“Pazar Okumaları” köşemize hoş geldiniz Utku Bey. Tiyatro sanatçısı ve yazar Utku Erişik olarak tanınıyorsunuz; ancak geniş bir yelpaze, sizin sanata ve edebiyata katkılarınız. Bize biraz anlatır mısınız? Daha iyi tanıyalım Utku Erişik’i.
Dünyanın en zor sorusuyla başladık, bundan sonrasında umarım daha kolay sorular gelir. “Dünyanın en zor sorusu” diyorum; çünkü insanın kendisini anlatması, aslında kendisini hiç bilmediği bir coğrafyada bir anda bulması ile yaşadığı şaşkınlığa benziyor. Bundan yirmi yıl önce bu soruya daha kolay yanıt verirdim; uzun uzun ve gururla anlatırdım. Sonra yıllar bana bir gerçeği öğretti: İnsanı en güzel başkaları anlatıyor. Bu anlatanlar içinde gururla anlatanlar var, kıskançlıkla anlatanlar var, övünerek anlatanlar var, yerden yere vuranlar var. Hepsinin toplamı aslında “ben” yapıyor; çünkü ben de gurur, kıskançlık, övünme, yerinme gibi duygu ve davranışlarımın bütünüyüm.
Hakkımdaki “özgeçmiş” bilgilerini ben, meraklı okurlarımız için internette, örneğin Tiyatro Birileri’nin internet sitesinde yer alan “özgeçmiş” metnine bırakayım. Eğer “özgelecek” soracak olursanız, işte onu kendime sorduğumda, içimde derin bir sessizlik oluyor; fakat bu sessizlik, bir çaresizliğin sessizliği değil, yüksek dağlar ile örülü inişli çıkışlı ve kıvrımlı derin bir vadideki genişliğin sessizliği… Belki biraz da, küçük bir pınardan başlayıp dere olan, sonra nehre dönüp uzun yollar aşarak denizle bütünleşen, en sonunda da denizlerce dolup taşıp okyanus olan suyun sessizliği de diyebiliriz. “Vadi” desen, rüzgârın o dağlar arası boğazdan bir lokma gibi geçişinin uğultusu olabilir; “su” desen, kendi yatağınca doldurduğu hacminin şırıltısı olabilir. Bu doğru; ama insanın kendi sesi, kendine ses gibi gelmez. Bunların hepsi benim sessizliğimin bir parçası… Bir düşünün, bir metni “içinizden” okuduğunuzu sanırsınız. Kısmen doğrudur; ama usul usul kendi sesinizi de duyarsınız. Oysaki, derin bir sessizliktir.
Çok güzel bir yazı paylaştınız. Aslında “Azerbaycanlı” kelimesine bir tepkiydi; ama çok etkileyici bir yazı oldu. Neden böyle bir tepki yazısı yazdınız?
Çok teşekkür ederim. Sosyal medya maymunluğuna kaçmadan ve her konuda ahkâm kesme ahmaklığına düşmeden, mümkün olduğunca düşüncelerimi paylaşıyorum. Bu yıl eylül ayında Ermenistan’ın otuz yıldır işgali altında olan Dağlık Karabağ bölgesinde bir savaş başladı. Evet, tam anlamıyla bir “savaş”… Ben Uğur Mumcu’nun “Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz.” sözünü çok önemseyenlerdenim ve bu sözün bu coğrafyanın yetiştirdiği en büyük gazeteci – yazarlardan Mumcu Usta tarafından söylenmesinde yine bu coğrafyanın katkısının olduğunu düşünenlerdenim.
Yazım aslında Azerbaycan’ın yanında olup olmamanın tartışıldığı günlerde yazdığım bir yazıydı; içinde sizin de belirttiğiniz gibi, “Azerbaycanlı” sözcüğüne de karşı çıktım. Hâlâ da çıkıyorum. Önce bunun nedenini açıklayayım:
Dünyada ulus kimliğini kazanmış ve bu kimlikle devlet kurmuş hiçbir toplum, bölgesel bir vurguyla ya da devlet adından türetilmiş sözcüklerle anılmaz. Azerbaycan Türk’tür. “Tek ulus, iki devlet” vurgumuzdaki “ulus”, Türk ulusudur. Avustralya gibi, sömürgeleştirilmiş bir toprağın karma bir toplumu değil ki, “Avustralyalı” gibi analım Azerbaycan Türk’ünü. Alman’a “Almanyalı” demiyoruz. Neden? Çünkü ulus kimliği üzerine inşa edilmiş ve hatta adını da ulus adından almış bir ülke… O zaman Almanya Alman’dır… Hemen komşusuna geçelim: Belçika… Felemenkçe konuşan bölgesi vardır, Fransızca konuşan bölgesi vardır, Almanca konuşan bölgesi vardır. Orada yaşayandan “Belçikalı” diye söz edersin; çünkü karma bir demografik yapıya sahiptir. Bu demografinin karma oluşu, “dil” özelinde ayrışmış farklı kökenlere sahip oluşundandır. Azerbaycan bir Türk devleti, Azerbaycan’da konuşulan dil de, Türkçe… Eee? Hadi gel, biz yine de “Azerbaycanlı” diyelim. Olmaz öyle şey! Türk’e Türk demek, bazılarının sandığı gibi “ırkçılık” değildir; bu, bunu diyenlerin anlamayacağı kadar karmaşık bir uluslaşma sürecinin bir sonucudur. “Ulus” sözcüğü, dört harften oluşur; “ulus” olabilmen ise, bazen dört bin yılını alır.
Yazımda tepki gösterdiğim ana konu ise, “Azerbaycan’ın yanında olup olmamak” idi. Azerbaycan’a ait olduğu uluslararası hukukça tanınmış ve tanımlanmış olan Dağlık Karabağ bölgesinin Ermenistan tarafından “işgal” edildiğinin nesini tartışıyoruz biz, bunu anlamıyorum. Sözcüğün ilk ve son anlamıyla, bir başka deyişle sözcüğün tam anlamıyla “işgal”dir. O halde, biz “savaş çığırtkanı” mı oluyoruz, yoksa yıllardır hiçbir diplomatik uyarıyı dinlemeyen emperyalizm şımartması bir Ermenistan’ı kendi sınırlarına çekilmeye mi çağırıyoruz? Kıbrıs Türk’üne yardım eli uzattığımızda kimler karşı çıktıysa, Azerbaycan Türk’üne yardım elini uzatmamız gündeme gelince aynı kimlik karşı çıktı. Bu kimliğin ne olduğunu ben kısaca anlatamam; ama ne olmadığını kısaca söyleyebilirim: Türk olmadığı ve ulusal bir bilince sahip olmadığı kesin!
Dikkat ederseniz, “Kıbrıs Türk’ü” dedim, “Azerbaycan Türk’ü” dedim. Aynı coğrafî bölgeye yayılmış farklı devletlerdeki aynı ulustan söz ederken, bazen bu ayrımı yapmak gerekiyor, evet; ama yapacaksak, böyle yapmamız bana daha doğru geliyor.
“Türkiyeli” diyenleri de eleştirdiniz. Neden Türk demekten imtina ediyorlar sizce?
Onlara omuzlarının kaldıramayacağı ağır bir sorumluluk yüklüyor çünkü. Aklıma ilk gelen yanıtı bu… Düşünün; başkasından icazet alarak bu dünyada var olmaya çalışan biri var diyelim. Bu kişi, ne olduğunu reddeden, nereden geldiğinden utançla söz eden, geçmişinden midesi bulanan, başkasına hayran olarak onun gibi olmaya çalışan silik ve asalak biridir. Şimdi bu kişi çıkıp da, “Türk” dese; ona tarihin ve coğrafyanın yüklediği bir sorumluluk var. O sorumluluğu da her omuz taşıyamaz. ABD’nin bir eyaleti olmayı önerenler, “ABD bayrağındaki bir yıldız olsak ne olur sanki?” diye sorabilen bu yeni yetme ve sonradan görme “Turkish”ler, bir türlü Türk olamadılar gitti. İngilizce olarak “Türkiyeli” diyemedikleri için zoraki bir “Turkish” çıkar ağızlarından yurtdışında. O da utana sıkıla!… Öyle uyduruk bir sözcük ki, dünyanın en köklü dillerinde karşılığı yok! Kültürel emperyalizmin terminolojik olarak bir propagandası demek olan “Türkiyeli” sözcüğü, son yıllarda moda oldu. Neymiş? Ben “Türk” olduğumu söylersem, karşımdaki de “Kürt” olduğuyla karşılık verirmiş, en güzeli “Türkiyeli” demekmiş… Yıllardır yerleştirmeye çalışmalarına rağmen bu maya, belli dar çevreler dışında tutmuyor, tutmayacak. Bir önceki sorunuza verdiğim yanıtta da belirttiğim gibi, “ulus”un, “kabile” ve “kavim”den farklı ve çok daha derin bir anlamı var. “Merhaba, ben filanca ulusum!” demekle olmuyor bu işler… Ezik bir psikoloji içinde sürekli başka ülkelere yamanarak ve kim “süper güç”se onun peşinden koşarak ulus olabilmenin tek örneği yok dünya tarihinde. Şimdi bu sığlık içinde kulaç atmanın hayalini kuranlar, ortak bir ulusal Türk kimliğiyle gemiyi derin denizlere sürmek yerine, “Türkiyeli” ile kıyıya vurmayı seçiyorlar. “Türkiyeli”lere kötü bir haberim var; gemi, dev dalgalar içinde “battı” denildiği yerden hep yeniden burnunu göstermeyi başarmış bir gemi. Binlerce yıldan söz ediyorum; bu, vizyonu üç beş yıl ile sınırlı olan “Türkiyeli”ler anlamayacaktır şimdi. Hadi kötü bir haber daha vereyim; tarih, uydurma bir terminoloji ile yazılmıyor, tarih yazıldıkça terminoloji kendiliğinden doğuyor.
Atatürk’ün Türk Milliyetçiliği tezinin iki ayağı var: Dil ve tarih. Siz Türkçe kelimeler yerine İngilizce kelimelerle kendini ifade edenler için de bir yazı yazmıştınız. Tepkiniz bu tanımla mı bağıntılı?
Atatürk’ün milliyetçilik ilkesini, etnik değil de kültürel bir temele oturtması, muhteşem bir adım! Bu adım, insanlık için de, bizim için de büyük bir adım hem de… Türk ulusal kimliği, dünyanın diğer büyük uluslarının ulusal kimliğiyle bir bütün olarak “dünya kültür birikimi”dir. Özellikle son üç yüz yılda tüm dünyada yaşanan büyük olay, olgu ve süreçlerin getirdiği bir nokta bu. Buna direnmek “gericilik”, bu noktadan akıl ile taçlanmış bir cesaretle yola çıkmak da “ilericilik”tir. Kültürün ana bileşenleri dil ve tarihtir. Atatürk, milliyetçilik ilkesiyle yaratmak istediği ulus çatısını bu iki “taşıyıcı kolon” üzerine kurmuştur. Büyük adam, büyük akıl, büyük yürek, büyük devrimci! Elde avuçta kıt bir bütçesi var genç Türkiye Cumhuriyeti’nin; ama dil ve tarih üzerine araştırmalara bütçe ayrılıyor. Neden? Yarına yatırım… Ama dünü doğru öğrenmek ve bugünü doğru yorumlamak üzerine kurulu bir “yarın yatırımı”…
Atatürk’ün “yarın”ları, bizim “bugün”lerimiz. Efelerin efesinin görmek istediği “bugün”, kesinlikle bu değildi!… Bu özenti pıtraklar, sabah uyanmış, “Good morning!” diye paylaşım yaparak çoğalıyor. Yani bölünerek çoğalan tek hücreliler gibi, bunlar da “paylaşarak” çoğalıyor. Arkadaş listesi yabancılardan mı oluşuyor? Yok… Bildiğin Ayşe Teyze, Mustafa Abi, kanka Hasan, kuzen Fatma… Yurtdışında mı yaşıyor? Yok… O zaman kime “Good morning!” diye sesleniyorsun? “Günaydın!” demek dururken, güne böyle İngilizce başlayınca Londra’daki Hyde Park’ın sonbaharda sararıp dökülen yaprakları üzerinde bireysel bir romantizm mi yaşıyorsun?
Kanuni’yi “Muhteşem Yüzyıl”dan öğrenmeye çalışıp, Meryem Uzerli’nin saçını – makyajını konuşan bu tayfa, “dil” deyince Türkçe dersini geçip geçmediğini, “tarih” deyince de tarih dersinden kaç aldığını konuşmaktan öteye geçemiyor.
Sonuç ne mi oluyor? Atatürk’ün kültürel çatıyı “dil” ve “tarih” gibi iki taşıyıcı kolon üzerine kurduğunu söylemiştim; o çatı çatırdıyor… Atatürk, “Tek bir şeye ihtiyacımız var: Çalışkan olmak!” demişti; bunlar, “Hadi bakalım şimdi work time!… Coffee break’te görüşürüz canımcımlar! Öptüm!” diye çalışmaya başlıyorlar!
Bu zor günlerde Türk halkının böyle keyifli sohbetlere çok ihtiyacı var; haberiniz.com okuyucuları ve gazetemiz adına çok teşekkür ederim.
Asıl ben teşekkür ederim Hande Hanım. Tüm okurlarımıza aydınlıklarla dolu ve en çok da sağlıklı geçirecekleri günler dilerim.