Prolog: Nietzsche der ki[3]: “(…) Her diş ağrısını, dişi söküp atarak dindirme yoluna giden dişçilere hayranlık duymuyoruz artık… Biraz dürüst olunursa, hıristiyanlığın yetiştiği zeminde, “tutkunun tinselleştirilmesi” gibi bir kavramın kurulmasının olanaksızlığı kabul edilecektir. Bilindiği gibi ilk kilise, “tin yoksulları”ndan yana, “zekilere” karşı savaşmıştı: tutkuya karşı zekice bir savaş yürütmesi nasıl beklenirdi ki ondan? –Kilise, tutkuya karşı, her anlamda kesip atma yöntemiyle savaşıyor: kilisenin pratiği, “tedavi yöntemi” kastrasyondur. Asla sormuyor: “nasıl tinselleştirilir, güzelleştirilir, tanrısallaştırılır bu tutku?” –tüm zamanlar boyunca, disiplin vurgusunu kökünü kazımak (tinselliğin, gururun, iktidar hırsının, mülkiyet hırsının, intikam hırsının) üzerinde yapmıştır. –Ne ki, tutkuların köküne vurmak, yaşamın köküne vurmaktır: kilisenin pratiği yaşam düşmanıdır.”
Girizgâh: Bu kısa notlar, kıymetli fikir adamlarımızdan, ‘Ülkücü-Sosyolog’ İkbal Vurucu’nun, ‘Metafiziği Tükenen Milliyetçi Düşüncenin İmkânları’ başlıklı yazısındaki, mühim bir tespit üzere kaleme alınmıştır. Söz konusu tespit şudur: “‘Ülkücülüğün’ metafiziği tükenmiştir. ‘Ülkücülük’ sadece ruhsuz harfler birleşiminden ibarettir artık. Ancak, ‘Ülkücü’, metafiziğini yeniden yaratarak bir varlık kazanabilir.”
Not[1]: Hocamızın bu tespiti ‘üç cümle’ ve ‘iki yargı’ içermektedir; zira ilk iki cümledeki yargıları, tek bir yargı olarak birleştirebileceğimizi kanaatindeyim: “Ülkücülük, artık sadece ruhsuz harfler birleşiminden ibaret olduğu için, metafiziği tükenmiş bir fikir-sistemidir” gibi. Velhâsıl tespitteki üç cümlenin ilk ikisi, birbirini pekiştirerek açımlamaktadır. İkinci yargı ise, hâliyle son cümledir: “Ancak, ‘Ülkücü’, metafiziğini yeniden yaratarak bir varlık kazanabilir.” –İmdi: İlk iki cümledeki tek yargı, bir sorun(sal) tespiti olarak kabul ve ilân edildiği takdirde, bu son cümledeki yargı ise, kısa ve öz bir sorun(sal)-çözücü olarak alımlanabilir. Ki, ben de aynen öyle yapmak niyetindeyim.
Not[2]: Doğrudan hocamızın cümle ve yargılarına şerh düşmek yerine, evvelâ ‘metafizik’ mefhumuna ve bu mefhumun Ülkücü camiaca algılanışındaki ‘çarpık’lığa değinmeliyim[4]: Tamam, ‘metafizik’, ‘fizik-ötesi’ anlamına gelmekte; ancak “buradaki ‘ötesi’lik, acep nasıl bir ‘ötesi’liktir?”; fikrimce bu soru üzerinde durup-düşünmek gerek. Biz Ülkücüler için, ‘metafizik’, sıklıkla ‘fizik-dışı’ ya da ‘sıfır-fizik’ olarak algılanmakta ve bu algı ışığında metafizik-olan, ya yuhalanıp kış-kış’lanmakta, ya da bir fetiş hâline getirilip, kutsanmaktadır. Fizikalizme saplanmışlarımız, metafizik-olanın dünyevî gerçekliği çarpıttığı fikrinde inat ederken; metafizik-sevici’lerimiz, fizikten münezzeh bir uhrevî alanda, kendi zihnî damarlarına yüksek dozda romantizm şırınga etmektedir. Oysaki: Metafizik-olan, fizik-olan’dan öte’de olmakla birlikte, fizik-olan’dan münezzeh bir varlık teşkil edemez. Bir başka deyişle; metafizik-olan, fizik-olan’la birlikte var’dır. Dahası: Fizik ile metafizik arasındaki böylesi bir ayrım, olsa-olsa materyalist tez-yumaklarından çıkarsayabileceğimiz bir ayrımdır ve biliyoruz ki Ülkücülük, materyalist değil[5], idealist bir tez-bileşkesidir. Ülkücü için, ‘bilim adamı’yla ‘şair’, aynı zaman ve mekânda, aynı öznedir ve felsefe/bilim (Heidegger’in deyimiyle: ‘Hesaplayan Düşünce’), şiirli/şairane bir şekilde (Heidegger’in deyimiyle: ‘Düşünen Düşünce’) yapıl(malıd)ır. Neden mi? Çünkü: Türk tarihi okumalarımız gösterir ki, Türk’te felsefe/bilim ve şiir –aydınlanmacı/pozitivist-bakıştaki gibi, birbirinden ayrı, birbiriyle hısım olmadığı gibi, düpedüz hasım sayılan bir karşıtlık da içermez.[6] Hatta bu hususta, Merhum Üstad Durmuş Hocaoğlu’nun, ‘Platon Felsefesinde Estetik Kaygu ve Hakikat veya Şiir ve Felsefe’ başlıklı yazısında, ‘Anti-Şiirci’ felsefeye düştüğü şerhler, her Ülküdaşımız için yol göstericidir. O hâlde: Öncelikle Ülkücü camia, fizik ve metafizik saha arasına, geçirgenlik arz etmeyen surlar örerek, kendisini herhangi biri içerisine hapsetmemelidir. Böylesi bir kendini-zincire-vuruş, İkbal Hoca’mızın işaret ettiği ‘yitik-metafizik’ için, en doğurgan varoluşlardan biridir. Ayriyeten, bu varoluş biçimlerinden anlarız ki, Ülkücü nâmına problematik, yalnızca ‘yitik-metafizik’ değil, kimi zaman da ‘yitik-fizik’tir.
Not[3]: Öte yandan: Ülkücü romantizmin ‘ağababası’ olarak nitelendirebileceğimiz Atsız Ata’mızın, ‘Ruh Adam’ını da hatırla(t)malıyız[7]; zira Atsız Ata’nın ‘Ruh Adam’ındaki ‘Aşk’ tezi, bir metafizik-tez olarak, fiziksel unsurlar içerir. Ruh Adam’ın aşk ve estetik algısı, materyalin idealleştirilmesi üzerine kuruludur; ya da bir başka deyişle: Fiziğin, metafizikle muazzam ve müzeyyen bir varoluş hâline evirilmesidir. İşte bu noktada, İkbal Hoca’mızın ikinci, sorunsal-çözücü yargısı önem kazanmaktadır: ‘Yitik-metafizik’, hâlihazırdaki fizik üzerine yeniden inşa edilebilir; zira zaten metafizik, ancak fizik üzerine kurulabilir. Öyleyse: Ülkücü –tıpkı bir Özdemir Asaf şiirinde söylenildiği üzere, kendisini öyle bir yalan’a (metafiziğe) inandırmalıdır ki, ömrü oldukça sürmelidir doğru’luğu (fizik)…
Not[4]: Bu çağrışımlar dışında, ayrıca: İkbal Hoca’mızın söz konusu iki yargısından hareketle, Ülkücülük nâmına, hayatî bir tercihle yüzleşmiş oluruz: Ülkücü, bugün itibariyle ‘kurulmayı’ ya da ‘kurmaca’sını bekleyen bir ‘oyuncak’ konumundadır ve bu konumun müsebbibi, bizatihi Ülkücü’nün kendisidir; zira O, ‘kurulmayı’, ‘kurmaca’sını beklemektedir. Oysaki Ülkücü –İkbal Hoca’mızın da belirttiği üzere, kendi metafiziğini yeniden ve yeniden yaratarak, kendi kendisini kurmalıdır. Bir başka deyişle Ülkücü, herhangi bir tanrının ona ‘ruh’ üflemesini beklemek yerine, kendi fiziksel-hâli üzerinden, yine kendi metafiziksel-yaratılışını gerçekleştirmelidir. Bu –Ülkücülük nâmına, tensel-olan’dan tinsel-olan’a, duyusal-olan’dan duygusal-olan’a, bir toplu-sıçrayıştır. Ancak yine belirtmeliyim ki, bu sıçrama, fiziksel anlamda geri-beslemeyi içkin bir sıçramadır; yani: Her metafizik gibi –kaçınılmaz olarak, Ülkücü-metafizik de, fizik-olanla-birlikte bir metafiziktir.
Not[5]: Ülkücünün metafiziksizliği sorunu –fikrimce, aynı zamanda bir metonimik-metafizik’lerin varlığı/çokluğu sorunudur; zira bugün itibariyle Ülkücüler, ne yazık ki derin parçasallıklar arz etmektedir ve bu fizikî parçasallık hâli, Ülkücülerce yaratılmaya çalışılan metafizik-hâlleri de parçasal kılmaktadır. Mevcut yaratılmış metafizik-hâllere bakıldığı takdirde, ne demek istediğim rahatlıkla anlaşılabilir: Mesela; kimi Ülküdaşımız, metafizik-hâlini arınık bir ‘dinî metafizik’ üzere tasarımlarken, kimi Ülküdaşımız ise kendi metafiziğini, arınık bir ‘mitoloji’ ya da ‘romantik/şairane-hâl’ üzere tasarımlamaktadır. Kaldı ki, bu parçasallık arz eden metafiziğe, bir de ‘sıfır-metafizik’çi bölüngüleri eklediğimiz takdirde, Ülkücü camia adına bir tinsel-birlik kurmanın imkânsıza yakın zorluğu, daha da iyi idrak edilebilecektir.
Not [Son]: İkbal Hoca’mızın iki-başlı (sorunsal ve sorunsal-çözücü) tespitinin çağrıştırdığı düşünceler, bittabi bu beş not ile sınırlı değil elbet; ancak zihnimdeki tüm çağrışımları bir anda kalemimden kusmam da, hak verirsiniz ki mümkün değil. Bu nedenle hocamızın mühim tespitine ilişkin ilk notlarımı, beş başlık hâlinde –sıcağı sıcağına paylaşmayı uygun buldum. Bitirirken, bir ‘çözümsü’ (henüz tastamam tasarımlanamamış) yargı-demeti olarak ise, (şimdilik) şunları öne sürebilirim:
Evet; Biz Ülkücülere, tinsel/metafiziksel bir birlik gerek; ancak bu tinsel/metafiziksel birliğin olmazsa olmaz’ı, evvelâ fiziksel birliktir. Ayrıca; arzuladığımız tinsel/metafiziksel birlik, Ülkücülüğe dair hiçbir ‘değer’in (parça’nın), topyekûn Ülkücülük (bütün’ün) yerine ikam edilmesiyle yaratılamaz. İhtiyacımız olan, değerler-üstü/ötesi (değerler-toplamı, değerler-karması vs… değil!), dolayısıyla doğrudan Ülkücülüğe tekabül eden (Tin=Ülkü) bir metafizik-öğedir. Böylesi bir metafizik-öğenin tasarımlanması için, istisnasız her ülkücü düşünmeli, düşünmeli ve düşünmelidir. Bir Bukowski metaforuyla söylersek; her ülkücünün başı –tabii ki düşünmekten kaynaklı olarak, kayaların üzerinde yuvarlanan bir Hindistan cevizi gibi ağrımalıdır.
Zira biliyoruz ki: ‘Yurt müdafaası’, hâlâ ve artık düşünceye çağırmaktadır.[8]
Hocam İkbal Vurucu’nun tespitine yaptığım bu Dionysos’ça ilâvelere, yine Dionysos’ça bir şiirle, bir Nietzsche şiiriyle son noktayı koyuyorum, tüm Apollonik düşünme biçimlerine inat:
“-Yoksa şöyle
güçlü bir şey, yüreklendirici bir şey mi
yerinde olurdu şimdi?
kutsanmış bir söz?
Kutlu bir çağrı?..
Hop!
Haydi, onur!
Öt, öt yeniden,
Erdemin borazanı!”[9]
[1] Martin Heidegger, ‘Metafizik Nedir?’, Çeviren: Yusuf Örnek, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, Ankara, 2009, s: 9.
[2] Charles Bukowski, ‘Pis Moruk İtiraf Ediyor/Şarap Lekeli Defterden Bölümler’, Çeviri: Avi Pardo, Parantez Yayınları, İkinci Baskı: İstanbul, Ocak 2011, s: 35.
[3] Friedrich Nietzsche, ‘Putların Batışı Ya da Çekiçle Nasıl Felsefe Yapılır’, Çeviren: Mustafa Tüzel, İthaki Yayınları, İstanbul, Haziran 2005, s: 33-34.
[4] Aslında söz konusu algı çarpıklığı, sadece Ülkücü camiayla sınırlı da değil: Zira bu algı çarpıklığının temel sebeplerinden birisi de, bizzat ‘metafizik’ kelimesinin kendisi, ya da daha doğrusu Türkçedeki sözlük karşılığı; zira Türk Dil Kurumu’na göre ‘metafizik’, ‘doğa-ötesi’ ve/ya ‘fizik-ötesi’ olarak karşılanabilmekte; ancak bu iki farklı karşılık dahi –üzerinde biraz durup-düşünüldüğü takdirde, kendi arasında çelişki ya da belirsizlik arz edebilmekte. Şöyle ki: Doğa, Fizik’e karşılık geldiği takdirde ki sözlükte gelmektedir, Doğa’nın öte’si olan her ‘şey’in, aynı zamanda Fizik’in öte’si olması mecburi bir nedenselliktir. Oysaki sözgelimi, her beşerî yapıt, bir doğa-öte’silik arz etmekle birlikte, fizik-öte’silik arz etmez. Diğer yandan: Yine ‘metafizik’ kelimesinin, zihnî/düşünsel manada mı, yoksa yaratım-dışı bir ‘şey’ olarak mı fizik-öte’siliğe işaret ettiği de muallâktadır. Velhâsıl, tüm bu (yeterince) açık olmayan noktalar göz önünde tutulduğunda, Ülkücü camiadaki metafiziğe ilişkin algı çarpıklığı, (belli bir ölçüye kadar) anlaşılır ve kabul edilebilirdir.
[5] ‘Metafizik’ mefhumuna bir materyalist-bakış örneği olarak, Georges Politzer’in ‘Felsefe’nin Başlangıç İlkeleri’ adlı eseri işaret edilebilir: “Felsefede metafizik denilen önemli bir bölüm vardır. Ama metafizik, ancak, tanrı ve ruhla uğraştığı için, burjuva felsefesinde böyle bir önem taşır. (…)” –Kaynak: Georges Politzer, ‘Felsefenin Başlangıç İlkeleri’, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, Mayıs 2008, s: 127.
[6] Tam bu noktada, Hilmi Yavuz’un bir tespitini/itirazını hatırlatmak yararlı olur: “Avrupa entelektüel tarihinin dayattığı hiyerarşik tahakküm mekanizmalarından, bugüne kadar göz ardı edilerek üzerinde hemen hemen hiç durulmamış olanı, felsefen şiir üzerinde kurduğu hegemonyadır. Geleneksel toplumlardan henüz farklılaşmamış olan bu iki söylemin, bir anlamda modern Avrupa düşüncesiyle birlikte, yollarının ayrıldığını ve felsefe söylemi ile şiir söyleminin birbirinden farklılaştığını biliyoruz. Farklılaşma, evet; -ama felsefe ile şiir ilişkisinin, ikili bir karşıtlık olarak konumlandırılmasına ve felsefenin şiir üzerinde bir tahakküm inşa etmesine, elbette, hayır!” –Kaynak: Hilmi Yavuz, ‘Okuma Biçimleri/Varlığın ve Sanatın Dili’, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, s: 127.
[7] Romanda, Selim Pusat’ın –ya da nam-ı diğer ‘Ruh Adam’ın arkadaşı Doktor Cezmi vesilesiyle, şu biçim bir ‘aşk’ ve ‘estetik’ algısı aktarılır: “(…) Kesilmiş bir koyunun kasap dükkânındaki manzarası hoşa gitmez, hatta bazılarına iğrenç görünür. Fakat usta bir aşçının elinde nefis bir et yemeği olduğu zaman, dükkândaki manzarasına bakamayanlar bile onu iştahla yer. Aşk da böyledir. Aslında şehvettir yani hayvanî istek. Fakat romantik bir muhayyele onu o kadar süsler ve güzelleştirir ki aşkın ilâhî bir duygu olduğuna inanırız. Yüzlerce yıldan beri bu şairane tarifleri dinleye dinleye aşkın insanüstü bir şey olduğunu sanmışızdır. Gerçekte şehvet isteğinden başka bir şey değildir. (…) Sevilen ne kadar güzel ve çekici olursa aşk da o kadar şiddetli ve uzun olur. Bazı kadınlar veya kızlar bilmeden karşısındaki erkeği delirtir. Bazıları sanatkârdır. Bunu bilerek yapar. Kadın, oldukça iptidaî bir yaratıktır ama erkeği sürüklemek bilgisinde çok ustadır. Vuslattan sonra erkeğin bıkacağını sezdiği için onu daha çok bağlayacak türlü hünerler gösterir. Böylece aşk olgunlaşır. Sözün kısası, şairin dediği gibi: Mecnûn’a cihan dopdolu Leylâ görünürmüş. (…) Şehvet, hayatın en büyük prensibidir. İnsan neslinin tükenmemesini sağlar. İnsan, akıl ve duygu bakımından çok üstün ve ileri olduğu için bu prensibi de olgunlaştırmış, güzelleştirmiştir. Yiyeceğini, giyeceğini, barınacağını güzelleştirdiği gibi. Şehvet, aşk hâline geldikten sonra artık insanlar arasında yarış başlamış ve beyinler, muhayyeleler gerçekte olan güzellerle kanmayarak onları icad etmek yoluna girmiştir. Sevgiliyi âşık yaratır, sonra tapar. Onda eşsiz güzellikler, büyüklükler bulur. Aslında alelâde bir kız veya kadındır ama Mecnûn’un Leylâ’yı görüşü gibi onu ilâhlaştırdıkça artık aşk denilen tezahür başlamıştır. Bununla beraber aşk lüzumlu bir şeydir… (…) Yaşamayı tatlı hâle getirdiği, ihtiras olduğu için lüzumludur, ihtiraslar çok defa parlak ve olumlu neticeler doğurur. Siyasette, ilimde, sanatta ihtiras olmasa belki de bugünkü medeniyet olmazdı. Aşk bir nevi anormal duygudur, âşıklar da anormal hastalardır ama ruh hekimliği bakımından her büyük insan da az çok anormal sayılır. Bütün insanlar tam normal olsa insanların akıllı ve şuurlu hayvanlardan farkı kalmaz (…)” –Kaynak: Hüseyin Nihal Atsız, ‘Ruh Adam’, Ötüken Yayınları, 51. Basım: İstanbul, Eylül 2010, s: 182-183-184.
[8] Bu yargı, Ahmet Aydoğan’ın ‘Yurt Müdafaası Düşünceye Çağırıyor’ başlıklı makalesinden mülhem bir yargıdır. Kaynak: ‘Düşünceye Çağıran Yurt Müdafaası’, Say Yayınları, 2010.
[9] Friedrich Nietzsche, ‘Dionysos Dityrambosları’, Çeviren: Oruç Aruoba, İthaki Yayınları, İstanbul, Mayıs 2003, s: 37.
Fırat Kargıoğlu
Fırat Üniversitesi, ÖğretimGörevlisi