Çok yoğun gündem içinde savrularak yaşamaya devam ediyoruz. 19 yıldır bitmeyen reform ihtiyacımız(!) yine tartışma konumuzken, gündeme şehit haberleri bomba gibi düştü. Kaybettiğimiz 16 vatan evladının şehadeti yüreklerimizi dağladı. Şehitlerimize rahmet, ailelerine sabır ve başsağlığı diliyorum.
Bu sefer yeni anayasa ile hukuk reformunu konuşuyoruz. Ama yeni anayasa konusu apayrı ve ideolojik arka planı olan bir konu. Dolayısıyla aslında iki hususu ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor.
Hiçbir şey aslında yeni de değil…
Yirmi beş yıl kadar önce, Maraş Türk Ocağı Şube Başkanıyken, eğitim meselesini görüşmek üzere özel bir toplantı yapmıştık. İki Vali Yardımcısı, iki Millî Eğitim Müdür yardımcısı, Millî Eğitim Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı, bir özel dershane sahibi, bir ilkokul müdürü, dönemin iktidar ve muhalefet partilerinin il başkanları, büyük fabrikaları olan bir işadamı ve yönetim kurulundan birkaç arkadaşım katılmıştı. Bir okul kurabilir miydik, işi oraya getirmeye çalışıyordum.
Toplantı Vali yardımcılarından birisinin iki yıl kadar eğitim aldığı İngiltere’nin eğitim sistemiyle özel dershane sahibi arkadaşımızın, Özel Dershaneler Birliği için yaptığı çalışmada, incelediği Japon eğitim sistemi arasındaki üstünlük tartışmasına kilitlenmişti. Bir ara, yanında getirdiği dergiyi açan dershane sahibi oradan bir parça okudu. Okuduğu bölümün Japon ilköğretim yönetmeliğinin giriş paragrafı olduğunu söylediğini hatırlıyorum.
Okudukları, müfredatın ilk amacının Japon çocuklarına Japonluk ruhunun aşılanması olduğunu anlatıyordu. Biz bu hararetli konuşmaları dinlerken, “Bu dediklerinizin hepsi de bizim ilköğretim müfredatımızda da yazılı” cümlesi duyuldu. Başlar cümlelerin sahibine, çok uzun yıllardır Maraş’ın başarılı bir ilkokulunun müdürlüğünü yapan arkadaşımıza çevrildi. O, “Yazıyor yazmasına da uygulama…” diye devam etmişti…
“Önce ekmekler bozuldu…”
Bugün de reformun kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunu dile getiriliyor. Peki, hukuk mu değişecek insanlar mı?
Mesela, Anayasa Mahkemesinin kararına uyulması gerektiğine dair Anayasa’nın hükmüne rağmen, yerel mahkemenin, bu karar yanlış, ben buna uymuyorum demesi artık alışkanlık hâline gelmedi mi?
Veya Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin hayata geçtiği ilk günlerde gazetecilerin “Size başkan mı dememizi istersiniz, Cumhurbaşkanı mı?” sorusuna, Anayasa’da Cumhurbaşkanı yazıyor olmasına rağmen başkan demenizi cevabındaki böyle bir alışkanlığın başka bir örneği değil miydi?
16 Nisan 2017 referandumunda, kanunda açıkça yazılı olan hükme rağmen içtihat edilerek halkoylamasının sonucuna etki edilmesi de yanlışlıkla mı olmuştu?
2007 yılında kuyuya atılan taş misali, Cumhurbaşkanlığı seçimleri için TBMM’nin toplantı sayısının 367 olması gerekliliği de böyle bir garabetti. Ama bu garabete karşı çıkarken, O hâlde Cumhurbaşkanını halk seçsin, hodri meydan yaklaşımı ile Cumhurbaşkanı seçim yönteminin değişmesi de sistemin mimarisini bozan başka bir gariplikti. Hoş, sistem mükemmel değildi belki ama eksikleriyle işliyordu. Fakat bu değişiklik taşıyıcı kolonlardan birisinin kesilmesi gibiydi. Bundan sonraki her müdahale biraz daha bozulmaya yol açmıştı.
Sonra, 2010’da hukuk sistemini bozan 28 maddelik Anayasa değişikliği için fırtınalar kopardık. Demokrasi mi, jüristokrasi mi? sorusu soruldu. Yargıçlar yönetimi olarak tanımlanan, demokrasiye zıt, milli iradeyi göz ardı eden bir yönetimden bahsediyorlardı. Aylarca kamuoyu meşgul oldu. Başka hiçbir şey konuşmadık. Ardından referanduma gidildi ve değişikliği halka onaylattık. Bugün 110 yaşına yaklaşan bir STK’mızın o zamanki başkanı bile, artık jüristokrasi son buldu açıklaması yapmıştı.
Ardından gazetelerde, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu için seçimi gündemi manşetlerdeydi. Yeni sistem ileri demokrasi diye kurgulanmış ve seçimi öngörüyordu. Partiler, cemaatler, tarikatlar vs her gruptan savcı ve hâkim kurul üyelikleri için ittifaklar kurdu. Artık sistemin dengesi bozulmuş, iyice şirazesinden çıkmıştı.
“Sonra her şey…”
Bu denge bozulması, fiilî durumun hukukileştirilmesi gerekliliği(!) ile ilk adımının atıldığı 16 Nisan 2017 anayasa değişiklikleri ile sistemin değişmesine kadar ulaştı. Artık devletin omurgası başkalaşmıştı. Mesela TSK’nın fiilî genelkurmay başkanı Millî Savunma Bakanı oldu. Kuvvet komutanlıkları da MSB’ye bağlanmıştı. Artık askerî okullara kapatılmış, harp okulları üniversite yapılmış, öğrencisini de Türk çocuklarına, bizi tercih edin diyerek TSK’nın reklamını(!) yapan MSB alıyordu. Evde annelerinin dantelli masa örtülerine sarınıp kefenlerimizle geldik diye seçim meydanlarında boy gösterenler bu reklamlara bakmadılar bile. Onlar meydanlardan sonra lüks arabaları ile işleri çok yoğun olan babalarına yardıma gitmişlerdi.
2017 değişikliğinden hukuk sistemi de nasibini almıştı. Ama yetmemişti. Elbette yetmezdi de. Kovit 19 salgın tedbirleri arasında toplantıların yapılmayacağı İçişleri Bakanlığı genelgesi ile duyurulmuştu. Valilikler salgın tedbirleri öne sürülerek küçük basın açıklamalarına izin vermiyordu. Televizyonlarda, tatil beldelerinde bir avuç gencin yaptığı parti günlerce televizyon haberlerine konu edildi. Fakat spor salonunu lebalep dolduran iktidar partisi il kongresi aynı televizyonlarda naklen yayınlanmıştı. Her fırsatta çok haklı olarak maske, mesafe ve temizlik uyarısını yapan AKP Genel Başkanı, il kongresindeki kalabalığa övgüler bile dizdi.
Gittikçe ağırlaşan şartlar…
Hukuk reformu ve yeni anayasa diyenlerin, eğer ideolojik hedefleri yoksa(!), reformu kendi kafalarında yapmaları gerekiyor. Ama var ve attıkları her adım onları hedeflerine biraz daha yaklaştırıyor. Ancak özellikle yeni anayasa konusunda iktidar temsilcilerinin söyledikleri toplumdaki gerginliği artırıyor. Zaten toplum alabildiğine gergin. Açlık ve işsizlik yüzünden ezilmekte.
Bankaların 2020 yılındaki kârı 60 milyar lira olarak açıklandı. Son yılların en yüksek kârı. Demek ki insanlar tüketici kredilerine yüklenmiş. Buna rağmen, son bir haftada parasızlık yüzünden, çocuklarını komşularına emanet ederek intihar eden 25 yaşındaki karı kocanın ve yine parasızlıktan intihar eden inşaatta çalışan gencin haberi basında küçücük yer aldı. Ama televizyonlar Ay’a göndereceğimiz uzay yolcusuna Türkçe isim bulmakla meşgul.
Daha önce bir yazımda da kullanmıştım ama şartlar değişmeyince yine Rahmetli Dündar Taşer’e başvuracağım: “Acele Islahat Osmanlı imparatorluğunu bitirmişti. Derhal Reform da Türkiye Cumhuriyeti’ni eritebilir.” diyordu.
Yeni anayasa mı, devletin yeni kuruluş anayasası mı veya yeniden diriliş anayasası mı? 1921 Anayasası ve bugün arasındaki ilişki, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulunun 8 Mayıs 2020’de Twitter üzerinden yaptığı açıklama ile yeni anayasa ilişkisi üzerinde devam edeceğim…