Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu

Allah Şeytanı Yarattı – Yaşasın Cehennem

Müslüman Müslüman’ın elinden, dilinden emin olunan kimse idi. İslam peygamberi öyle buyurdular: “En üstün Müslüman kimdir?” sorusuna cevaben, “Elinden ve dilinden diğer Müslümanların emin olduğu kimse…” dediler.

Bugün dünyanın her yerinde Müslüman Müslüman kardeşinin(!) elinden ve dilinden emin değildir.

Bu ümmetin kalbine nasıl bir virüslü kan pompaladılar ki, artık fitne fark edilebilir bile olmaktan çıktı. Hatta tabiî bir refleksimiz haline geldi.

Dokuz meziyetimiz nasıl dokuz kötülüğe evrildi.

Samimiyetin, mes’uliyetin, merhametin, sadakatin, fedakârlığın, vefakârlığın, hürmetin, hikmetin ve aşkın yerini nasıl sahte bir saltanat ve anlamsız bir şadımanlık süresince riyakârlık, yalan, tamahkârlık, hırs, kin, korku, cehalet, haset ve nefret aldı.

Artık çilenin, melâlin yoğurduğu yüzler sonradan görmeliğin, paçozluğun suratına dönüştü.

İmanın şartı olan altı parmak tek tek kırıldı, yürekle-gönülle teması kesildi.

En basit iman şartlarını bırakın, onların hayata dair umdeleri olan altı kural da bilinmez, idrak edilmez oldu.

Bana şirk koşma!
Emaneti ehline ver!
Emanete hıyanet etme!
Hükmettiğin zaman adaletle hükmet!
Akletmez misiniz?
Haddi aşanlardan olma!

İlahi emirleri tam da zıddıyla uygulandı. Allah’ın yerine bir başkasını koyduk. Sadece Allah’tan korkmamız gerektiği halde beşeri birçok kişiyi, kavramı, kurumu onun yerine koyduk.  Emaneti ehline vermedik. Muhammedi ve adetullah olanı değil, ‘uzayan kol bizden olsun’u benimsedik. Soru çaldık bizden olanlara dağıttık. Makamları ehil olanlara değil kleantalist bir ilişkiyle bizden olanlara, yakınlara verdik. Oysa bütün çağların en büyük fethini gerçekleştiren Peygamberimiz şükür namazı için Kâbe’ye ilerlerken Kâbe’nin anahtarını koruyan Osman Bin Talha henüz kâfirdi ama ehildi. Anahtarı vermedi. Hz. Muhammed iki rekât şükür namazı kılacaktı. Hz. Ali anahtarı zorla alıp kapıyı açtı. O sırada belki de Efendimizin gönlünde anahtarı Hz. Ali’ye vermek vardı. Öyle ya Hz. Ali hangi göreve layık değil? İlmin kapısı, cihadın sultanı, binlerce general, binlerce profesör eder. Hangi göreve layık değil. Ama Allah işte tam da o sırada ayetini indirdi: “Emaneti ehline ver!” Bu müthiş uyarıyla Peygamber anahtarı el’an kâfir olan Osman bin Talha’ya verdi. Türkler bu sünneti uyguladıkları için ülkeler fethedebildiler. Bize emanet edilen doğaya, çevreye, şehre, değerlere, milliyete, tarihe, devlete, kurumlara, anlayışlara, vücudumuza, cemiyetimize, ailemize zulüm yaptık. Ceddimizin adını lekeledik. Emanete hıyanet ettik. Devlete, millete, onların değerlerine… suya, toprağa, geleneğe, ağaca, parka, sevgiye… her şeye… Hükmettiğimiz zaman adaletle hükmetmedik. “Başkalarına olan husumetiniz sizi adaletten ayırmasın!” diye buyrulduğu halde tam tersini yaptık. Elimize fırsat geçti diye aslanları kediye boğdurduk. Adaletten saptık. Akletmedik. Akil adamlar yerine tarafgirleri öne çıkardık. Aklın sesini kestik. Dinlemedik. Bir şeker fabrikası yapılacak Konya’ya sekiz şeker fabrikası yaptık. Su ve toprak kaynaklarını muhafaza etmediğimiz, geliştirmediğimiz gibi ziyan ettik. Yirmi bin kuyudan fazlasının haram olacağı Konya’da seksen bin kuyu açtık. Üç kat müsaadeli arsalara otuz katlı binalar diktik. Bina ve zinanın önünü açtık. Bir de utanmadan dini ritüelleri keyifle icra ettik. Sıkılmadık. Dini araçsallaştırdık. Oyuncak yaptık. “Haddi aşanlardan olmayın” ilahi emrine sanki özellikle isyan eder gibi her vesileyle haddi aştık. Kubbesi tabak kadar mahalle camilerine üç şerefeli dört minareler diktik. Zekâtımızı verirken bile övündük, garibanın önümüzde eğilmesini ve bazı angaryalarla bize şükranlarını artırmasını diledik. Komşumuz açken onu görmedik de sözde hizmet adına böyyüklerin gözüne girmek için bağışlarımızı bile gösteriş unsuru yaptık. Statü kapma peşinde olduk. Daire başkanı ancak olabileceklerimiz genel müdürlüğü hatta bakanlığı kendilerine layık gördüler. Bir cip yeterken iki cip aldık. Bir villa yetecekken üç villa… Haddi aşanlardan olduk velhasıl. Allah’tan başkasından korktuk. Emanete hıyanet ettik, yeşili doğradık. Aklımızı da yitirdik, irfanımızı da… Zaten kültür diye, medeniyet diye de bir şeyden haberimiz yoktu. Hepsinden önemlisi mayamız bozuldu, mayamız.

Bu altı kural birbirinin mütemmimidir. Biri yoksa öbürü de yok. Mesela “Allah’a şirk koşmuyorum” diyen birinin emaneti ehline vermesi şarttır. Değilse aslında gizli şirk içindedir o. Haddi aşan akletmiyordur, adaletle hükmetmeyen haddi aşıyordur. Bunların hepsi birbiriyle ilintilidir. O yoksa öbürü de yok…

Artık Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkacak yüzümüz yok. İslâm kelimesini kullanabileceğimiz bir dil kalmadı. Masum bir milletin kalbiyle oynadık. Artık o masum millet de kalmadı. Merhum Nurettin Topçu öyle diyordu dini siyasete alet edenlere, din ile kinlerini bir tutanlara. Oynana oynana o masum millet de kalmadı…

Ne yapmalı?
Ya da ne olacak?

Zillet iyiden iyiye benliğimizi saracak, iyiden iyiye çürüyeceğiz ki, tamamen dibe vuracağız ki bu zilletten, bu alçaklıktan, bu çürümeden kurtulabilelim.

Pratik kurtuluş yolunu bir dahaki yazıda paylaşacağım.

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!