Zeki’yi ta 2014 yılından beri tanırım.
İstanbul’daki görev süremi tamamladıktan sonra atandığım, Çanakkale’nin Gelibolu İlçesi’nde bulunan bir istihkâm birliğinde tanımıştım kendisini…
Gepegenç ve pırıl pırıl bir Türk astsubayıydı.
Yüreği kıpır kıpır bir delikanlı…
Zeki, çevik ve ahlaklı bir sporcu…
Şimdiye kadar birbirinden güzel sergiler açmış, ince zevkleri olan sıra dışı bir fotoğraf sanatçısı…
Saroz Körfezi’nin, Ege’nin ve Marmara’nın engin maviliklerindeki güzellikleri gün yüzene çıkaran vatansever bir dalgıç…
Ve aynı zamanda, kanı kaynayan gözü pek bir paraşüt ustası…
Gelibolu Fener Burnu’ndan paraşütüyle uçan ilk kişi…
Paraşütü ile yaptığı sıra dışı uçuşlarla, o yıllarda Gelibolu’da adından sıkça söz ettiren bir maceracı…
Hamzakoy Plajı bölgesinde yaptığı ilginç uçuşlarla, Gelibolu halkına birbirinden harika görsel şölenler sunan güzel insan…
Gelibolu’nun ve Hamzakoy’un harika manzaralarını gökyüzünden izleten gönüllü turizm elçimiz…
Bizim insanımız, bizim evladımız ve bizim kardeşimiz Zeki…
Daha da yetenekli hale gelmesine, özgüveninin yükselmesine, insani ve askeri bilgi, görgü ve tecrübesinin daha da gelişmesine naçizane olarak katkıda bulunduğum ve dahi biricik kızı Almila’nın isim babası olduğum İstihkâm Başçavuş Zeki…
Geçen gün Zeki’den bir mesaj aldım. Deprem’den hemen sonra arama ve kurtarma faaliyetleri için gönüllü olarak gittiği Adıyaman’da yaşadıklarından bir kesiti anlatıyordu.
Sadece yurtlarımızı yuvalarımızı değil, yüreklerimizi de yıkan bu büyük depremden; sevgi, görev bilinci, özveri, fedakârlık, cesaret ve hüzün dolu bir kesit… Yaşanan binlerce fedakârlık ve cesaret örneğinden sadece bir tane kesit…
Yazdıklarını gözyaşları içerisinde okuduktan sonra karar verdim. Yazmazsam olmaz.
Bu ve bunun gibi ibretlik olaylar unutulup gitmemeli, tam tersine milletimizin zihnine bir mıh gibi çakılıp orada kalmalıydı. Büyük Türk Milleti; ne yitirdiği değerlerini, ne fedakârca çalışıp çabalayıp kurtardıklarını, ne de kendisi için canlarını hiçe sayarak emek veren kahramanlarını unutmamalıydı.
Çünkü vatan ve millet için hiçbir karşılık beklemeksizin çalışmak, çabalamak, fedakârlık, özveri ve cesaret göstermek nasıl ki bir vefa örneği ise; bütün bunları unutmak ve ders almamak da tam bir vefasızlık örneğidir.
İstedim ki bu kardeşlerimiz de isimsiz kahramanlar olarak kaybolup gitmesinler, onun için isimlerini de vermeyi ulvi bir borç bilerek yazdım.
Arama ve Kurtarma Tim Komutanı Zeki’nin timini, yani “Zeki’ler Timi”ni yazdım.
Haydi, şimdi o büyük Deprem’in ilk günlerine gidelim ve Tim Komutanı Zeki Dokumacıoğlu’na bir kulak verelim.
Zeki Dokumacıoğlu anlatıyor:
“Ülkemizde meydana gelen bu büyük deprem ve bu amansız yıkım herkes gibi bizim de yüreklerimizi yaktı! Böylesine büyük bir afet karşısında biz ne yapabiliriz düşünceleri, planları ve hazırlıkları içerisinde, birliğimize verilecek görev emrini sabırsızlıkla bekledik.
Nihayetinde, ikinci günün akşamında verilen gecikmeli emirle, 3’üncü Or. İs.Svş.Tb. DAFAK (Deprem Afet Arama ve Kurtarma) Bl.K.lığı olarak, arama ve kurtarma faaliyeti için Adıyaman’a görevlendirildik. Ancak depremin üçüncü günü, sabaha karşı bölgeye ulaşabilen DAFAK Bölüğü; Adıyaman’a iner inmez, karanlığa rağmen hiç vakit kaybetmeksizin arama ve kurtarma faaliyetine başlamıştır.
Personel ilk 3 gün boyunca (8, 9 ve 10 Şubat) neredeyse hiç uyumadan arama ve kurtarma faaliyetini sürdürmüştür. Daha sonra kısmen de olsa dinlenme ve uyuma molası verilerek devam ettirilen fedakârca çalışmalar neticesinde birliğimiz, toplam 21 vatandaşımızı enkazın atından sağ olarak çıkarmayı başarmıştır.
Yapılan tüm müdahaleler çok riskli ortamlarda yapılıyordu. Hem enkazın altına girmek riskliydi, hem de depremin yaratmış olduğu kaos ortamının riskleri vardı. Fakat bir insanın canını kurtarmayı bütün insanlığın canını kurtarmak gibi gören Bölük personeli, tüm bu riskleri göz ardı ederek ve dahi canını ortaya koyarak, canla başla can kurtarmaya çalışıyordu. Zaten, Mehmetçiğin binyıllar boyunca vatanı ve milleti için yapageldiği şey de işte buydu: ‘Canını ortaya koyarak Can kurtarmak!’
Zaman değişmiş, coğrafya değişmiş ama fıtrat değişmemişti. Tek amacımız ses alabildiğimiz bölgelerdeki enkaz zedelere ulaşmak ve onları gün ışığına yani hayata çıkarabilmekti. Bir can bir insan, bir insan bir dünya demekti. Daha sonraki günlerde de aynı özveri ve aynı hassasiyet depremde hayatlarını kaybetmiş olan vatandaşlarımızın enkaz altından çıkarılması için gösterildi. Yapılan tüm faaliyetlerde birbirinden farklı ve birbirinden çok özel kahramanlık hikâyeleri yazılıyordu.
Bu psikolojik harpte ayakta kalıp arama yapmak hiçte kolay değildi. Hatta enkaz altına girmeyi bırakın oradaki kaosu yaşamak bile insanın beynini yiyip bitiriyordu. Yapılan kahramanlık örneklerinden sadece bir tanesini paylaşmak istiyorum.
12 Şubat 2023 ve artık tüm umutlar tükenmek üzereyken, Adıyaman Valiliği’nin yakınlarındaki bir enkazda, vefat eden vatandaşlarımızı çıkarmaya çalışırken bir haber geldi; Bu bilgi, Öğretmen Evi’nin hemen karşısındaki enkazdan ses alındığı bilgisiydi…
Timim ile birlikte ivedi olarak tüm ekipmanlarımızı sırtlayarak bölgeye doğru koşturmaya başladık. Yaklaşık yarım saat sonra enkaza ulaştığımızda saat öğlen 14.30’u gösteriyordu. Tim hemen enkazda bir ön keşif faaliyetine başladı. Önce sesin nerden alındığını öğrenmeye çalıştık. O sırada enkaz altında kalan vatandaşın yakınlarından biri Tim personelinin yanına gelip hangi katta ve nerde olabileceği hakkında bilgi verdi.
Karşısında durmakta olduğumuz enkaz yığınının adı, depremden önce ‘Açıkgöz Apartmanı”ydı ve bu enkazın altında kurtarılmayı bekleyen vatandaşımızın adı ise İshak DOĞAN’dı…
Üniversite öğrencisi ve 21 yaşındaydı. Deprem olduktan sonra enkaz altında kalan İshak, o kadar akıllıca davranmıştı ki; tüm yakınlarına, arkadaşlarına, AFAD’a, Sivas’ta okuduğu için Sivas Emniyet Müdürlüğü’ne ve birçok kuruluşa cep telefonuyla bulunduğu adresi ve enkaz altındaki konumunu mesaj olarak bildirmişti.
Deprem esnasında annesine ve babasına ulaşmaya çalıştığını fakat yanlarına ulaşamadan binanın üzerlerine çöktüğünü, annesi ile babası oturma odasında kendisi de koridor tarafında kaldığını bildirmiş. Bulunduğu konumdan annesini ve babasını gördüğünü fakat ikisinin de hareketsiz yattığını mesaj yoluyla herkese iletmişti.
Enkazın çevresinde bulunan yakınlarından, İshak Doğan’ın annesinin ve babasının cesetlerinin, iki gün önce yakınları tarafından kendi imkânlarıyla çıkarıldığını öğrendik. Enkazda yaptığımız keşif ve inceleme, biz gelene kadar bu enkazda herhangi bir arama ve kurtarma faaliyetinin gerçekleştirilmediğini gösteriyordu.
Tim olarak gerekli olan tüm bilgileri topladıktan sonra çalışmaya başladık. İlk etapta sismik ses dinleme cihazını enkaz zedenin olması muhtemel tüm bölgelere yerleştirdik. İs.Uzm.Çvş. Hasan Anaç çevredeki tüm iş makinalarını ve hareket eden her şeyi durdurdu. Öyle bir sessizlik oldu ki insanlar neredeyse kendi kalp atışlarını duyabiliyorlardı. Eğer oradaki insanların imkânı olsaydı ‘sessizlik!’ denildiğinde kendi kalp atışlarını bile durduracaklardı.
Sismik ses dinleme cihazını kullanan İs.Asb.Kd.Çvş. Muhammet Ali Aytekin, ses aldığını ama emin olamadığını söyledi. Enkazın çok yavaş da olsa hala çökmeye devam ettiğini ve bu seslerin o çökmeye bağlı olabileceğini ifade etti. Astsubay Aytekin sesleri çok daha net alabilmek için hala çökmeye ve oturmaya devam eden enkazın içine doğru kendine bir yol açarak daha derine gitmeye çalıştı. Sismik cihazı daha derine yerleştirmeyi başarmıştı ve tam başının üzerinde bir ceset olduğunu belirtti. Ölen vatandaşın cesedinin İshak Doğan’a ait değil, o binada yaşayan başka bir vatandaşa ait olduğu anlaşıldı. Bu arada belirtmek gerekir ki, bölgeye keskin bir ceset kokusu da hâkimdi.
Dinleme yapılmak maksadıyla, İs.Uzm.Çvş. Hasan Anaç tarafından, çevredekilere tekrar bir sessizlik komutu verildi. Aytekin Astsubay yeniden ses aldığını belirtti ama enkazın çökme sesimi yoksa İshak’ın yardım isteyen tıkırtılarının sesi mi olup olmadığını yine anlayamadı.
Sonuç yoktu, fakat duramazdık. Bu nedenle hemen köpekli arama timini ve termal cihazla arama yapan ekipleri aradım.
Ekipler gelene kadar, çaresizlik içinde keşif faaliyetine devam ettik. Başka yollar bulabilir miyiz diyerek, enkazın arkasında doğru ilerledik. Burada Aytekin Astsubayım büyük bir cesaret örneği daha sergileyerek, her an yıkılma ihtimali bulunan binanın bodrum katına girdi. Yaklaşık yarım saat boyunca bodrum katta keşif, inceleme ve dinleme yapan Aytekin Astsubay; dışarı çıktığında, binanın içeresinde çatırtılar duyduğunu, çok tehlikeli olduğunu ve en ufak bir sarsıntıda bile binanın tamamen yıkılabileceğini söyledi. Ayrıca binanın bodrum katı depo olarak kullanıldığı için, içeride bulunan malzemelerin tüm yolları kapattığını ve bu nedenle enkazın arka tarafından müdahalenin imkânsız olduğunu belirtti.
Bunun üzerine timi yeniden ön tarafa yönlendirdim. Enkazın önüne geçtiğimizde Köpek timi ve Termal kamera timi gelmişler ve alanda hazır bekliyorlardı. İlk etapta köpekle arama yapılmasına karar verdik. Köpek Tim Komutanına, Aytekin Astsb’ın girdiği geçidin çevresinde arama yapılması gerektiğini söyledim. Fakat arama köpeği enkazın yakınına geldiğinde, her nedense korkudan titremeye başladı ve verilen komutlara rağmen hiçbir şekilde arama yapamadı. Arama köpeği, ya çevrede bulunan kalabalıktan korkmuştu, ya da enkaz onu çok tedirgin etmişti. Arama köpeğinden sonuç alamayacağımız anlaşılınca, termal kamera operatörünün arama yapmasını söyledim. Operatör yaklaşık 15 dakikalık çalışma sonucunda içeride canlı olabileceğini değerlendirdi.
Tüm umutlarımız tekrardan yeşermişti…
Artık enkaza yeniden müdahale etmeye başlayabilirdik. Kepçe operatörlerine enkazı desteklemelerini söyledim. Kepçe kovalarını yıkılan binanın kirişlerine dayayarak desteklemeye başladılar. Yapılan destek enkazın altına girecek olan timi ne derece koruyabilirdi? İnanın ki, hiçbirimiz emin değildik!
Yeni bir artçı sarsıntı olabilir, olmasa bile bina kalıntıları her an çökebilirdi! Fakat başka bir çare de yoktu. Kader bizi öyle bir ikilemde bırakıyordu ki; can kurtarmak istiyorsanız candan geçmeniz gerekiyordu…
Geçtik!
Az önce Aytekin Astsubayın girdiği geçidi hilti (elektrik veya basınçlı hava ile titreşimli olarak çalışan beton kırma aleti) ve demir makaslarıyla genişlettik. Geçidin ağzını çevreden kestiğimiz kütüklerle desteklemeye başladık. Geçit sağlam hale geldikten sonra Tim’de bulunan Hasan Uzman bu dar geçide girerek yukarıda bulunan cesedi sürükleyerek çıkardı. Neyse ki, çıkan ceset İshak’a ait değildi.
Daha sonra geçidin içinde değişmeli olarak kırma ve kesme faaliyetini sürdürdük. Hayatlarında hilti aleti görenler ve kullananlar iyi bilirler… Hilti ile ayakta çalışmak bile zordur. Tim bu daracık delikte, ağır makinelerle çalışmasının yanında, karanlıkla; ağızlarına, burunlarına, gözlerine dolan ve nefes almalarını dahi zorlaştıran tozla; midelerini alt üst eden kötü kokularla da mücadele ediyordu. Tek kelimeyle kâbus gibi bir ortam!!! Ama Tim’in içindeki hayat kurtarma isteği, bütün bu olumsuzları görmezden gelmelerini sağlıyordu.
Saat 19.00. Sanırım İshak’a yaklaşıyoruz. Çalışma odasına girmeyi başardık. Ders kitapları ve kendi eliyle not aldığı çalışma defterleri çıkmaya başladı. Çok çalışkan ve derslerinde başarılı bir öğrenci olduğu çok aşikârdı. Defterlerinden birini elime aldım ve içine baktım. Muntazam bir el yazısı vardı. Ders notlarını şekiller ve grafiklerle desteklemişti. Daha sonra defterinin bir köşesine söyle bir söz yazmıştı; ‘Yaşamak, gözlerinizi açık tutmakla ilgilidir’. ‘Harika şeyleri görmek, onları hissetmek ve deneyimlemek…’
Yaşamayı ne kadar çok sevdiği belliydi. ‘- Umarım senin de gözlerin açık kalmayı başarmıştır İshak’ diye dua ettim. Geçit açılmaya devam ediyor, bir yandan da açılan geçit araya yerleştirilen ahşap direklerle destekleniyordu. İshak’ın odasında olduğumuz için tüm özel eşyalarını (fotoğrafları, ders notları, giysileri…) teker teker çıkarıyorduk. Çıkarıyorduk, çünkü geçidi başka türlü genişletemiyorduk. Özel eşyalarına her dokunuşumuzda sanki İshak’a dokunmuş gibi hissediyor ve ona artık çok daha yakın olduğumuzu anlıyorduk. Onu kurtaracağımıza olan inancımız ise tamdı. Evet, eğer oradaysa ve yaşıyorsa, ne yapıp edip onu kurtaracaktık.
Saatler gece 9’u gösteriyordu. Enkazda canlı olduğu haberini alan televizyon kanalları çoktan gelmişlerdi bile. İshak’ın odasının içi nerdeyse boşaldı ama odanın önünde bulunan kirişler nedeniyle koridora ulaşmak nerdeyse imkânsızdı. Kirişleri makinelere içeriden kırmak çok vakit kaybettireceği için enkaza yukarıdan müdahale etmeye karar verdik. Tim çok yorulmuştu ama gözlerindeki ateş hala sönmemişti.
Enkaza yukarıdan müdahale etmeye başladık. Kat tablalarını teker teker kesip, katları vinç yardımı ile alıyorduk. Bir tablayı kesip atmak yaklaşık bir saatimizi alıyordu. İki kat indikten sonra İshak’ın üst katına ulaştık. Çok yaklaşmıştık. İshak’ın bulunduğunu söylediği koridorun üstünde olduğumuzu değerlendiriyorduk. Değerlendiriyorduk, çünkü bina kumdan yapılmış bir kale gibi, kendi içine doğru çökmüştü ve bu nedenle yer tespiti yapabilmek oldukça zordu.
Saat gece 01.00 civarındaydı, hiltiler ile son tablayı delmeye başladık. İlk deldiğimiz noktanın altı tamamen moloz ile doluydu. İkinci yerden deldik orası da aynı şekilde molozla kaplıydı. Umarız ki İshak, moloz yığını altında kalmamıştır diyorduk. ‘-Kalmamıştır, çünkü enkaz altından mesaj atmış’ dedi Aytekin Astsb. Ümidimizi kaybetmeden üçüncü deliği açtık ve yine moloz yığını ile karşılaştık.
Son tablanın demirlerini kesip molozu elimizle dışarı attığımız sırada Hasan Uzman ‘-burada biri var!’ diyerek bağırdı. Evet, moloz yığınlarının altında birisi vardı. Hemen UMKE görevlilerini enkaza çağırdım ve yaşam belirtisi olup olmadığını değerlendirmelerini istedim. Ne yazık ki, enkazın altındaki kişi çoktan ölmüştü. Belki İshak değildir diye moralimizi yüksek tutmaya çalışıyorduk. Çünkü aynı apartmanda cesedi çıkmayan bir kişi daha olduğunu biliyorduk.
Moloz yığınlarını kaldırdık ve maalesef enkazın altından çıkan kişinin bizim İshak olduğunu yakınları aracılığı ile teşhis ettik.
O an, tüm tim yıkıldı!
Etrafta çöküp kalmış binalar misali, herkes bulunduğu yere çöküp kalmıştı.
Tim olarak o kadar çok yorulmuştuk ki, yorgunluğumuzu ancak İshak’ın cansız bedenini çıkarınca fark edebilmiştik. Zaman nasıl geçti bilemiyorum, tam yarım saat bulunduğumuz yerden kalkamadık. Kimse kimseyle konuşamıyordu. Havada büyük bir hüzün ve yüreklerde ise derin bir üzüntü hâkimdi…
Oysa çok inanmıştık. Her kazma vuruşumuzda az kaldı, sana ulaşacağız diyorduk. Aramızda onunla manevi bir bağ kurmuştuk. Çünkü onu bu kadar kısa süre içerisinde çok iyi tanımıştık. Yıkılan evinin içinde dolaştık; nasıl biri olacağı hakkında düşüncelere kapıldık. Sağ çıksaydı eğer onunla neler konuşacağımızı düşünüyorduk ki, maalesef cansız bedenine ulaştık.
İshak’ta aynı binlerce talihsiz vatandaşımız gibi, çaresiz bir şekilde can vermişti!
Eminim ki, bu cümleleri okuyanların aklında tek bir soru var; İshak’ın badeni tamamen molozun altında kalmışken nasıl oluyordu da her yere mesaj gönderebiliyordu? Bizlerde herkes gibi bu soruları sorduk fakat net bir cevap bulamadık. Çünkü ailesinden de hiç kimse hayatta kalmamıştı. Olsa olsa en mantıklı cevap; İshak ilk deprem anında bir hayat üçgeni içinde ve bir türlü sağ kalıyor. Bu süre içerisinde herkese telefonla ulaşmaya çalışıyor. İkinci deprem anında ise, bina tamamen yıkıldığı için orada can veriyor. Çok daha üzücü bir ihtimal ise, ikinci depremle başlayan yıkım bu enkazda yavaş yavaş ve günlerce devam ederek İshak’ı yavaş yavaş öldürüyor!
Evet, biz DAFAK Bölüğü olarak bunun gibi onlarca durumla karşılaştık. Her arama kurtarma faaliyetinde Bölük personeli, kendi hayatlarını ve geride bıraktıkları ailelerini akıllarına bile getirmeden enkazın altına girdiler. Çok şükürler olsun ki, kimsenin burnu bile kanamadı fakat ömrümüz boyunca unutamayacağımız yaralar da yüreklerimize kazınmış oldu.
Diliyoruz ki devletimizi yönetenler tarafından gerekli önlemler alınsın ve bir daha Ali’ler, Ayşe’ler, Oğuz’lar ve İshaklar enkazlar altında kalmasınlar. Diliyoruz ki, beyhude atılan mesajlar, beyhude feryatlar ve çaresizlik içinde kurtarılmayı bekleyen canlarımız uçup gitmesin.”
İşte Zekiler Timi’nin yaşadıklarından bir kesit…
Onlar Büyük Türk Milleti’nin bağrından çıkan Kahraman Türk Ordusu’nun asil evlatları…
Onlar ve onun gibi niceleri, mazisi kadim Türk tarihinin sıfır noktasına dayanan, Mete Han’ın ve Oğuz Kağan’ın evlatları, modern Türkiye’nin gözüpek serdengeçtileri…
Bu vatan evlatlarının; canlarını dişlerine takarak ve dahi Can’dan geçerek, nasıl Can kurtarmaya çalıştıklarına, işte sizler de şahit oldunuz.
Lakin acımız ve kayıplarımız çok büyük ve dahi bazı konulardaki öfkemiz de çok büyük!
Çünkü, sırf bu arama ve kurtarma faaliyetleri için teçhiz edilerek eğitilmiş özel bir birliğin dahi, görev emri verilmeyerek tam iki gün boyunca boşu boşuna kışlada tutulduğunu görüyoruz. Oysa, o iki gün ne kadar da kıymetliydi…
Depremin ilk günlerinde gerekli arama ve kurtarma faaliyetlerini başlatamayanlara, etki tepki ve rapor sistemini işletemeyenlere, koordinasyonu sağlayamayanlara, bu millete varlık içinde yokluk yaşatanlara, devlet kurumlarını yozlaştırarak işlevsizleştirenlere, gaflet ve dalalet içinde bulunan basiretsizlere yazıklar olsun.
İşte buradaki gerçek öyküde ve daha başka anlatılan/yazılan/izlenen birçok olayda görüldüğü gibi, yaşatılabilecekken toprağa vermek zorunda kaldığımız on binlerce evladımız var.
Her nedense, Kahraman Türk Ordusu’nun askeri sağlık sistemi kökünden kazındığı için; hemen kurulamayan sahra hastaneleri ve hemen tahliye edilemeyen yaralılarımız nedeniyle, enkazlardan bin bir emekle canlı olarak çıkarabildiğimiz halde yaşatamadıklarımız var!
Ne yazık ki, gaflet ve ihanet çizgisindeki akıldan uzak icraat veya icraatsızlıklar nedeniyle binlerce evladımızı kurtaramadık, kurtarabilsek bile yaşatamadık.
Çeşitli art niyetli düşünce, kin, garaz ve yersiz paranoyaları nedeniyle; depremin ilk gününden itibaren teşkilatı, teçhizatı, disiplini ve eğitimi ile en güzide kurumumuz olan Kahraman Türk Ordusu’na görev vermeyenlere lanet olsun.
Liyakati terk ederek, mülakatlar yoluyla partizanca hareket ederek devlet kurumlarının içini yandaş, kandaş, cahil ve cühelalarla dolduranlara lanet olsun.
Gözbebeğimiz olan Kızılay’ımızı çadır, battaniye ve yemek dağıtan bir kurum olmaktan çıkarıp; çadır battaniye ve yemek satan bir kuruma çevirdiğiniz için lanetle anılacaksınız!
Saat gibi işleyen bir kurum olan Sivil Savunma Teşkilatımızı; afet anında şaşkın bir ördek gibi ortada kalan, yetersiz, eğitimsiz ve çaresiz bir AFAD’a evirdiğiniz için lanetle anılacaksınız!
Bilin ki, sizler de o masum evlatlarımızı çaresizce bıraktığınız enkazlardan çok daha büyük enkazların altında kaldınız ve kalacaksınız. Fiziken olmasa bile ruhen kalacaksınız. Bu dünyada kurtarsanız bile mahşerde kalacaksınız!