Hayati Bice Bey, uzun zamandır haberiniz.com.tr’de “Ülkücü Hareketin İslamlaşma Süreci” diye tanımladığı bir yazı dizisini sürdürüyor. Bu dizide sarf edilen fikirleri ve analizleri önemli buluyor ve çok geçmeden kitaplaşmasını temenni ediyoruz. İslam ve ülkücülük konuları kamuoyunda rahatlıkla yansımasını bulan popüler ve ilgi çekici bir konudur. Öncelikle bir tespitte bulunalım; Ülkücü düşünce söz konusu olduğunda ülkücü hareketin bol olan “ağabeylerinin” her birinin kendi düşünce ve yaşam biçimlerini “ülkücülük” olarak sunduğu bir camiada ortak kriterler üzerinde bir mutabakat sağlamak oldukça zordur. Biz de bu zorluğu ve bize gelecek “itham”, “hakaret” ve “acemi ülkücü” gibi itibarsızlaştırma girişimlerini göze alarak ülkücülük ve İslam arasında nasıl bir ilişki biçiminin bulunduğu konusunda düşüncelerimizi sizinle paylaşacağız.
Ülkücülük siyasal bir kimliktir. İslam bir dindir ve öngördüğü kimlik dini bir kimliktir. Ülkücülük ve İslam’ın ilişki biçimini kendi kategorileri bağlamında değerlendirmek gerekmektedir. Öncelikle vurgulanması gereken husus ülkücülüğün siyasal bir kimlik olduğu ve buna bağlı olarak parti kimliği ile yöndeş çizgide yer alabileceğidir. Aralarındaki ilişkinin mahiyeti ve hiyerarşik yapısı varoluş koşulları ve doğallıkları ile doğrudan bağlantılıdır. Din bir inançtır yani iman meselesidir. Siyasal kimlik ise “bilme-öğrenme” merkezli yani sonradan kazanılan bir kimliktir. Her iki kimlikde bireyi ve toplumu etkileme ve şekillendirme gücü bakımından çok farklı özellikler gösterir. Din, evrensel unsurlar içerirken siyasal kimlik yerele-tikele vurgu yapar.
Toplum ve kültür ne ölçüde siyasal kültürü etkilerse veya başka bir deyişle karşılıklı etkileşim içinde olursa ülkücülüğün de toplumsal değişimlerden etkilenme ve aynı zamanda etkileme derecesi aynıdır. Ülkücülüğün etkilediği ve etkilendiği unsurlar zaman ve mekan ölçütünde değişiklik gösterebilir. Ülkücü düşüncenin sosyo-politik ve kültürel değerlerine olan vurgunun rengi zamanın koşullarına göre farklı biçimlerde farklı derecelerde etkilenir. Örneğin dinin ülkücülük üzerindeki etkisi belirli bir zamanda artarken ve belirleyici öğe özelliği gösterirken başka bir zamanda aynı derecede belirleyici olmayabilir.
Din bireyi hangi düzlemde ne ölçüde etkilerse birey üzerinden bireyi kuşatan kimlik aidiyetlerini ve gruplarını da aynı düzeyde etkiler. Bu etki değişik güç oranlarında olabilir. Bireyi kuşatan kimlik kategorilerinin kendi sınırlarını ihlal ederek başka bir kimliğin yerine geçmesi mümkün değildir. Yani hiçbir siyasal kimlik din olamayacağı gibi hiçbir din de siyasal kimlik olarak ikame edilemez. Görüntüde etse de yine kendi asli işlevini yerine getirir. Buradan hareketle İslam, siyasal bir kimlik olarak ülkücülüğü de nasıl toplumsal kurumları etkiliyorsa aynı derecede etkiler.
Özne ülkücüdür fakat farklı dinlere mensup olabildiği gibi aynı dini pratiğe aktarmada değişik tonlara sahip olabilir. Kimi beş vakit namazını kılarken kimi sadece Cumayı eda edebilir. Kimi tarikatlarda yer alırken kimi tarikat karşıtı olarak kendini konumlayabilir. Bütün bu tavır alış biçimleri siyasal bir kimlik olarak ülkücülüğün dışındadır.
İslam bütün insanlığa gönderilmiştir. Fakat Allah’ın ayetlerinden olan farklı milletler halinde yaratılma olgusu tarihsel ve sosyolojik bir farklılık arz ettiği için din de dahil pek çok insanlığın ortak olgusu diye tanımlayabileceğimiz toplumsal kurum özgün bir gelişim takip etmiştir. Bunun sonucu olarak kültürler, diller, gelenekler ve yaşam biçimleri insanların kültür olarak adlandırıldığı bir kategorileştirmeyi doğurmuştur. Din de bu farklılaşmadan nasibini almıştır. Mesela Kur’an ciddi ölçüde Arap kültürünün özelliklerini taşımakla birlikte bütün insanlığa gönderilmiş son dindir. Bu demek değildir ki İslam Araplara özgü bir dindir. Hayır değildir. İslam Türk kökenli bir peygambere gönderilmiş olsaydı şüphesiz Kur’an Türk kültürünün izlerini taşırdı. İslam evrensel ilkelere, emir ve kurallara sahip bir din olduğu bu ilke ve emirler her toplumun tarihsel gelişimine de uyum sağlayabilecek bir niteliktedir.
İslam’ın muhatabı bireydir. Topluma olan ilgisi ve bağlantısı da birey üzerinden kuruludur. Bilinçli bireylerden müteşekkil bir Müslümanlık “İslam”dan kaynaklanan ortak kültürel kodlarla yeni bir toplum inşa eder. Dini dolayısıyla diğer toplumlardan dini yaşam ve yaklaşım bakımından bir farklılaşma sağlar. Bireyin içinde doğup bir anlam kazandığı kültür çevresi de İslam içinde de kendini diğer toplumlardan farklılaştırır. Türk Müslümanlığı olarak ifade edilen olgu da bu gerçekliğe tekabül eder.
Konumuz açısından belirtmemiz gereken husus da şudur ki, din, her bireyin kendi geçmişine bağlı olarak inşa ettiği kişiliğinin oluşmasında ve toplumsal ilişkiler ağında belirleyici bir rol oynar. Allah’ın sorumluluk sınırını belirlediği birey, toplumun içinde yer almasından dolayı ve topluma bağlı bir sorumluluk daha doğrusu “sevap” ve “günah” almaz. Bireysel olarak “günahı da sevabı da kendine” diye ifade edilen bir sorumluluk sınırı vardır. Bundan dolayı diyebiliriz ki çok keskin kimliklendirme sürecine dahil olan tarikatlar ve cemaatler de dahil olmak üzere herkesin üzerinde ittifak ettiği bir din görüşü, yaklaşım biçimi, yaşam biçimi söz konusu olmaz. İllaki bireyin farklılığı doğrultusunda bir farklılaşma sağlar. Cemaat ve tarikatlardaki sert uygulamalar sadece bir ritüel özelliği gösterir. Asla ortak bir duygu, düşünce, bilme söz konusu olmaz. Çünkü bu unsurların her biri bireysel tecrübeye dayanır. İçselleştirilmemiş bir pratiğe aktarım vardır.
Modernitenin bütün değerleri pratik fayda-kullanıma sokan araçsalcı yaklaşımı dinde de kendini göstermiştir. Din bir inanç ve iman meselesi olmaktan çıkarak siyasetin bir parçası haline gelmiştir. Böylece din bireysel bir yaşantı biçiminden çıkarak kendi politik projelerinin gerçekleştirilmesinde bir meşruiyet sağlama ve hegemonya kurma unsuru haline gelmiştir. Siyasal İslam da denilen bu düşünce ve yaklaşım biçimi kendi gibi düşünmeyeni dinin cezalandırıcı ve “günah” kategorisindeki kavramlarla dışlama yöntemini benimsedi. Bireyin bütün fiillerinin harekete geçirici gücü “din” görüntülü “algı” oluşturdu. “Allah ile aldatmak” terimi bu olguyu ifade eder.
Bundan hareketle Ülkücü hareketin İslamlaşması gibi bir “olgu”dan bahsedebilir miyiz?
Ülkücüleri “ülkücü” kavramından hareketle türdeş bir siyasi hareket olarak düşünmek bu noktada yanlış bir hareket noktasıdır. Önce bu durumu tespit edelim. Ülkücülük 1970’lerde on yıllık bir siyasi harekettir ve ülkücülüğün İslamlaşmasından ziyade kendi kimliğini inşa etme ve sınırlarını çizme sürecinden bahsetmek daha uygun olur. İslamlaşma kavramıyla ifade edilen süreç genellikle Müslüman olmayan toplumlarda geçerli bir kavram olmakla birlikte buradaki kullanılışı Ülkücülerin Müslümanlığa yaptığı vurgunun artışı şeklinde okunabilir. Yoksa kozmopolit İslamcıların sürekli tekrarladıkları gibi “eskiden ülkücüydü şimdi Müslüman oldu” gibi yargıları doğrulatıcı bir algılama söz konusu değildir.
Ülkücülüğün ilk oluşum sürecinde İslam’a karşı laisist sistem yanında Marksistlerin İslam veya daha genel anlamada din düşmanlığının/karşıtlığının bir tezahürü olarak Ülkücülerin dine bakışının şekillendiğini söyleyebiliriz. Siyasal ve toplumsal hayatı kontrol mekanizmalarını ellerinde bulunduran bu İslam karşıtı gruplar karşısından dinin toplum/Türk milleti için önemini vurgulamak zorunluluğu vardı.
Türkeş’in sık sık dile getirdiği “bizim İslam’ı yaymak gibi amacımız yoktur” uyarısı Ülkücü Türk milliyetçiliğinin rasyonel temellere dayandırılmak istendiğinin bir göstergesidir. Modernleşme ve kentleşmenin sebep olduğu yalnızlık duygusunun ve yıkılan geleneksel kimliklerinin yüzeysel bir düzeyde de olsa İslamî görüntüye sahip gruplarla ikame edilmesi belki de içinde yaşanılan zaman dilimine uygundur. Sloganın atılması veya İslamî tonu ağırlıklı bir söylem kullanılması ülkücü bireylerin İslamî bir yaşam biçimine sahip bulunduğunu göstermez.
Ülkücülüğün İslam ile özdeşliği gibi bir tasavvur Türkiye’de siyasal bir kimliğin inşası sürecinde toplumun bütününü kapsama iddiasını da iptal eder. Ülkücülük siyasal bir kimlik olarak toplumun bütün dini, kültürel, etnik, cinsel farklılıklarını kapsamak zorundadır. Bu kapsama biçimini engelleme potansiyeli taşıyan herhangi bir yaklaşım biçimi ülkücülüğün toplumsal bir değer olarak gelişimini de engeller. Ülkücü birey yaşam dünyasında herhangi bir değer ekseninde kendi varlığını sürdürebilir fakat kendi yaşam biçimini ülkücülük olarak sunmak siyasal bir kimliğin bütüncülüğü açısından tezat teşkil eder.
Kimi grupların MHP’den ayrılırken kendilerini ideolojik düzlemde MHP’den farklılaştıran kimlik algılarını İslam merkezli bir eleştiri retoriği ile gerekçelendirmeleri dikkat çekicidir. Elbette bu farklılaştırıcı niteliğin ideolojik düzlemde bir netliği söz konusu olmamıştır. Niye hala ülkücü olduklarının ve farklılıklarının sağlam temelleri inşa edilmeliydi. Aynı zamanda ayrılış gerekçelerine temel yaptıkları “MHP Kemalist” ve “MHP İslam’dan uzaklaştı” gibi söylemlerin fikri ve toplumsal bir karşılığı yoktur. Çünkü iktidar olmak iddiasındaki bir parti bütün vatandaşları kimliği ne olursa olsun kapsayacak şekilde bir politik program yapmak zorundadır. MHP, İslamcı partiler gibi İslam’ın ilkelerini parti ilkesi yaptığı ve kendilerinden olanın “Müslüman” olarak tanımlandığı gibi bir istismar alanını temsil etmez. MHP Türk milliyetçiliğinin ilkelerini bile parti ile özdeşleştirmemiştir. Türk milliyetçiliği doğrultusunda dokuz ışık doktrini geliştirilmiş ve MHP’li Türk milliyetçiliği ülkücülük şeklinde kendi özgün yerini Türk siyasi yaşamında almıştır. Buradan hareketle her partide Türk milliyetçisi iddiasında bulunulabileceği gibi sadece MHP’de ülkücü olunabilinir.
HASAN KIZAK – gazete2023.com