamamen boşaltıp, bu hazineleri ortaya çıkartıp, geniş alanlara girişleri paralı hale getirip bu müzeyi koruyamıyoruz derken Facebook sayfasında bir haber ilişti gözüme. “Haydarpaşa Garı otel olacak” haberiydi bu. Üzerinden 15 dakika geçti geçmedi… Haydarpaşa Garı’nın tamir edilirken(nasıl bir tamir işiyse bu?)  yanmaya başladığını öğrendim… İçim yandı. Hala yanıyor. Türkiyemin elinden neler gidiyor? Kimlerin eline geçecek o arsalar kim bilir?

Sadece Haydarpaşa yanmıyor, yüreğim yanıyor, düşüncelerim yanıyor, hayallerim ve umutlarım kül oluyor…

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!