‘Zamân’ın muktedir kalemlerinden Ali Bulaç geçen hafta içerisinde ardarda yayımladığı iki makalesinde; Türkiye’nin en önemli sorunlarından birisi olan “Ayrılıkçı Kürtçülüğün” – Bulaç’ın tabiriyle Kürt Sorunu’nun- aşılmasına dönük tespitler yaparken, artık yeni bir aşamada olduğumuzu ve Yeni Türkiye’nin Yeni Anayasası ile bu sorunun çözüme yakınlığına dair açılımlar yaptı. Bununla birlikte Bulaç’ın yazılarındaki ana tema, Siyasal İslamcılığın konumu ve ‘yeni’ rolleri ile doğrudan ilintiliydi. Bulaç ümmet kimliğini salık verirken Türkiye’de ayrılıkçı-Kürtçülüğün bir demokrasi arayışı olduğunu düşünmekte ve bu demokrasi mücadelesinde de Türkiye’deki siyasal İslamcıların desteğini hiç esirgemediğini çeşitli dayanaklarıyla itiraf etmektedir. Bununla beraber İslamcılarla ayrılıkçı-Kürtçülerin kader birliği yaptığını ve bu sistemin çarkları arasında beraber ezildiklerini söylemektedir. Bulaç’ın referans olarak verdiği siyasal İslamcılığın rahle-i tedrisinden geçmiş bir isim olan; Erbakan’ın Güneydoğu Anadolu sorumlusu Altan Tan, gelinen süreçte ayrılıkçı-kürtçülüğün İslamcılıkla mezcine güzel bir örnek olarak ortada durmaktadır. Yani gelinen noktada işbirliği doğrulanmaktadır. Altan Tan, bugün BDP’nin desteklediği blokun bağımsız kürtçü milletvekillerinden birisi olarak her gün verdiği beyanatlrla şiddetle müzakere sürecini ve “şiddete dayalı demokrasiyi” yönlendiren isimlerden birisi konumundadır. Altan Tan 12 Haziran Seçimlerinin propaganda sürecinde Türklerin Anadolu’ya sonradan geldiğini ve misafir konumunda olduğunu söyleyecek kadar pervasızlaşmış durumdadır.
Bulaç, kendince spekülatif bir tarih felsefesi oluştururken; bu “hastalığı” yaratan en büyük mikrobun, Türk etnik kimliğine dayalı Türk ulusal kimliğinin homojen olmayan halklar üzerine tahakkümü olduğuna inanarak, yaşanan bütün sorunların kökeninde ‘Türk’ ulusal kimliğini görmüştür. Siyaset biliminin en temel konularından birisi olan millet kavramını kendilerince dönüştürme arayışında olan siyasal İslamcılık, birçok konuda olduğu gibi burada da yapı-söküm uygulamaktadır. Bulaç gibi küreselleşme rüzgârına nefes veren ve nefesini bu rüzgârdan alan kozmopolit ‘aydınlar’, tarihsel olarak en büyük hataya buradan, yani; Türk Ulusal Kimliğinin tasfiyesine dönük bakış açısını içselleştirerek başlamaktadırlar. “Bulaç’ta vücut bulan kozmopolitizmin sarhoşu” aydınların bu söylemlerle “konjonktürel olarak” hayli prim yaptıkları bir gerçek. Bence bu konular üzerine ahkâm kesip “aydın” namıyla boy gösteren bu kişilerin faydalanması gereken ilk kaynak Yusuf Akçura’nın 3 tarz-ı siyaset isimli makalesidir. Bu makale üzerine düşünülmeden izlenecek her düşünüş sakat ve kimlik sorunlarına karşı çözümden uzak kalmaya mahkûmdur.
Henüz Sultan Hamid’in İslamcı politikalarının doruğa çıktığı zamanlarda kaleme alınan, 2. Meşrutiyet’in bahşettiği liberal ortamı tatmadan ve henüz bu konularda konuşmak riskli bir mesele iken Akçura’nın ‘3 Tarz-ı Siyaset’te yaptığı tarihsel çağrı oldukça önemlidir. Akçura, İmparatorluğun sistemli çöküşünü yaşayan ve Dünya’da Milliyetçilikler Çağı’nın zirvesinin yaşandığı o zaman dilimlerinde yaşamış nesillerden birisi olarak; 1904’de Kahire’de yayımlanan makalede Osmanlılık ulusal kimliğinin çöktüğünü ve artık işlevselliğinden söz etmenin mümkün olmadığını, İslamlık, yani ‘ümmet’ kimliğinin çöktüğünü ve artık onun da işlevselliğini yitirdğini daha yeni ve daha güçlü bir ulusal kimlikle elde kalan büyük tebaanın o zamanki siyasal sisteme entegre edilebileceğini ve bunun mecburiyetini ilan etmişti. Akçura’nın tezi tarihsel olarak rüştünü ispat etti ve teyit edildi.
Bulaç’ın ve benzerlerinin yaşadığı en büyük sıkıntı, her şeyden önce terörizme dönük meşruiyet kazandırma maksat ve yahut “gafleti” ile ayrılıkçı-kürtçü terörizm tanımının içinin boşaltılmasıdır. İngiliz Başbakan’ı David Cameron’un, Münih Güvenlik Konferansında İngiltere’de çok-kültürlülüğün çok zararlı etkilerinin olduğunu ve daha güçlü bir İngiliz ulusal kimliği inşa etmenin ve yahut var olanın daha da güçlendirilmesine dönük stratejik açıklamasını; ne yazık ki Halkı ayrışma sürecine girmiş, ciddi bir bölünme süreci yaşayan Türkiye için iktidar elitlerinin görmezden gelmesi, bunun üzerine düşünmemesi oldukça düşündürücü.
Tüm bu olgusal gelişmelere rağmen yaşanan sürecin Tarihsel arka planının da göz ardı edilme işin bir diğer vahim noktası. Bulaç, kendisini etnik ve ya kültürel olarak nasıl ifade ediyor ya da kimlik tanımı ne yöndedir bilinmez; ama yanlış aksettirdiği bir diğer husus Türklüğün yalnızca bir etnisite, hatta Kürtlüğün tezadı olacak kadar küçük bir etnisite olarak görmesi artık normal kelimelerle açıklanamayacak vahim bir yansıma. Tarih’in son iki bin senesine damga vurmuş, dünya jeopolitiğini kültürel, dinsel ve askeri olarak dönüştürmüş; 3 kıtadan çekilmiş Anadolu’da gayrı-tabi sınırlar arasına sıkıştırılmış bir milletin gelinen noktada yalnızca etnisite olarak kavramsallaştırılması bir vicdansızlık, insafsızlık değil; başlı başına bir kasıt, başlı başına bir inkâr ve başlı başına bir asimilasyon örneğidir…
Bulaç, entelektüel kimliği sosyolog olmasına rağmen; dünya sosyoloji tarihinin en önemli isimlerinden İbn Haldun’un tüm zamanlar için doğru bir tespitini görmezden gelmektedir. Haldun; “…milli asabiye, dini asabiyeden önce gelir” derken Bulaç’ın ve benzerlerinin salık verdiği ümmet çatısının çökmeye mahkûm olduğunu 700 sene öncesinden tespit etmiş bulunmaktadır. Nitekim yaşanan 1.ve 2. Dünya savaşı da Haldun’u ve tespitini doğrulamıştır.
Peki, bunca tarihsel bilgi birikimi ortada dururken, neden Bulaç tarzı bunca kalem ve mikrofon sahibi tam tersi şeyler söylüyorlar? Çünkü onlar işlerini yapıyorlar; onların işleri küresel emperyalizmin tetikçiliği…