Hz. Mevlâna, “Bize gözün değil, gönlün gördüğü yürek gerek. Düşlerdeki tabir değil, gerçeğe vuslat gerek.” demiş.
“Öğreneceksin yüreğim! Öğreneceksin… Dünyanın hasret, ölümün vuslat olduğunu…” demiş.
Sonra da “Ölüm günüm doğum günümdür” demiş.
Vuslat sevenin sevdiğine kavuşmasıdır.
Hak aşığının Hakka kavuşmasıdır.
Bize gelince, bizim vuslat özlemimiz dünyaya ait. Dünyada ulaşmak ve kavuşmak istediğimiz her ne varsa vuslatımız o yönde, o tarafta…
Onun içindir ki; yazılanları okumuyoruz…
Anlatanları ve anlatılanları dinlemiyoruz…
Öyle değil, böyle diye cebelleşip duruyoruz vuslat kavramıyla…
Bizlerin hayalini kurduğu o vuslatlarda aşk neden mi yok? Sevgi neden mi kayıp? Sevda neden mi iki gözü iki çeşme?
Çünkü o vuslat, Mevlana’nın anlattığı, tarif ettiği vuslat değil…
Oysa vuslat öyle bir kavram ki…
Manası derinden de derin…
İnsanın içini titretecek, tüylerini diken-diken edecek, hatta ürpertecek kadar.
Lakin, biz vuslatın o derin manasından öylesine uzağız öylesine uzağız ki, dilimizden düşürmediğimiz vuslat başka, Mevlana’nın vuslatı başka…
O vuslata ermek için, pervane misali aşka düşmek lazım aşka…
*****
Bu şehir hem aşkın kapısı…
Hem de vuslatın…
Çünkü; Hz. Mevlâna bu şehirde.
Hakka açılan o “Vuslat” kapısında derler ki;
Ey ham kişi piş de gel….
Pişmiş de gelmiş olana ise;
Ey vuslat yolunda pişmiş kişi, yan da gel…
Çünkü, yanmadan girilmez içeri bu kapıdan…
Yananı…
Kendini pervane misali ateşe atmış olanı…
Bilir tanır o kapı.
Sorgu sual etmeden, kendiliğinden açılır ardına kadar.
Vuslata ersin diye, aşık maksuduna kavuşsun diye…
*****
Vuslat Hakkadır. Hamlar, yanmamışlar, yanmayı laftan ibaret sayanlar ne bilsinler vuslatı…
Vuslata ermenin girizgahı sevgi kelamıyla başlar.
Değilse açılmaz vuslat kapıları…
Açılmaz aşkın kapısı…
Zahirde açılan kapıları kapı zannedenler varsın öyle bilsinler…
Dünya kapısı dünyaya açılır. Dünyaya çıkar. Pencereleri dünyaya bakar.
Vuslat vaktine ermek isteyen, varış nedir, barış nedir, barışmak nedir bilecek.
Hakkın huzuruna, divanına varmanın, barışmanın yüceliğine erecek…
Vuslat vaktinde vuslat kapısına küs gidilebilir mi?
Küslerin ne işi var vuslatla?
Vuslat; gururu, kibri, hasetliği, fesatlığı, kıskançlığı, fitneyi terk edip, bırakıp, hakikate ulaşmaya koşmaktır.
Vuslat kapısı Hakkın kapısıdır.
O kapıya varmanın ne olduğunu anlatmış Mevlâna…Hakkın kapısını dünya kapısıyla karıştırmayın, bir tutmayın diyor demesine de bizler ne kadarını anlıyoruz önemli olan orası…
*****
Az mı yedi yüz elli yıl?
Yedi asrı aşmış, sekizinci asrın ortasına ulaşmış bir zaman dilimi.
Her 17 Aralık ayrı bir vuslat…
Biz o vuslata ermeyi hep yanlış yerlerde aradık.
Halende aramaya devam ediyoruz.
Bu vuslat başka…
Bu vuslat aşka…
Bu vuslat Mevla’ya…
Bu vuslat Yaradan’a…
Bu vuslat Allah’a…
Vakit vuslat vaktiyse…
Vuslat’ın vuslat dışında, açılışlarla, kapanışlarla, karşılamalarla, uğurlamalarla ne işi olabilir?
*****
17 Aralık Mevlana’ya ait…
Bırakın o tarih, ona yani asıl sahibine kalsın.
Vuslat vakti denmiş o vakit ona ayrılmış, ona sunulmuş bir vakit…
Her 17 Aralık’ta yapılan şehre dair bir dünya açılış var…
Yıllardan beri bu açılışları yapmaktan ne bıktık ne usandık…
Akşama kadar adı bile anılmaz mübareğin.
Adeta akşam hatırlanır akşam akla gelir…
O vakte kadar, dünyevi vuslatlarla mest olanlar, akşam vuslat vakti diyecekler öyle ya…
Yine akşam, yine 17 Aralık, yine geçti bir sene…
Cümle vakitleri tükettik, geldik vuslat vaktine…
*****
Mademki vuslat vaktidir.
Bundan böyle tam vaktidir.
Değil mi ki o gün ona ait bir gün…
İster adına vuslat deyin…
İster Şeb-i Arus…
İster düğün günü…
İster Mevlana’nın ölüm yıldönümü…
Mevlâna, 17 Aralık gününü yani senede o tek bir günü hak etmiyor mu?
Yedi yüz elli yıldır hak onun…
Zaten ona ayırdığımız, ona ait dediğimiz, bir günü artık onun elinden alıp durmayalım.
Yetmedi mi mübareğin bizim elimizden çektiği?
Hem de adını vuslat vakti koyduğumuz böyle bir 17 Aralık gününde…
Ne mi diyelim?
“Vakt-i şerîf hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def‘ ola.”