“Tarihe damga vurmuş devletler vardır. Her biri; tarih sahnesinde farklı bir rol üstlenmiş, görevini yerine getirmesi ile de yerini başka bir devlete bırakmıştır.
Osmanlı’nın geri kalışının nedeni, felsefe-düşünceden uzaklaşması, sistem ve kurumlarını geliştirememesidir.”.
Hegel’e Göre
Bir devletin geri kalması, anormal bir şey değildir. Zira tarihe damga vurmuş böyle birçok devlet vardır. Bu da; tarih sahnesinde üstlendiği rol, görevini yerine getirmesi ve yerini başka bir devlete bırakması ile ilgilidir.
Devlet hayatında, sürekli bir değişim-gelişim vardır. Bunu belirleyen, felsefe-düşüncedir. Felsefe-düşünceden uzaklaşan; bilgiyi üretemez, sistem ve kurumlarını geliştiremez. Bu da geri kalışını getirir.
Görüşü Açısından Analiz ve Yorum
Felsefe ve Düşünce
Osmanlı düşüncesi; İslam düşüncesinin Gazali’den sonra, felsefe-kelam-tasavvuf ilimleri ile sentez haline gelmiş bir görünümüdür. Bu nedenle; düşüncesini şekillendiren felsefe, tasavvuf ve kelam olmak üzere üç ilimden söz edebiliriz.
Kuruluş dönemi ilim geleneği eklektiktir. Yani mevcuttan istifade ve geliştirmeye yöneliktir.
Muhyiddin İbnü’l Arabi’nin; tasavvufu felsefe ile buluşturan vahdet-i vücut öğretisi, bu döneme damga vurur. Kelamda da Maturidi ekolü hâkimdir.
Davud-i Kayseri (Osmanlı’da ilk müderris, felsefi tasavvufçu, kelamcı), Şeyh Bedreddin (felsefi tasavvufçu), Kutbeddin İzniki ( tasavvufçu) ve Molla Fenari (Eşariliğe felsefi özellik kazandıran Fahreddin Razi Okulu temsilcisi, Osmanlı medrese sistemine felsefi-eşariliği yerleştiren kişi), dönemin ünlü düşünürleridir.
Tıpta; Sabuncuoğlu Şerefeddin, Aydınlı Hacı Paşa, matematikte; Bursalı Kadızade Rumi, mimaride; Ali Neccar, tarihçilikte; Behişti, Aşıkpaşazade, Hadidi, Şükrullah ve Kerimuddin Mahmud-ı Aksarayi dönemin ünlü bilim adamlarıdır.
Kısaca, kuruluş dönemi Osmanlı düşüncesini en çok etkileyen felsefi tasavvuf oldu. Fenari ile felsefi tasavvuf yerini felsefi eşariliğe bıraktı.
Felsefe ve Düşüncede Patlama
Fatih dönemi; felsefe ve düşüncede, patlama yaşandığı bir dönem oldu. Tabi ki bu; fetih sonrasında, İstanbul’u bir kültür-bilim merkezi yapma hedefinden kaynaklandı.
Maveraünnehir’deki ilim potansiyelinden istifade etti. Ali Kuşçu, Ali Tusi gibi alanında öne çıkan kişileri İstanbul’a davet etti, İstanbul’da kalmasını sağladı.
İstanbul’un ilk Osmanlı yükseköğretim kurumu olan Sahn-ı Seman’ı kurdu, başına bir astronom-matematikçi-dil bilimci olan Ali Kuşçu’yu getirdi, burada başta akli ilimler olmak üzere her ilmin okutulmasına özen gösterdi.
İstanbul, farklı mezhebe sahip düşünce-bilim adamlarının toplandığı bir merkez oldu.
Konusunda uzman kişilerin katıldığı, her fikrin serbestçe tartışıldığı, sohbet toplantıları düzenledi. Burada; Gazali’nin felsefeye karşı çıkışı ile dile getirilmesinden çekinilen felsefe ve konuları ele alındı, Aristo-Sokrates’ten İslam dünyasındaki felsefi akımlara kadar her şey konuşuldu, tartışıldı.
“Maveraünnehir’den bilim adamı ithal etti, ama elindekileri kaçırdı” diyenler var. Bu; hem doğru, hem de yanlıştır.
Zira Bizans’tan İtalya’ya giden Gemistus Plethon, Trabzonlu Bessarion, Theodor Gaza, George Amiroutzes, George Scholarios vb filozof-bilim adamları; öyle anlatıldığı gibi bir kapasiteye sahip değildi.
Bunların; İtalya’daki Rönesans’ta, önemli bir rolü olmadığı da Batılı kaynaklardan anlaşılıyor.
Hanefi-Maturidi Osmanlı kimliğine rağmen; Eşari aidiyetli Razi ekolü, medreselerde hâkim konuma geldi. Bu; Fatih’in Eşariliği benimsemesi ile değil, Eşariliğin kaynak zenginliği ve felsefi bir özellik kazanmasıyla ilgili idi. Yani Fatih için önemli olan felsefi kelamdı.
Felsefi kelam geleneği, 100 yıl sürdü. 16. yüzyılın ilk yarısında zirveye ulaşırken, sonrasında bir düşüşe geçti. Felsefe, mantık, kelam, fıkıh ve tasavvuf alanında birçok düşünür yetişti. Polimat (birçok alanda engin bilgiye sahip) özellikte ya da alanında tanınmış çok sayıda bilim adamı ortaya çıktı.
Önemli düşünürler;
Molla Hüsrev Mehmet Efendi (felsefe, mantık), Muhyiddin Kafiyeci (felsefe), İbn Hüman (felsefi kelam), Hızır Bey; (felsefi kelam), Hayali Ahmed Efendi (felsefi kelam), Hoca Sinan Paşa ( felsefi kelam, felsefi tasavvuf), Ali Tusi (felsefe, mantık, kelam), Hocazade Muslihiddin Mustafa (felsefe, kelam), Molla Lütfi (felsefe, mantık, mizah), Devvani (felsefi kelam), Kınalızade Ali Efendi (felsefe, kelam), Muhyiddin Muhammed Karabaği (tefsir, hadis, fıkıh, fıkıh usulü, Arap edebiyatı), Taşköprizade Ahmet Efendi ( tefsir, kelam), Birgivi Mehmet Efendi (İbn-i Teymiye Okulu temsilcisi, Kadızadeliler hareketinin fikir babası), Mirim Çelebi (felsefe).
Önemli bilim adamları;
Ali Kuşçu (astronom, matematikçi, dilci), Takiyüddin (astronom, matematikçi, fizikçi, optik bilimci, mühendis), Matrakçı Nasuh (siyasetçi, asker, matematikçi, tarihçi, coğrafyacı, haritacı, mimar, minyatürcü), Bahaüddin Amili ( astronom, matematikçi, şair), Seydi Ali Reis (astronom, matematikçi, coğrafyacı, şair) ve Mirim Çelebi (astronom, matematikçi); Polimat özellikte bilim adamlarıdır.
Mimaride; Acem Ali, Atik Sinan, Mimar Sinan, Dalgıç Ahmed Paşa, Davud Ağa, Mimar Hayreddin, Sedefkâr Mehmet Ağa, minyatürde; Nakkaş Nigari, Nakkaş Sinan Bey, Nakkaş Osman, Seyyid Lokman, Nakkaş Nakşi, Nakkaş Hasan, tıpta; Ahi Mehmet Çelebi, Yakup Paşa, Akşemseddin, Amasyalı Amirdovlat, Moses Hamon. Jozef Hamon, dil- edebiyatta; dilci Bergamalı Kadri, şair Fuzuli, Baki, Hayali, Nev’i, Lütfi Paşa, coğrafya ve haritacılıkta; Ali Ekber Hıdai, Piri Reis, tarihçilikte; Neşri, Oruç Bey, İbrahim Peçevi, Celalzade Mustafa Çelebi, Mustafa Cenabi, Enveri, Kâşifi, Gelibolulu Mustafa Ali, Hoca Sadeddin Efendi, Kemal Paşazade ve Selanikli Mustafa Efendi öne çıkan isimledir.
Felsefe ve Düşünceden Uzaklaşma
16. Yüzyılın ilk yarısında zirveye çıkan fikri hareketlilik ve farklı bilim alanındaki gelişme; yerini önce hız kaybeden seyre, sonra da durağan bir hale bıraktı.
Neden?
Birincisi, akılcılığın yerini nakilciliğin almasıdır.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nden sonra; medreselerde, felsefe ve felsefi kelama karşı bir hareket oluştu.
Bunda; Kahire’den gelen ulemanın, önemli bir etkisi vardı.
Kahire’den gelen ulemaya göre; felsefe İslam dışı, felsefi kelam ise Eşariliğin kalıbına uymayan bir şeydi. Bu da; geldikleri coğrafyadaki kültürde nakilciliğin üst düzeyde oluşuna, Memlukluların Fatimilerin izini silme ilgili izlediği siyasete dayanıyordu.
Felsefe ve felsefi kelama karşı ortaya çıkan bu hareket; önce Fatih döneminde Sahn-ı Seman’da okutulmaya başlanılan felsefe dersinin kalkmasını, sonra da Eşariliğin felsefe ile bağını koparmasını getirdi.
Razi ekolünün gözden düşmesi ile medreselerde öne çıkan Maturidi ekolü oldu. Maturidiliğin içinden Kadızadeliler hareketinin çıkması ise Maturidiliği dar bir kalıba hapsetti.
Kısaca; akılcılığın yerini nakilcilik aldı, haliyle felsefe ve düşünceden uzaklaşıldı.
İkincisi, devletin din siyasetidir.
Şii Safevilerin Anadolu’da etkili olması, Osmanlı’yı endişelendirdi. Zira bunu, toplumsal bütünlüğü için bir tehdit olarak gördü. Bu da devletin inanç ve düşünce alanına müdahale eden din siyasetini getirdi. Haliyle Müslim tebaanın, hür irade inanç-düşünceye sahip olmadığı bir ortam oluştu. Bence, en önemli neden budur.
Bir de Osmanlı; Safevilerin Maveraünnehir’i ele geçirmesi ile yetişmiş insan gücü transferinden yoksun kaldı.
Sistem ve Kurumlar
Devletin Kaynağı
Osmanlı; Anadolu Selçuklu Devleti’ne bağlı, Doğu Roma sınırındaki dar alanda yer alan, bir göçebe topluluk olan Kayı boyundan oluşan küçük bir beylikti. Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılışı, fetihler ile bağımsız bir devlete dönüştü.
Kısaca; Osmanlı, Osman Gazi ve Kayı boyundan gelen ailelerin bir eseridir.
Devlet Kavramı
Türk ve Çin kaynaklarına göre; Göktürk ve Uygurlarda, devlet yerine il kelimesinin kullanıldığı görülüyor. Bu kelime; aynı zamanda, bugünkü modern devlet tanımına da yakın bir anlamdadır.
Zira Eski Türklerde; halk ve toprak, devleti meydana getiren iki önemli unsurdu. Üçüncü ise kağanlık idi. Bu nedenle; devlet idaresi yerine, “il tutmak” deyişi de kullanılıyordu.
Yine Eski Türklerde; devlet, Tanrı’nın kendilerine verdiği armağandı. Bazen; Tanrı’ya “il veren Tanrı” şeklinde hitap etmeleri, devleti kutsal saymaları ile ilgilidir.
Kısaca; Osmanlı Devleti’nin kurucu unsuru olan Türkler, “devleti kutsal sayan” bir kültürden geliyordu.
Siyasi İktidar ve Meşruiyet
Türk devlet geleneğinde, siyasi iktidar; saygı duyulan ve kutsallık atfedilen bir kurum özelliğindedir. Bu nedenle; halkın genel olarak kabulü vardır, Batı’da olduğu gibi bir isyan kültürü yoktur.
Din-Devlet-Siyaset İlişkisi
Eski Türklerde;
Eski Türklerde; Hakan’ın, “Tanrı’ya benzediği, Tanrı’dan olduğu” inancı vardı. Bunu; Bilge Kağan’ın, “Tanrı gibi, Tanrı yaratmış…” sözü ile başlayan Orhun kitabelerindeki yazıt metninden de anlıyoruz.
Hakan’ın; Tanrı iradesi tarafından belirlendiği, “kut” adı verilen özel güce sahip olduğu, bu güç sayesinde Tanrı ile ilişki kurduğu, Tanrı’nın gözetiminde bulunduğu, aldığı karar “ne olursa olsun” halkın yararına özellik taşıdığı, yanlış da olsa “mutlaka bir bildiğinin var olduğu” kabul edilirdi.
Nasıl anılırsa anılsın (Han, kağan, sultan, padişah vb) hükümdarın kanı akmadan boğdurularak öldürülmesi, bu üstün ve özel güce (kut) sahip olması ile ilgilidir.
Kısaca; eski Türklerde iktidarın meşruiyet kaynağı ilahi, yönetimde geçerli kurallar ise örfidir.
Büyük Selçuklu’da;
Büyük Selçuklu Devleti’nde; siyasi iktidarın meşruiyet kaynağı, bir hanedan ya da soydan gelme oldu.
Sultan Melikşah döneminde; Vezir Nizamülmülk, din ve devletin bir olduğu, din-devlet ilişkisini içeren bir model ortaya koydu. Ancak; bu yönetimde örfi kuralları ikinci plana atmadığı gibi, iktidarın meşruiyet kaynağını da değiştirmedi. Zira ortaya koyduğu model; devletin etkin olduğu, din-devlet ilişkisidir (siyasete bağlı din). Sultan; hâkim, Halife ve Ulema tabi iki kurumdur. Ayrıca Sultanın; meşruiyet için, Halifeye başvurması gibi bir durum da yoktur.
Osmanlı’da;
Osmanlı’nın kuruluş döneminde; iktidarın meşruiyeti, Selçuklu’da olduğu gibi bir hanedan ya da soydan gelme oldu. Ancak; halk, bunu Tanrı’nın o kimseye bir lütfü olarak gördü. Bu da; hükümdara, örtülü bir kutsiyet kazandırdı.
Fatih’e kadar, tahta geçenler; kutsiyeti ifade eden “padişah” değil, “Hüdavendigar, han, sultan” gibi unvanları kullandı. Ancak; tahta geçen her hükümdarın, yetkiyi Allah’tan ve Peygamber’den aldığına dair açığa vurmadığı gizli bir inancı vardı.
Fatih Sultan Mehmet; her ne kadar bir kutsiyet ifade eden padişah unvanını kullandı ise de; soy kütüğünü Oğuz Han’a, daha ileri giderek Hz. Nuh’un oğlu Yafes’e dayandırdı. Bu; Bizans’ın son imparatorunun mensubu olduğu Paleologos hanedanına oranla, daha soylu olduğunu ispata yönelikti.
Yavuz Sultan Selim; Memluk Sultanı Tumanbay’a yazdığı mektupta, “kendisinin kral soyundan geldiğini, bu nedenle dünyayı yönetmede O’ndan daha çok hakkı olduğunu” söyledi.
Halifelik unvanını; Abbasi soyundan gelen Halife III. Mütevekkil’den aldı ise de, bunu kullanmamaya özen gösterdi.
Halife olacak kişinin Kureyş kabilesine mensup olması ile ilgili hadis, buna neden olarak gösterilse de; Lütfi Paşa’nın, hadisten bu sonucun çıkmayacağını söylemesine rağmen tavrını değiştirmedi.
Kısaca; Fatih Sultan Mehmet, II. Beyazıt ve Yavuz Sultan Selim; bir kutsiyet ifade eden padişah unvanını kullandı ise de, siyasi iktidarın meşruiyet kaynağı bir hanedan ya da soydan gelmekti. Yani beşeridir. Yönetimde ağırlıklı olan da örfi hukuktu.
Din-Devlet Birlikteliği;
Kanuni döneminde; din-devlet-siyaset ilişkisinde, önemli bir değişim yaşandı. Bunu belirleyen, Mısır’dan gelen Ulema ve Kemal Paşazade oldu.
Bu; Anadolu’da etkili olan Şii Safeviler ile mücadelede, Kanuni’nin de aradığı bir şeydi.
Her şeyi Tanrı’nın bir kurgusu olarak gören kader anlayışına sahip Mısırlı ulema; din-devlet birlikteliğini, yani devletin etkin olduğu din-devlet ilişkisini (siyasete bağlı din) getirirken, iktidarın meşruiyetini hilafete, daha da öteye giderek ilahi bir iradeye bağladı. Kanuni’nin Fransa Kralı I. Fransuva’ya yazdığı mektupta; kendisini “Zıllullah-i fil arzeyn (Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi)” şeklinde tanımlaması da, bu düşüncenin bir ifadesidir.
Osmanlı’nın resmi ideoloğu sayılan Kemal Paşazade’ye göre ise;
“Osmanlı Sultanları, âlemin idarecisi olan Allah’ın iradesi ve O’nun son elçisi Hz. Muhammed’din halefi olarak, İ’la-yı Kelimetullah (İslam’ı yaymak), Nizam-ı Âlem (dünyaya düzen vermek) gibi bir görev-hedefi üstlenmiştir. Allah’ın izni ile buna layık olduğu müddetçe, döneminin hükümdarlarından üstündür”.
Yani siyasi iktidarın meşruiyeti; ilahi irade, hilafet, İ’la-yı Kelimetullah (İslam’ı yaymak), Nizam-ı Âlem (dünyaya düzen vermek) olmak üzere dört şeye bağlıdır. Bunun yanı sıra; adil olmalı, halkı gözetmeli, farklı din ve kültürlere saygı göstermelidir.
Etkisi ne oldu?
Güçlü iktidarın, gücüne güç kattı. Zayıf iktidarı tehdit eden, başka bir kişinin saltanatını getiren, müdahale ve kalkışmada neden gösterilen bir araç oldu.
Hanedan değişikliği neden olmadı?
Osmanlı’da; Roma’dan farklı olarak, hanedan değişikliği yaşanmadı. Oysaki bu sonucu doğuracak birçok olay yaşandı. Bunda hükümdarın kutsiyeti, soyunun devamı neden gösterilse de; en önemlisi, gücü ele geçirene destek olacak Roma’daki gibi senato ya da soylular sınıfının olmayışıdır.
Niçin yok?
Osmanlı; Roma’daki gibi, bir cumhuriyet dönemi yaşamadı.
Kuruluşundan Fatih’in İstanbul’u fethine kadar; Selçuklu’da olduğu gibi, oligarşik özellik taşıyan monarşi ile yönetildi. Haliyle güçlü Türk ailelerin, siyasette önemli bir etkinliği vardı.
Fatih; İstanbul’un fethinden sonra, Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’yı idam etti, güçlü Türk ailelerinin mal varlığına el koydu. Böylece hem Hanedanlığı, hem de siyasi istikrar için, tehdit olarak gördüğü bir gücü tasfiye etti. Müslim tebaayı üstün kabul eden; Müslim-Gayrimüslim Tebaa şeklinde, dini temele dayalı bir millet tanımı getirdi.
Etkisi ne oldu?
Fatih’in millet tanımı, imparatorluğun tabiatına uygundu.
Güçlü Türk ailelerini siyasette etkisiz kılması, devşirme idareciler ile askerleri öne çıkardı. Devleti var eden ve dinamizm kazandıran Türk unsuru ile olan bağı kopardı, devlete karşı yabancılık hissetmesine yol açtı. Celali isyanlarının, Şii Safevilerin Anadolu’da etkili olmasının bir nedeni de budur.
Osmanlı, teokratik bir devlet mi?
Konuya; Batı kalıbında baktığımızda, “Osmanlı, teokratik bir devlettir” diyemeyiz.
Zira Katolik Hırıstiyan dünyasında; kral-imparatorun meşruiyeti, Tanrı Krallığı’nın yeryüzündeki vekili olan kilisenin takdisine bağlıdır ve din devleti kontrol eder.
Osmanlı’da ilahi irade ve hilafet kavramları teokrasiyi çağrıştırıyor ise de, hilafet öncesinde; ne Halife ne de Şeyhülislam, iktidarın meşruiyet kaynağı olmadı.
Kanuni’nin 2. döneminde din-devlet birlikteliği fazlaca öne çıktı ise de, hükümdar; hâkim, Şeyhülislam-Ulema, tabi iki kurum konumundadır. Yani din devleti değil, devlet dini kontrol eder.
Osmanlı, din devleti mi?
Bunu; din-siyaset ayrımı, iktidarın meşruiyet kaynağı, siyasette etkin güçler, inanç-irade ve düşünce hürriyeti açısından değerlendirmemiz doğru olur.
Osmanlı; Selçuklu devlet tecrübesinden istifade etti, kamu ve sosyal kurumlarını olduğu gibi devraldı.
Tımar Sistemi, Batını-Bektaşi geleneğe sahip Ahi Teşkilatı devraldığı iki önemli sosyal kurumdur.
Din-devlet birlikteliği var ise de, devletin din siyaseti toleranslıdır.
Siyaseti belirleyen; hanedan, güçlü Türk aileleri ve Ahi şeyhleri oldu.
1424’te, Molla Fenari; ilk Şeyhülislam oldu ise de, Fatih’e kadar bu makamdan pek söz edilmez.
Siyasi iktidarın meşruiyet kaynağı; bir hanedan ya da soydan gelme, yönetimde hâkim olan ise örfi hukuktu.
Fatih Sultan Mehmet; Fatih Kanunnamesi ile Şeyhülislam makamını vezirlerin makamından üstün tuttu. Ancak; Kanuni dönemine kadar, Şeyhülislam olacak kişi ile ilgili bir kural yoktu.
Şeyhülislam makamı; Kemal Paşazade ve Ebu Suud Efendi’nin hazırladığı bir kanunla, Rumeli Kazaskerliği’nden sonra terfi edilen bir makam oldu. İlmiye sınıfının başı kabul edildi, bugünkü Adalet ve Milli Eğitim Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevlerini üstlendi.
Şeyhülislam-Ulema; siyasette etkin hale geldi, devletin din siyaseti öne çıktı.
Siyasi iktidarın meşruiyet kaynağı; bir hanedan-soydan gelmenin yanı sıra ilahi irade, hilafet, İ’la-yı Kelimetullah, Nizam-ı Âlem oldu.
Sultan I. Ahmet, hanedan veraset sisteminde değişikliğe gitti. Fatih Sultan Mehmet’ten o güne gelen, kardeş katline cevaz veren kanunu kaldırıp, verasette Ekber ve Erşad Sistemi’ni (ailenin aklı başındaki en büyük üyesi padişah olur.) getirdi. Kanunlaşacak yasanın mutlaka Şer’i hukuka uygun olmasını kararlaştırdı.
Kısaca; Osmanlı, özellikle Kanuni’nin ikinci döneminden itibaren, dini özelliği ağır basan bir devlete dönüştü. Bununla birlikte; Osmanlı, din devleti değil, dini özellik taşıyan bir devlettir.
Neden?
İktidarın meşruiyeti; ilahi irade, hilafet, İ’la-yı Kelimetullah, Nizam-ı Âlem gibi kavramlar ile güçlendirilmiş ise de, esas olarak bir aileden gelmedir. Yani beşeridir. Din; devleti değil, devlet dini kontrol eder. Örfi ve Şer’i kurallar, iç içedir.
Devletin din siyasetinin etkisi ne oldu?
İnanç-irade-düşünce alanında, bir kalıp ve sınırlama getirdi. Bu da; hür inanç-irade-düşünceden yoksun, sorgulamayan-düşünmeyen-düşünmeyi bir bilene bırakan bireyi, hükümdar-biat kültürüne sahip kul ilişkisini doğurdu.
Devam Edecek