Milliyetçilerde milletlerine yönelik feragat ve fedakârlık duyguları diğer düşünce mensuplarına göre daha baskın olmalıdır. Bu durum milliyetçiliğin öznesinin millet olması gerçeğinin doğal sonucudur. Bu gerçek, milliyetçi düşüncenin devleti, milletin bağımsızlığını ve egemenliğini sağlayan aygıt olarak görmelerini gerektirir. Milliyetçilerin, millet ve devletin ikisinden birisine -kutsallık değil- öncelik vermeleri söz konusu ise bunu millete vermeleri beklenir. Türk milliyetçiliği için durum tam da böyledir.
Hiç kuşkusuz devlet ile millet birbirinin karşıtı ya da alternatifi değildir. Aksine devlet ile millet birbirini tamamlayan ve bütünleştiren iki ayrı olgudur. Devlet varlığını, millete ve onun izin verdiği ya da devrettiği örgütlenmiş siyasi iradeye borçludur. Bu bakımdan devlet ne kutsal ve metafizik bir kavram ne de varlık nedeni olan millete tahakküm eden aygıttır. Aksine devlet, milletin bağımsızlığının, özgürlüğünün, egemenliğinin ve varlığının somut siyasi görünümüdür. Bu nedenle milletin varlığı ya da özgürlüğü aleyhine oluşturulan otoriter sapmaların devletle ilişkilendirilerek meşrulaştırılması söz konusu olamaz.
Halkı ile savaşan siyaset!
Halkı ile savaşan devletin ya da devleti ile savaşan milletin geleceğinin olmadığını -başta Roma, SSCB olmak üzere- insanlık tarihinden haberdar olanlar çok iyi bilir. Devlet erkini kullananlar, devletlerin var oluş amaçlarına ihanet edercesine devleti var eden millete karşı harekete geçerlerse varlık nedenlerini daha doğrusu meşruiyetlerini kaybederler. Halkıyla mücadele eden bir devlet bürokrasisi, halkında devleti var eden ortak simgesel değerlere olan – “vatan”, “devlet”, “bayrak” – duygularını zayıflatır. Bu da kozmopolit duyguların güçlenmesine neden olur. Hâlbuki devletin varlığı ve geleceği, devletini savunmak için canını vermeye hazır olan insanların varlığına bağlıdır. Devlet ile millet arasındaki bağı kopartan ülkeler, gerçekte var oluş nedenlerini ortadan kaldırmış olurlar.
Milliyetçilerin farklılıklara bakışı!
Milliyetçiler baskının ya da haksızlığın bürokrasi ya da siyasetten, resmi ya da sivilden gelmiş olmasıyla değil, olup olmadığıyla ilgilenir. Millete yönelik olarak hem bürokratik hem de taşra elitlerinin ürettiği oligarşik baskıya karşıdırlar. Farklılıkları doğal bulur, kendisini farklı gören etnisiteleri ya da mezhepleri, milletin asli unsuru hatta kendisi olduğunu savunurlar. Din ve soy farkı gözetmeksizin bütün etnisitelerin milletin bizzat kendisi olduğunu kabul ederler. Farklı olmayı kutsamadan, ayrıcalık nedeni olarak da kabul etmeden bütünlük içinde farklılık anlayışını taşırlar.
Bu anlayış, söylendiği gibi devlete kutsallık atfetmekten çok, devleti, milleti “ebed müddet” kılmaya yarayan bir aygıt olarak görür. Burada esas olan millettir. Milletin bağımsızlığını, varlığını ve egemenliğini koruyabilmesinin aracı da devlettir. Devleti, milletin var olmasını, kendi kaderine hükmetmesini ve bağımsız kalabilmesini sağlamanın zorunlu sonucu olarak görürler. Devletin ya da devlet adına hareket edenlerin (bürokratların) siyasal etkinliğini (hakim-i mutlak tavırlarını) milletin özgürlükleri yararına kısıtlamak bu anlayışın temel hareket tarzıdır.