Yine ‘hafv’ ile ‘recâ’ arasında yaşamanın fazileti, çok önem atfettiklerimizin pek de o kadar kıymetli olmadığını gösterdi tekrar tekrar…
Bir yeise kapılıyor, bir ümitvar oluyoruz. Hem de öyle “desinler” cinsinden değil bu kez; can yakan biçimde…
Giovanni Boccaccio, dünya hikâyeciliğinde bir ilk. Bu İtalyan Fransız karması yazar, Decameron Hikâyeleri’ni yazdığında Avrupa başta olmak üzere dünya büyük bir salgınla karşı karşıya idi. Veba insanlığı kasıp kavurmuş, o zaman da özellikle İtalya’da yüz binler, terk-i dünya eylemişti.
Ölüm aslında bir kurtuluştu. İnsanlar birbirlerine güvenmiyorlar; evlat, anadan babadan kaçıyordu. Yaşlılar, kimsesizler terk edilmiş, konu komşu birbirinden kaçar olmuştu. Hürmet, merhamet, sadakat, fedakârlık, vefakârlık, kanaatkârlık, ahlâk, diğergâmlık yerlerde sürünüyor; hilekârlık, rüşvet, kötü yönetim, adam kayırma, tamahkârlık, zenginlik soytarılığı, kilise yobazlığı ve baskısı her geçen gün artıyor, insanlık çok ama çok kötü bir sınav veriyordu.
Halk, maske, eldiven, hijyen, ayakta kalma, evden çıkamama, ölümü burnunda, ellerinde, ağzında, gözlerinde hissederken emlak pazarlamak için yeni görseller hazırlamak gibi…
Bir yanda kilise, bir yanda iktidar sahiplerinin, baronların, kontların, papazların, rahiplerin, kralların haddaşinaslıkları sınır tanımıyor, saray üstüne saraylar inşa edilirken, ülkeler istila etmek üzere olan ordulara köprüler üstüne köprüler yapılırken, ruhban sınıfı aristokratlarla birlikte halkı eziyordu.
Giovanni Boccaccio işte bu düzen içinde yaşayan bir kalemdi. O, halk vebadan kaçarken ve veba tehlikesi ruhban sınıfı ile aristokratları da içine almaya başlayınca on kişiyi toplumdan tecrit edip onlara on gün içinde hikâyeler anlattırmaya başladı.
14. Asır’da veba ve savaşlar tıpkı şimdiki gibi ‘korku ve içgüdü’ asrını meydana çıkarmıştı.
Şimdi de en az 14 gün olmak üzere karantina altına giriyoruz.
Bu on dört gün içinde insanlar, aile içinde kitap okuyabilir ve kendi hikâyelerini birbirlerine anlatabilirler.
Savrulan aile, dejenere olmuş toplum, birbirinden habersiz ebeveyn ve çocuklar aslında bu günleri cemiyetin asıl nüvesi olan ‘aile’yi yeniden inşa etmek üzere müspet faaliyetler halkasına dönüştürebilirler. Her gün yeni bir hikâye meydana çıkarır ailenin her ferdi ve her gün yeniden kötülük, korku, vehim, telaş, paranoya yerine güven tazelemeye bir yeni fırsat yaratabiliriz. Çünkü her zorluğun ardından bir kolaylık mutlaka vardır.
Dünyanın hızla artan nüfusunu doyurmak için uluslarüstü şirketler, gıda üzerine terör estirmeye, gdo’larla yeni beslenme profilleri hazırlamaya başlamış, çevreyi ve kent hayatını bozan sayısız iştihalara kapı aralamıştı. Özellikle sağlıkta ilaç sanayi gerek insan, gerek hayvan ve gerekse bitki genetiği ile oynayan sayısız denemelere giriştiler. Doğal hayatı mahveden hırs, bundan sonraki çağların bir anda bütün metropolleri kırıp geçirebilen virüslerle anılacağının işaretlerini veriyor.
Çeyrek asır önce, Eve Dönüş Stratejisi diye bir proje hazırlamış ve çağı kurtarmaya birlikte adandığımı düşündüğüm Muhsin Yazıcıoğlu’na vermiştim.[1]
Eve dönüş stratejisi şimdi ne kadar hayatî ve ivedi olduğunu hatırlattı.
Geç kalışın ağır hükmü altındayız bütün dünya olarak. Evrensel olmayan hiçbir fikir ve programın artık bir öneminin olmadığını anlamak durumundayız.
14 günü 21 gün yapalım ve üçer hafta evden çıkmayalım.
Evimizi yeniden düşünelim. Evimizi doğal olarak, şehrimizi; yok metropol, yok megapol olmaması gereken şehrimizi… Şehir hastanelerimizi bir de… Ne kadar büyük olursa o kadar virüsün kolay yayılacağı yerleri değil de; ‘Küçük Güzeldir’ felsefesini kendi dinamiğimizden ve ‘ruh kökü’müzden yeniden tartışabilmeyi başarabilmemiz lâzım. Ne lâzımı, artık şart!
Yahya Kemal’in Eve Dönen Adam olarak portresini tartışalım. Belki giden Sessiz Gemi’leri yeniden hatırlarız. Ve bizden neler götürdüklerini…