Ağlamak ferahlamaktır, rahatlamaktır. Arınmaktır. Gözyaşları yüreklerin yanmasıyla birlikte akmaya başlamışsa orada olağanüstü haller yaşanıyor demektir.
Kalpler yumuşamış!
Mağrurluk pes etmiş!
İnsanlara tepelerden bakmak kenara alınmış!
Garipleri hor görmek yerini tövbeye bırakmış!
Kendini diğer insanlardan üstün kabul etmek geri adıma dönüşmüş!
Gurur ve kibir pişman olmanın bir ifadesi olarak kabul görmüştür.
Çünkü o gözyaşları, ne kadar pişmanlık varsa, ne kadar yanlış varsa ve ne kadar hata varsa hepsini sel suları misali alıp götürmüştür.
Derdini ve sıkıntısını devamlı içine atan ve ağlayamayan insan azap çeken insandır. Ağlayamadığı için o kalp o yükü daha fazla çekemez diye anlatılmıştır. Ağlamak yürekle ilgili bir konudur.
Yüreğinizde tarifsiz bir ezilme, yanma, sızlama olmazsa ağlayamazsınız. Yalandan ağlamalarla, yüreği yananın ağlaması bir değildir. Yalandan ağlayanın ağlamak için kendince geçerli sebepleri vardır. O sebepler hallolduğunda ağlama biter!
Oysa yüreği yananın ağlaması farklıdır. Yüreğinin yanması kendi elinde değildir. İnsan kendi kendine yüreğini yakamaz..
Yürek yandığında ise hiçbir göz, gözyaşlarına dur diyemez!
Hemen bir çoğumuz kolay ağlayamayan insanlarız. Rabbim ağlatmasın diye dua etsekte, acılı bir durum karşısında ağlayan insanlara bırakın ağlasın, rahatlasın deriz.
Ağlamak lafla, ağla demekle, oturduk ağlaştık gibi anlatımlarla gerçekleşen bir olay değildir.
İnsan kendini zorlayarak ağlayamaz!
Çünkü, ağlamanın manevi yönü çok daha başkadır!
Hz. Mevlana, ” Yarabbi kalplerimizi mum gibi yumuşat!” diye dua ederken, kalplerin yumuşamasına dikkat çekiyor.
Kalplerimiz ne yazık ki, gitgide taşa benzemeye başladı sevgili okurlar…
Merhametsiz!
Acımasız!
Bencil!
Egoist!
Nasıl yumuşayacak bu kalpler?
Taş kalpleri sözle, nazik ifadelerle yumuşatmak bir hayli zor!
Zor da, bizler için zor!
O yürekleri yakacak bir kor olmalı!
Bir sebep olmalı!
Yaradan murad ettikten sonra, en hoyrat, en sert, en haşin, taşa en fazla benzeyen kalbin yapabileceği bir şey yoktur.
Yürek yanmaya başladı da, sızısı insanın içine düşmeye başladı mı, elinde hiç bir şey olmayan kalp ne yapsın, neye dirensin, kime dirensin?
Çırpınan bir kuşa benzer adeta…
Yürekler yanmaya başladığı an, yangın gözleri bulur, ateşi gözleri de yakmaya başlar.
Çaresiz göz, gözyaşlarını zaptedemez hale geldiğinde, kapılardan sığmayan, nara attı mı bütün bir mahalleyi ayağa kaldıran, neredeyse 8-10 kişinin zaptedemediği, her gün bela arayan, olay çıkaran, çatmadığı, üzerine yürümediği insan kalmayan o koca vücut sarsılmaya, inlemeye başladığında ne mi olur?
Hıçkıra hıçkıra ağlamalar başlar!
Onca yılın dışa vurulamayan pişmanlıkları dile gelir bir anda…
Böylesi ağlamalar nasip işidir, lütufdur, ihsandır.
O taş kalpli diye bilinen insan kalbinin yanmasına ne mani olabilir, ne de engel. Artık hiç bir şey elinde değildir.
Onların içinde sabahlara kadar ağlayanlar olmuştur. Ertesi gün son derece anlayışlı, munis, gani gönüllü, hoşgörülü bir insan yürür gider mahallenin ortasından.
Yanan yüreği, ağlamaktan kendini alamayan gözleri onu kendine getirmiştir. Kalbi mum misali yumuşamıştır.
Hz. Mevlana, bu konuda ” Yürek yanmadıkça, göz yaşarmaz!” diyor. Rabbimiz dilemedikçe, kimsenin yüreği yanmaz sevgili okurlar, yürek yandığında da, o insan gözyaşlarıyla birlikte kurtuluşa erer.