GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE MİLLİYETÇLİK VE TÜRK İSLAM ÜLKÜSÜ
Milliyetçilik fikrinin Fransız Rönesansı ile doğup geliştiği dikkate alındığında, bunun soya (etnik) yapıya dayandığı ve batı dillerindeki karşılığının da aynı anlama geldiğini biliyoruz.
Osmanlı döneminde ise, daha çok Müslüman olmayan nüfusun, Avrupa’daki ülkelerin teşvik, destek ve tahrikleriyle başladığı ve devam ettiği biliniyor.
Türk Ocakları Derneği’nin kuruluşu sonrasında, Mehmet Emin Yurdakul başkanlığındaki kurucu heyetin kendisini ziyaret ettikleri Sultan Reşat, tek sıra halinde dizilmiş ve saygı ile bekleyen heyeti baştan sona dikkatlice süzdükten sonra bir soru soruyor:
“ – Türk nedir?”.
Herkes yanındakinin daha bilgili ve yetkin olduğunu düşünerek, yanındakine bakıyor. Padişah göz ucuyla bakışları takip ediyor ve biraz sonra bu günün ifadesiyle,
“- Beyler, ülkemdeki azınlıklar kendilerini tarif ederek ayrıldılar. Sadece Türkler kaldı. Türk de kendisinin ne olduğunu tam olarak bilmiyor. Sizden rica ediyorum, Türklere, Türkün ne olduğunu anlatınız!.” Diyor.
Türk Ocakları yıllarca bunu yapmaya çalıştı. Fakat Trablusgarp, balkan savaşları derken 1. Dünya savaşı ve tabi sonunda Milli Mücadele…
Osmanlı Devletinin, Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşmesi ve yeniden kuruluş, toparlanış ve kalkınma hamleleri… Türk hâlâ kendisinin ne olduğunu yeteri kadar öğrenemedi.
Merhum Alparslan Türkeş’in siyasi parti genel başkanı olarak ortaya çıkarak Türk Milletine “Türk nedir”i öğretme ve eğitme dönemi millete ciddi heyecan verdi.
Milliyetçilik nedir, öteki düşüncelerden ve öteki milliyetçiliklerden farkı nedir, sorularıyla şekillendi. Türk, İslam’la şereflendikten sonra dünyanın en önemli medeniyetini kurmuş; İslam ahlâk ve fazileti ile İslam adaletini uygulamalarla göstermişti.
Son devletimiz Osmanlı hâlâ dünyanın öğrenmeye çalıştığı en büyük değerdi. Bu sebeple de öncelikle tarih şuurunun canlandırılması lazımdı. Merhum Tarihçi-Şair Nihal Atsız’ın, “Kızıl Sultan değil, Ulu Hakan” diye takdim ettiği ve milletin dikkatini çektiği “Son Osmanlı İmparatoru” ile başlanılması yerinde olacaktı.
Üstad Necip Fazıl’ın (Kısakürek) kaleme aldığı “Sultan Abdulhamid” adlı piyesi, bir gurup Üniversite öğrencisinin kurduğu bir tiyatro ile 1969 yılında, ülkenin hemen her bölgesinde temsiller verdi ve tarihe dikkatler çekildi.
Bazı il ve ilçelerde doğrudan CKMP’nin organize ettiği bu tiyatro, tarih şuurunun gelişmesi ve yaygınlaşmasında etkili oldu.
Ülkü Ocaklarının kurulması, lise ve üniversite öğrencilerine tarih, ahlak, ve milli kültür konularında seminer ve eğitimler verilmesi ile milliyetçilik fikri tarihi ve kültürel yerine oturtulmaya çalışıldı.
Bu arada sosyal ve siyasal hayatta, sadece “mukaddesatçı” adıyla bilinen büyük kitlenin adına bir kelime daha eklendi: “milliyetçi- mukaddesatçı” haline geldi.
Bu tanımlamanın ortaya çıkması emperyalist güçleri rahatsız etmiş olmalı ki, birden bire dinle ilgili garip tartışmalar başladı.”İslamcılık” diye ortaya eski tartışmalar yeniden geldi.
1969 yılından itibaren bu “milliyetçi-mukaddesatçı” kitle içinde, “İslamcı” denilenlerce aşağıdaki sorular sorulmaya ve saflar ayrılmaya başlandı.
“- Türk müsün, Müslüman mısın?”
“- Önce Türk müsün, Müslüman mısın?”
“-Bir Türk ve bir Müslüman denize düşerse, önce hangisini kurtarırsın?”
Bu soruları soranlar, aslında İslamı kullanarak “bölücü ırkçılık” yapanlardı. Onlara göre bir insan hem Türk, hem de Müslüman olamazdı. Müslüman olmak Türk olmaya izin vermiyordu.
Yıllar sonra o zaman kendilerini “komünist” zannettiğimiz, “solcu Türk” çocuklarına da, “Müslüman” kelimesi “komünist” kelimesiyle değiştirilerek soruluyormuş.
“-Bir Türk’le bir komünist denize düşse,…” gibi deniyormuş.
Şimdi daha iyi anlıyoruz ki, İslam’dan ayrı bir de “İslamcılık” adıyla fikirler geliştiren emperyalistler sadece Türk’e düşmanlarmış.
Onun için de bir insan ”hem Türk, hem de Müslüman” olamadığı gibi, solcu da olsa Türklüğünü inkâr etmeden “komünist” de olamıyormuş… Yani “Türk’ten kurtulmak” için ne gâvurluklar icat edilmiş.
Milliyetçilik fikrinin, tarih şuuru ve İslam’la buluşması ile bu buluşmayı anlatan yeni bir terim kullanılmaya başlandı.
TÜRK İSLAM SENTEZİ
Bu başlık, gelinen noktayı ve neyi ifade ettiğini anlatmak üzere merhum Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu tarafından kitaplaştırıldı.
Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu Marşı”nda ifade ettiği gibi, “adet küçük, zaman çabuk, yol uzundu”.
Ülkücü Kadro Dergisi’nda yazmaya başlayan ve Hergün Gazetesinde yazılarına devam eden Seyyid Ahmed Arvasi, bu konudaki gelişmeyi tamamladı.
Türk Müslümanlıkla buluşup, İslam’ı din olarak seçerken, pazardan meyve seçer gibi seçmemiş; susuzluğunu gidermek için günlerce süren arama sonunda suya kavuşan insan gibi, öyle bir vuslat yaşamış ki, bu kavuşmanın hızıyla yeni bir alaşım, karışım meydana gelmiş, yeni bir madde gibi, yeni bir anlayış ortaya çıkmıştı.
Bu yeni isim: TÜRK İSLAM ÜLKÜSÜ.
Bu anlayış Hz. Peygamberi doğrudan örnek alma yanında, O’nun kutlu arkadaşları Hz. Ebubekir gibi, doğru, Hz. Ömer gibi âdil, Hz. Osman gibi edepli, “hayâ sahibi”, Hz. Ali gibi yiğit, kahraman ve derin tefekkür sahibi olmanın yanında Türk kahramanlık ve şecaatinin de sembolü olacak bir nesil yetiştirme projesi idi.
Onun için seçim meydanlarında bunu siyaset diliyle anlatan Türkeş, “Ben sizi sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye değil, Hak yoluna, hakikat yoluna, kısaca Allah yoluna çağırıyorum”, diyordu.
Ülkemizde hâlâ yerine oturmadığında kuşku bulunmayan ve sokaktaki ıspanak fiyatından ucuz demokrasi ile nereye gidileceğine karar verememiştir.
“AB Üyeliği ideali” diye sunulan yolun ise, Türk’e kefen biçenlerin yolu olduğunu da biliyoruz.
Zaten AB’nin kendisinin de ne olacağı, dağılıp dağılmayacağı, birliğini koruyup koruyamayacağı iddialarına, AB ülkelerindeki İslam ve Türk düşmanlığı eklenince de, bu yolun yol olmadığı anlaşılmıyor mu?
O zaman gelin Türk İslam ülküsüne yeniden ve daha büyük bir aşkla dönelim.
Türk İslam Ülküsü öncelikle “Türk nedir?” sorusuna verilecek cevaplara, “İslam inanç ve ahlâkı ile tüm değerlerin eklenmesi sonrasında ortaya çıkmış; Selçuklu ve Osmanlı uygulamalarıyla bin yıl hayat bulmuş ve medeniyet haline dönmüş Türk devlet ve toplum uygulamaları” demektir.
Bu bizim tarafımızdan, bizim için, bize göre üretilmiş ve bizi dünyanın en büyük süper devleti yapmış bir kültür, medeniyet ve hayat tarzı demektir.
Türk İslam Ülküsü, hayali, felsefi ve basit bir ideoloji değildir.
Yahya Kemal’in ifadesiyle “kökü mazide olan âti” demektir.
Türk İslam Ülküsü, yeniden hayat bulduğunda, mensup olduğu ve hizmet ettiği tekkeye , “eğri odunun bile yakışmayacağını” söyleyen Yunus Emre’nin, doğruluğunda; aleyhine de olsa yalan söylemeyen, haram yemeyen, kimseye haksızlık etmeyen, Hakk’ına razı, yediği her lokmanın kendisine helal olup olmadığını sorgulayan bir nesil toplumda çoğunluğu oluşturacaktır.
Dünyanın yüz yıldır özlediği gerçek barış, adalet ve huzur dönemi bu nesille gelecek ve dünyada yaşayan her ırktan, her dinden, her dilden, her mezhep ve tarikattan insanın mutlu, huzurlu yaşayacağı bir sosyal hayat kurulacaktır. Kamu düzeni bu hayatın resmi idaresi halinde tecelli edecek; demokrasi ilk defa gerçeği ile hayat bulacaktır.
Ülkücülük bunları gerçekleştirmeyi amaç edinmek, ülkü bellemek ve hayat tarzı olarak buna hazırlanmaktır.
BUGÜN VE ÜLKÜCÜLÜĞÜN ZAAFLARI VE YENİDEN TÜRK İSLAM ÜLKÜSÜ
Merhum Başbuğ’un âniden Hakk’a yürümesi, çok ciddi karışıklıklara, yanlış anlayışlara, hatta iç çekişme ve ayrılmalara sebep oldu. Kimin lider olacağı ve yeni Başbuğ tartışmaları başladı.
Bazıları, siyasi partiye seçilecek insanın Alparslan Türkeş’in gençliği olacağını ve hatta “daha kudretli Başbuğ” haline geleceğini düşündü.
Hayali gerçekleşmeyenler, farklı insanlar etrafında toplandı ve seçilmiş lidere muhalif fikirler üretmeye başladılar. Onlar, kendilerini etrafında toplayan lider adaylarını,”başbuğ” olmaya layık tek insan görüyorlardı.
Hiç kimsenin “başbuğ” doğmadığını hâlâ anlamayanlar var.
En kolay ve en zor şekillenen varlığın insan olduğu unutulmamalıdır. Ana kucağından başlayan eğitimlerle en kolay şekillenen insan, dış tesirlerle kolay şekillenmemektedir.
Hayatın şartları, zorlukları, başarısızlıkları, eğitim verenlerin yapıları, yetenekleri, disiplinleri, iletişim dünyası ve emperyal faaliyetlerle beşinci kol çalışmaları da eklenince Türk Milliyetçilerindeki zihni, fikri, hatta ideolojik ayrılık, aykırılık ve çatışmaları anlamak mümkünse de, inanılan ülkü ve buna şartlanmış insanların bu kadar kolaylıkla bölünüp parçalanmasını anlamak çok zor olmalıdır.
Nefsini yenememiş, küçük cihatlarla uğraşan, şu, şunu yaptı, bu, bunu yaptı, biz ne yaptık? Gibi basit şeylerle uğraşan veya uğraştırılan gençleri suçlamak elbette mümkün değil.
Alternatif lider veya “başbuğ adayı” görünenlerin, tebliğ için gittikleri insanların tarikatına, yoluna girmeleri ne ile nasıl izah edilebilir?
Kendilerine bilmedikleri yolu, inancı, töreyi öğretmediğimiz gençleri kim, niçin veya nasıl suçlayabilir?
12 Eylül’le darbeye maruz kalmış, darbenin tesiri ile bilmediği, görmediği diyarlara savrulmuş, zindanlara düşmüş, genç ve henüz delikanlılığını yaşayamadan yağlı ilmikler altında can veren Ülkücülerin uzun süre Türk İslam Ülküsü bilgisi edinme ve eğitiminden uzaklaştıkları; darbenin yaraları ile meşgul oldukları, hatta verdikleri kurbanlara bile ağlayacak vakit bulamadıkları günleri aklımızdan asla çıkarmamalıyız.
Bunu yaptığımızda, aramızda yeniden birliğimizi kurmayı, kendimizle ve bütün ülkücülerle barışmayı sağlayabiliriz.
Bu barış, bize yeniden ve kaldığımız yerden eğitimi, yeni fikirleri, değişimi ve yeniden “lider, doktrin ve kadro” disiplinini getirebilir. Bu birlik, dirliği, iriliği ve bekleneni gerçekleştirebilir.
Bu gün yaşadığımız ve dışa vurduğumuz manzara son derece çirkin, ayıplarla, kusurlarla, eksikliklerle ve ülkümüze yakışmayan şeylerle karışmış görünüyor.
Kullana kullana iyice buruşmuş, kirlenmiş bir çarşaf gibi bu görüntüden kurtulmak için gelin önce bu çarşafı dışarı çıkartıp balkondan aşağı bir çırpalım. İçindeki toz, kir, araya girmiş ekmek kırıntıları, sigara külleri ve her ne varsa hepsini dökelim. Sonra da çamaşır makinesinde iyice yıkayıp ütüledikten sonra, her zaman kullanılabilir kıvamda koruyalım.
Hiç kimseyi suçlu saymadan, hiç kimseye hakaret etmeden, hiç kimseyi ayıplamadan, bu güne kadar neredeydin demeden; Mevlana gibi;
“– Gel, yine gel, ne olursan ol yine gel” diyerek, gel yarım bıraktığımız işimizi tamamlayalım. Bu millete ve dünyaya “Türk’ün ne olduğunu öğretelim”, yolumuzu aydınlatalım, tarihimizle barışalım. Yeniden Türk İslam Ülküsü’nde bulaşalım. İçerdeki ve dışarıdaki herkese bu kültürün, bu medeniyetin, bu inancın yüceliğini ve kudretini gösterelim, diyelim.
“Allah birdir, birliği sever”.
Hayata baktığımız penceremiz, bir hücrenin penceresi kadar küçük de olsa, baktığımız yer ufku açık bir yerse, pek çok şeyi bir arada görme imkânımız daha fazla olur. Gözünü kapatan kimse Dünyayı ve Allah’ın yarattıklarını göremez.
Sanal âlemde yazılanlar, konuşulanlar yanında, yeni lider arayışları sebebiyle yazılıp söylenenlere bakıldığında, bu kadar öfkeli, kızgın, hoş görüsüz ve dar görüşlü olmayı bize kim getirdi, kim öğretti, demekten kendimizi alamıyoruz.
Türk – İslam tarihinde “ateşe, şeytana, kertenkeleye tapan”a bile bir şey dememiş; kamu düzenine uyması ve işini yapması koşuluyla herkesin adalet ve sevgi ile kucaklandığı bir nizam kurmuşuz. Buna “Nizam- Âlem” yeni deyimle “Dünya Düzeni” ya da “kamu düzeni” diyoruz.
Atalarımız “öfkeyle kalkan zararla oturur” dememiş mi?.
Önce öfkemizi kontrol etmeliyiz. Kitabımız “Kur’an”, “öfkesini yenen ve insanları affedenleri” övmekte ve müjdelemektedir.
Biz bundan 40-45 yıl öncesinden başlayarak, toplumu yalandan, haramdan, fitneden, fesattan, üçkâğıtçılıktan, emperyalist oyunlardan, … Hülasa kötü bildiğimiz her şeyden kurtarıp Milli Ülkümüze uygun bir hayat seviyesine taşıyacağımıza inanıyorduk. Hala bu inancımızı muhafaza ediyoruz. Ancak, arkamızdan gelen gençliğin ve çağdaşımız olan arkadaşlarımızın öfkesini, hatta kinini gördükçe şüpheye düşüyoruz.
Milletin çoğunluğu, bizim bildiklerimizi bilse, bizim inandıklarımızı, bilip inandığımız gibi inansa bize, ülkücülüğe veya başka fikirlere ihtiyacı asla olmaz.
Biz yolunu şaşırmış, kaybetmiş, kaybolmuş, emperyalist oyunlarla şaşkına çevrilmiş, yolunu kaybetmiş bir millete, “Asena gibi” kayaların arasından yol göstermeyi düşünüyorsak, onların yanlışlarını, hatalarını, hatta hıyanetlerini yüzlerine vurarak, hakaretler ederek rehberlik, mürşitlik, önderlik edebilir miyiz?
Hakaret edip, sövdüğümüz insanların bizi sevmesini, bizim dediğimiz yola gelmesini sağlayabilir miyiz?
Asla. Asla bu yolla kimseyi peşimize takamayız. Bu öfkeyle yolumuzdan ve kendimizden de bıkarak intihar bile edebiliriz.
Kültürümüzün çok önemli bir parçası olan tasavvuf, öncelikle âşık olmayı öğretir. Ahmet Yesevi Divan-ı Hikmet’te:
“Hum-u ışktan kişi bir kadre tatkay,
Hüdam vaslıga bir yol-u yetgay”
Yani bu günkü Türkçe ile:
“İnsan aşk şerbetinden bir tek katre (zerrecik) tadarsa,
O zerre ile Allah O’nu dosdoğru yetkin bir yola ulaştırır”
Diyor.
“Aşk olmadan meşk olmaz” sözü de sevmeden başarının yakalanamayacağını anlatıyor.
Bizim kuşak ülkücülerden yüzlercesinin ölüme gözünü kırpmadan gidişinin sırrı da bu aşk meselesinde, bu inançta gizlidir.
Arkadaşım, Maraşlı Aşık Hüdai’nin
“Âşık olmak bir âlemdir;
Tatmayanlar anlamaz ki”
Diye anlattığı hakikat de budur.
Bizi anlamayan yalakalıklıktan, maymun iştahlılığa kadar suçlayan, suçlayacak olan, hatta zaman zaman günümüzdeki birilerini “Peygamber” olarak tanıdığımızı ve dönekliğimizi söyleyecek kadar şaşırmış, biraz cahil ve hırslı, ülkücü adını kullanan kuru kalabalıkla ne yapılabilir?
Bunların yeniden kazanılması, eğitilmesi gerekmiyor mu?
İlk işimiz herkesi suçlayan, dışlayan, gavur sayan cahil köylü mantığını bırakmalı, kime ne diyeceğimizi, niçin diyeceğimizi ve herkesle bir olup, “Hak Divanı”na nasıl götüreceğimizin hesabını yapmalıyız.
Bunu yaptığımızda sırtımızda taşıdığımız taşları, eteklerimizdekilerle birlikte bir yer bulup boşaltabiliriz.
“O, bana şunu dedi, ben ona şunu söyledim”i unutmalıyız. Günümüz diliyle “o hırsız, bu Türk değil”, “şu ahlaksız” demekten kurtulmalıyız.
Aklımızda tutalım ki, hepiz insanız ve hepimizin pek çok ayıbı, kusuru, noksanı vardır. Herkesin, ama kekresin söylenince yüzünü kızartıp mahcup olacağı şeyler vardır veya olabilir.
Allah’ın insana verdiği nimetlerden biri de “unutmak”tır. Annesinin, babasının, eşinin, çocuğunun, sevgilisinin, nişanlısının cenazesini eleriyle mezara koyanlar, unutma nimeti olmasa nasıl yaşarlar?
Yiyecek çok, yenilecek şey de az olduğunda kavga her zaman olur.
Biz, bir birlerimizle et, ekmek, para, nimet bölüşmeyeceğimizi biliyoruz.
Yine biliyoruz ki, bizim mutluluğumuz, milletin mutluluğu; üzüntümüz de milletin üzüntüsüdür.
Bizim inancımızda, kültürümüzde, yolda- belde gördüğümüz hasta, dertli, muhtaçların derdini, acısını yüreğimizde duymamız lazımdır. Bir düğünde, toyda, bayramdaki mutluluk da aynı şekilde bizim yüreğimizde yaşadığımız sevinçtir. Bunun böyle olması gerekir.
3 Mayıs 1944 te “kahrolsun Komünistler” diye Ankara’da “nümayiş” yaptıkları için tabutluklara konan, eğitimleri yarıda kalmış kahramanlardan Cemal Oğuz ÖCAL’ın dedikleri, bizim düşüncemiz değil mi?
“Şu dertli kadın anam, şu hasta kız bacımdır,
Sevinçleri sevincim, acıları, acımdır”.
Şimdi herkesi, parti, dernek, vakıf yöneticileri, eski-yeni, şurda veya burada kalmış ve hâlâ kendisini anlatılan ülkü ve inanca saygılı olanları şapkalarını önlerine koymaya, bunları düşünmeye, dinin en önemli işi olan “tevbe”ye ve yarım kalmış yolumuzu tamamlamaya çağırıyorum.
Sivas’ta Pir Sultan’ın dediği gibi diyorum:
“Gelin canlar bir olalım!”
Bunu yanlış bulacaklar için de Başbuğun dediklerini tekrarlıyorum:
“Hak yolu, hakikat yolu, Allah yoluna çağırıyorum”!
Kur’an, “Allah katında en şerefliniz takvada(Allah’a ve insana saygıda) en ileri olanınızdır”.(Hucurat:13).
Herkesi bu hakikate dahil olmaya davet ediyorum.