ESKİ TÜRKLERDE KÜLTÜREL HAYAT
İslam öncesi Türklerin hayatında bütün insanlar eşitti, “efendiler, köleler” gibi ayırım yoktur.
Türklerde, hakan ile sıradan insan arasında fark veya ayırım olmadığı gibi, yaylacılık yapıldığı dönemlerde Çinlilerde yaşanılan evler topraktan yapılırken, Hunlarda yün veya kıldan yapılan “otağ”larda yaşanırdı.
Hunluların evleri daha modern, temiz ve gösterişliydi. Çinlilerle Hunluların yiyecek ve giyecekleri ise bir birlerine benzerdi. Yiyecekleri genellikle süt ve et, giyecekleri de yün ve deriye dayanırdı.
Türklerde ev veya otağ aile birliğinin sembolü sayılırdı. Savaşa gidildiğinde de Hakan’lar ve üst düzey komutanlar eşi ve çocuklarıyla birlikte giderlerdi. Bunlar için araba şeklinde otağlar da olurdu.
Bu konularda fazla bilgi için, geçen yüz yılın en büyük kültür tarihçisi hocam Bahaeddin ÖGEL’in “Türk Kültür Tarihine Giriş” adlı kitabına bakılabilir.
Hakan ve Hatun (eşi) fermanları, (kanun, emir ve/ya tebliğleri) birlikte imza ederdi. Onun içinde, kanunların baş kısmında “Hakan ve Hatun buyurdu ki” şeklinde ifadeler olurdu. Hakan eşlerine “Hatun” denildiği gibi, “Han” unvanıyla anılan devlet başkanı eşlerine de bu durumu belirtmek üzere “Hanım” denilmiştir. Yoksa “hanım” kelimesi, bu günkü gibi Frenkçeden tercüme “bayan” karşılığı bir kelime değildir.
“Bey” hanımlarına da Türkiye’de fazlaca kullanılmamış olan “Begüm” denirdi. Begüm Kafkasya ve Ortaasya Türk devletlerinde hanım ismi olarak halen kullanılmaktadır.
Bunlar Türk tarihinde kadınlara karşı gösterilen saygıyı anlatması bakımından önemli olmalıdır.
Eski Türk han ve hakanlarının da çok evli olduklarını da hatırlatmak gerekiyor. Mesela, Cengiz Han’ın savaşa giderken “hanım”larının ayrı ayrı “otağlı araba”lar içinde akınlara katıldıkları biliniyor.
İlhanlılar döneminden bahseden kitaplarda, hatunların otağları bir tek otağ değil, birçok hatun otağlarının kampı ve otağları şeklinde kayıtlar bulunuyor. Bu otağların hangi hatun tarafından yönetildiği, “hatun emiri” gibi unvanlarla görev yapan bir hatunun yetkilerinden de bahisler bulmak mümkündür.
Bu, Türk Han ve Hakanlık geleneği Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de uygulanmıştır. Bu bilgi, “Osmanlı bu işleri Bizans sarayına özenerek yaptı” gibi, konuşup yazanlara da yeterli cevap olmalıdır.
Bize göre ilginç olan, arada doğudan irtibat ve iletişim olmayan kadim devir uygulamaları Selçuklu ve Osmanlı’da gelenek olarak bilinip uygulanmış olmasıdır.
Eski Türklerle birlikte Selçuklu ve Osmanlı Sultanlarının çok eşli olmasının, “hanedan soyu”nun devamlılığını sağlamak amaçlı olduğu hatırlandığında doğru bir uygulama olduğu kabul edilmelidir.
İslam Tarihi kitapları ile Peygamberimiz Hz. Muhammed’in hayatına ilişkin kitaplarda, özellikle Hz. Ömer’in Müslüman oluşu gibi konularda anlatılan, “kız çocuklarının diri diri gömüldüğü”ne dair âdet veya gelenek Türklerde asla yoktu. Bu konu anlatılırken öyle bir üslupla yazılıp anlatılmaktadır ki, “Cahiliye Dönemi”nde bütün dünyada kız çocukları istenmez; hatta kızı çocuğunun, baba ve aile için utanılacak bir olay sayıldığından, baba bu utancı gidermek için kızını canlı olarak toprağa gömdüğü de yazılır veya söylenir. Bunlar Arabistan’a has birvdöneme mahsus anlayış veya uygulama olabilir.
Türklerde tek eşlilik esastır. Ayrıca Türk kültüründe köle ve kölelik yoktur. Sebebi ise, eski Türklerin konar – göçer olmaları yani toprağa bağlı olmamalarıdır.
Türk kültüründe at ve koyun (keçi de koyun tabirine dahildir) etkindir. 100 atı veya 500 koyunu bir tek çoban, yanında bir köpekle kolayca yönetebilir. Halbuki 100 dönümlük bir toprak parçasını, kağnı, öküz, saban gibi eski tekniklerle bir kişi ekip, biçemezdi. Tarım ve tarıma dayalı kültürlerde kol kuvvetine dolayısıyla da kölelik kaçınılmazdı.
Türkler kölelikle Anadolu’ya geldikten sonra tanıştılar. Fars, Arap ve Bizans’ta kölelik vardı. Avrupa’da da bu kültür etkiliydi. Sömürgecilik bunu daha da etkin ve yaygın hale getirmişti. Köle ticareti Avrupanın en önemli gelirleri arasında idi.
Avrupalı toplumlarda halen korunan unvanlar, toplumu katmanlara ayırmış, farklı milletlere göre farklı isimlerle lordlar, fonlar gibi tasnife tabi tutmuş derebeyliklerden oluşuyordu.
İSLAMIN YETİM ÖKSÜZLERLE KADINA BAKIŞI VE UHUD SAVAŞI
İslam Mekke’de gelmeye başladığında, Hz. Peygambere gelen bütün emirler daha çok inanç esasları ile ilgiliydi. Mekke’den Medine’ye hicretle başlayan dönemde ise, sosyal ve kültürel konularla medeni ilişkiler ve ahlaki problemler konusundaki ayet ve sureler geldi.
Kur’an okunup tercüme edilirken bu özellik dikkate alınmadan, sure veya ayetlerin gönderiliş sebepleri bilinmeden yapılan tercümeler anlamsız görülebilir veya öyle anlaşılır. Salt tercüme Kur’anın ifade etmek istediği amacı ortaya koymayabilir. Dinin ve Kur’anın, günümüzdeki yanlış anlaşılmasının da sebebi esasen budur. Özellikle kadınlar, kadın erkek ilişkileri, evlilik gibi konular bunlar arasında son derece önemli bir yer tutar.
Kadınlar ve evlilik gibi konular söz konusu olduğunda en çok hatırlanan sûre, “NİSA” suresidir. Bu sure Kur’an’ın en uzun surelerinden biridir. İlk nazil olmaya başladığı yıl hicretin dördüncü senesidir. Bu yıl içinde Medineli Müslümanlarla Mekkeliler arasında cereyan eden UHUD savaşına 313 Müslüman ve 1.000 Mekkeli “savaşçı” iştirak etmiştir. Müslümanların şehid sayısı, 70 iken, Mekkelilerin kaybı 23 kişiden ibarettir.
313 kişinin 70’inin şehid olması, geride ciddi problemler meydana gelmesine sebep olmuş. 70 ailenin ocağına doğrudan ateş düşmüştür. Dul kalan kadınlar, babasız; yetim kalan çocuklar… Onların korunması, maddi ve manevi varlıklarının devamı, putperest geleneklerden gelen kadının “mal” veya “eşya” sayıldığı toplumda, çocukların, özellikle de kız çocuklarının ne olacağı, babalarından kalan mirasın durumu son derece önemli ve ciddi sıkıntılara sebep olmak üzere iken NİSA SURESİ nazil olmaya başlamıştır. Bu suredeki emirlerin tamamlanması, toplumun bu emirleri uygulayarak, sosyal gelişme ve değişmesini sağlayacak zamana yayılarak dört yıl kadar sürmüştür.
Kadınlarla ilgili hükümler, yetim ve öksüzler hakkında âdil davranılması, hatta ikişer, üçer, dörder evlilik gibi hususlar Uhud savaşı sonrasının yaralarının sarılması şeklindeki sosyal tedbirler olarak düşünülmeden nasıl anlaşılabilir?
Surenin bazı bölümlerinde kadınlarla alakalı hükümlerden bahsedildiği için sure NİSA adını almıştır.
Sure, Âl-i İmran ve Bakara surelerinde olduğu gibi Medine’de teşekkül etmekte olan yeni toplumunun karşılaştığı sosyal, kültürel ve geleneksel problemlerin çözümünü içermektedir.
Şehitlerin miraslarının varislerine dağıtılması ve yetimlerin haklarının korunması problemi, eşleri şehit olmuş ve dul kalmış kadınların durumu, Uhud savaşında yetmiş Müslüman’ın şahadetinin peşinden ortaya çıkmış olduğuna göre, bu konuda düzenlemeler surenin başında yer almıştır.
Bu suredeki hükümlerin bir kısmı daha önce inen bir takım ayetlerle kıyaslandığı zaman, düzenleyici emirlerin topluma hazmettirilerek, yaşanan hayata uygulandığı görülür
Nisa suresinin değiştirmeyi hedef aldığı toplum nasıl bir toplumdu?
Bakıldığında, güçsüz kimselerin haklarının çiğnenmekte, özellikle yetim kızların hakları, kendilerini ve mallarını korumaları gereken vasîleri tarafından gasp edilmekte ve kadınlara hiçbir hak tanınmadan zulmedilmekte olduğu görülür. Kadınlar, miras mahrum bırakılır ve bir eşya gibi kocası öldüğünde ona elkonulabilir ve evlere hapsedilerek hakları çiğnenebilirdi.
İlk ayet sosyal hayatın üzerine bina edildiği İslâm’ın temel kaidelerinden birisini oluşturmaktadır.
Akrabalık, toplumun sosyal ve ahlakî bütün değerlerini içeren bir kurum olarak kabul edildiğinden ilk ayetle birlikte, akrabalık bağlarının koparılmaması ve Allah’tan korkulması gerektiğini bildirmektedir:
“Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve bu ikisinden birçok erkek ve kadın türeten Rabbinizden korkun. Adına bir birinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan korkun ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir. “ (Nisa:1).
Bu uyarının hemen peşinden yetimlerin haklarının korunması konusundaki emir ve hükümler yer alır: “Yetimlere mallarını verin. Temizi murdara değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu büyük bir suç(günah)tur” (Nisa:2).
Yetimlerle ilişkiler düzenlenirken evlilik ve nikâh konusu da gündeme getirilerek, yürürlükte olan çarpıklıklar yeniden bir düzenlemeye tabi tutulmuştur. Allah Teâlâ, eşit davranılmak ve haksızlıktan emin olunmak kaydıyla, savaş sonrasında, birden fazla evliliğe izin vermektedir.
“Eğer yetim kızların haklarını (kendileri ile evlendiğiniz takdirde) gözetemeyeceğinizden korkarsanız, size helâl olan diğer kadınlardan ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâh edin ve eğer bu şekilde de âdalet yapamayacağınızdan korkarsanız, bir tane seçin yahut sahip olduğunuz ile yetinmeniz adâletten çıkmamanıza daha yakındır” (Nisa:3).
Bu ayette geçen ve iki, üç, dört şeklinde de tercüme edilen ayetle ilgili, Medine’de lise matematik öğretmenliği yapan bir zatla konuşmuştum. Kendisi Medineli olan zat, “bu ayette geçen “mesnâ”, “sulâse” ve “rubâa” kelimeleri iki, üç, dört karşılığı değildir. Matematik terimi olarak (iki üzeri iki, üç üzeri üç, dört üzeri dört) demektir. Fıkıh Arapçası ile tefsir yapan veya tercüme yapanlar, bundan dörde kadar evlenme hükmünü çıkarırken bu hataya düştüler. Ayette geçen “bir tane seçin”,ifadesi ve ”yahut sahip olduğunuz ile yetinmeniz adâlete daha yakındır”şeklindeki bu ifade ile Allah’ın size tavsiye ettiği tek evliliğe razı değilseniz, istediğiniz isterseniz 4 üzeri 4’ün ifade ettiği gibi 256 kere de evlenebilirsiniz diyerek insanları tehdit etmekte ve tek evliliği emretmektedir. Bu, başka bir ifade ile Allah’ın size tavsiye ettiğine razı değilseniz, cehenneme kadar yolunuz var, anlamındadır”, demişti.
Türkiye’ye geldikten sonra Tefsir yazmış bazı Hocalarla konuştuğumda, hiç o türlü düşünmediklerini ve bunun da mümkün olabileceğini söyleyenler olmuştu.
Biz bu konuyu yazının konusu da dikkate alarak burada noktalamak istiyoruz. Yorumu da okuyuculara bırakıyoruz.
Sadece Nisa sûresinin 13 ve 14. Ayetlerinin anlamlarını aktarmakla yetiniyoruz.
“Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedi kalırlar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah’a ve O’nun Resulüne karşı gelir, O’nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.”
VEDA HACCINDA KADIN – ERKEK HAKLARI
Hz. Peygamber, vefatından altı ay kadar önce “Veda Haccı” olarak bilinen hac sırasında, Arafat Meydanında yüz bin kişiye yaptığı konuşmasında (Veda Hutbesi) Kadın- erkek hakları konusunda şunları söylemiştir:
“Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın emriyle helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır”.
Peygamberimizin ifadesinde yer alan “kadınlar, Allah’ın emaneti” ifadesine dikkatleri çekmek istiyoruz. Kulun emanetine bile saygı göstermek zorunda olan insan, “Allah’ın emaneti”ne nasıl hıyanet veya haksızlık eder? Onu kulu veya kölesi gibi nasıl sayar? Ayrıca soyunun devamını sağlayacak anne olarak ona nasıl kaba davranabilir, nasıl saygısızlık edebilir, sorusuna herkesin doğru cevap vermesi gerekmiyor mu?
Olay bu kadar açıktır.
Üstelik Türk Milliyetçileri kültür, inanç, hatta ideolojik olarak kendilerini “Türk İslam Ülküsü”ne bağlı ÜLKÜCÜ olarak ifade edenler bu hakikati nasıl görmezden gelebilirler?
Hz. Peygamberin Medine’ye hicretinden hemen sonra, pazarın, yani ekonomik hayatın düzenlenmesi ve denetlenmesi amacıyla işin ehli olan bir hanımı (Şifa binti Abdullah)ı “Muhtesib” olarak (bugünkü deyimi ile Müfettiş+zabıta+tahsildar) yetkileriyle tayin ettiğini kesin olarak biliyoruz.
İslam tarihinde ilk müfettiş ve müfettişlerin “Piri” bu Şifa Hatun’dur.
Ama gel gelelim ocaktan derneklere, vakıflardan partilere yönetici olarak kaç hanım var? Veya böyle liderler var mı, demek durumundayız.
Öte taraftan pek çok kamu kurumunda müfettiş olmak için “erkek olmak” veya “askerliğini yapmış olmak” şartı bulunuyor.
Kadını kamu kurumlarında, Diyanet’te bile müfettiş yapmamalarını neyle, nasıl izah edeceğiz?
Bu ayıplardan kurtulmak için daha ne bekleniyor, bilemeyiz.
HUZURSUZLUĞA, AYRILIKLARA VE BOŞANMALARA SEBEP OLAN MÜŞTEREK DAVRANIŞLARIMIZ
İtiraf etmeliyiz ki, Türk erkekleri olarak kadın konusunda evden, çevreden, okuldan aldığımız eğitimler ya eksik ve doğru değil, ya da biraz utangaç veya ”erkek olmayı” bir “üstünlük” sayan bir kültürün yahut gizli bir elin bize fark ettirmeden öğrettikleri gibi geliyor.
Konuşarak, bir birlerini severek, hatta anne ve babalarını ikna etmek için olmadık sıkıntılar çıkaran, ille bu olacak, hemen olacak, fazla da bekleyemeyiz, nişan ve peşinden de düğün istiyoruz, diyen kız ve erkeklerin evlendikten sonra yaşadıkları ve çevrelerine yaşattıkları sıkıntılarla dolu örnekler biliyoruz.
Annemize babamıza karşı bütün gücümüzü toparlayıp, baskı kurduğumuzu, karşı tarafa sevgili ve/ya nişanlı iken döktüğümüz dilleri, kullandığımız kelimeleri nasıl da kolay unutuverdiğimiz, hiç mi hiç aklımıza gelmiyor.
Evlendikten sonra karşımızdakine üstünlük sağlamak, dediğimizi yaptırmak, ipleri elimize almak ve otoriter olduğumuzu, evi “benim” yönetme hakkım olduğunu ispat gayretimizin, aslında nikah masasında, karşı tarafın ayağına basmaya çalışmakla başladığını kaç yıl sonra bile hatırlamıyoruz.
Bu gizli üstünlük kurma iddiası anlamına gelen kötü davranıştan vaz geçsek, bir faydası olur mu bilmem. Bazıları da, biz bunu komedi gibi algılıyoruz, gülmek için yapıyoruz derken gerçekten doğruyu mu anlatıyorlar?
Cici anne, cici baba diye ellerini öptüğümüz insanlarla ilgili “senin annen, senin baban evimize fazla geliyor, niye bu kadar sık sık geliyorlar”la başlayan, tartışmalarla akrabalardan uzaklaşmalar, bağları koparmaların da son yıllarda arttığını her halde söylememiz lazım.
“Hayatım, seninle baş başa kalamıyoruz, evliliğimizi anlayamadık, bir türlü yalnız kalamıyoruz” gibi masum veya savunulabilir tartışmaların medeni, İslami, gelenek ve göreneklerde ne kadar yeri vardır? Bunu düşünmemiz gerekiyor.
Hatta aynı fikir ve ideolojilere mensup kız ve erkeğin her konuda anlaşarak ve sevişerek yaptıkları evliliklerde, çocuklararası üstünlük kurma uğraşlarına ailelerin de katılarak destek olmaları ile son bulan evlilikler örneğine ne diyeceğiz?
Bu fakirin talebelik sırasındaki ülkücü arkadaşları arasındaki evliliklerden benzer sebepler ve şekillerle yaşanmış boşanmalar, geride kalan çocuklar ve bir türlü iki tarafı bir araya getiremediğimiz gayretlerimiz… Neden, niçin. Kimin gayretiyle oluyor? Belli değil.
Yoksa dış güçler oraya da mı el attılar? Vay emperyalist köpekler vay!… Evimizin içine kadar girmişler desenize… Bunlar safsata tabi.
Aslında Türk gençleri, erkekleri olarak eşimize “seni seviyorum” demeye utandığımızı kaç kişi biliyor? Bunu söyleyemeyenlerin tamamına yakını, “söyleyemiyorum” derken utananlar olduğu gibi, “şımartmayayım, başıma çıkar” diyenler de oluyor.
Önemli olan ev kurmak, evlenmektir. Soyun devamı sadece ailenin değil, aynı zamanda insan soyunun devamı için evlenmenin devamı şart olduğuna göre, bir yolunu bulup, yakınlarımız, hısımlarımız, büyük – küçük dostlarımızla bir ve beraber olmak için ortak gayret sarf etmeye mecburuz.
İnsan olmak biraz da fedakâr olmak değil midir?
Aksini düşünenler, yaşlılık dönemlerinde ne kadar pişman olduklarını söyleser de faydası olmuyor. Vaktinde insanlardan kaçanlara kimse ölmeden yaklaşmak istemiyor.
Ölünce mi? Bir önce ölüsü de ortadan kalksın, telaşı yaşanıyor.
Bu duruma düşmeyi istemeyenler, kötü örnekten de iyi sonuçlar çıkarmasını bilmelidir.
İsterseniz ilkokulda son derece isabetle öğretilen bir şiire dönelim:
“Eskiyi unut,
Yeni yolu tut”
Gelin bunu yapalım. Türk erkekleri, kızları; genç çiftleri olarak ortaya çıkıp, yaptığımız hataları eşimizle paylaşalım. Yanlış yaptık diyelim.
Kavga ederken, hiç bir şeyden çekinmeden, kimseden utanmadan, akrabaların, büyüklerin yanında her şeyi söylediğimiz eşimizden, kendisine sevdiğimizi söylerken utanmayı nasıl izah edeceğiz?
Kendimizi toparlayalım ve biraz da yüksek sesle “Seni seviyorum” demeyi deneyelim. Evde her işi kendisinden beklemek yerine, Hz. Peygamberi de hatırlayarak ve O’nun da yaptığı gibi, işlerin bir ucundan tutup, yardım edelim. Onun akrabalarının bizim de akrabamız olduğunu yeniden hatırlayalım.
Eşi de dostum olan bir akraba kızı eşinden ayrılmıştı. Eski damatla karşılaştığımızda, kendisini çağırıp;
“- Bizim kızla ayrılmışsınız, inşallah hayırlı olur, dedim. O da benim kendisine darılıp, konuşmayacağımı bekliyormuş. Birkaç gün önceki mahkemede, herkes kendi akrabalarıyla ayrı taraflarda yer almış ve soğuk manzaralar olmuş.
Ben, “sevgili dostum, kızımızla ayrıldınız, ama akrabalığımız bitmedi, dedim. İki tane aslan gibi oğlan sizi bize, bizi size öyle bağlıyor ki, bu akrabalık bağlarını kimse çözemez. Sen de bunu hatırla, eşinle, ailesiyle ilgini kesme” dedim.
Benden 15 yaş kadar genç olan damat,
“ – Hocam, sen öyle şeyler söyledin ki aklım başıma geldi. Vallahi doğru söylüyorsun, ver şu elini bir öpeyim, demişti.
Bu kısım özellikle hatırlanmalıdır. Karı-koca ayrılsa da akrabalık bitmiyor; devam eden fırsatı da adam gibi değerlendirmeliyiz.
Yaptığı yemeği ve diğer işlerini beğendiğimiz, güzel yaptığını utanıp sıkılmadan, bir teşekkürle ifade etmeyi deneyelim, bir birimize teşekkür etmeyi de sakın, aklımızdan çıkarmayalım. Yılanı deliğinden çıkaran dil, her türlü kötülüğü ve yanlışı da aklımızdan çıkarır, atar.
Neden mi?
Din eğitimi görmüş hemen herkesin yaptığı bir yanlışı veya benzerini siz yapmayasınız istiyorum.
— Ne yanlışı mı yaptım?
Bir atasözümüzde, “ele verir talkını, kendi yutar salkımı” demiyorlar mı, öyle bir şey yapmıştım. Aslında evliliğimizden yirmi küsur yıl sonra ilk defa Azerbaycan’da Gence’de sonra da Bakü’de uluslararası bir toplantıda anlattığım ve Türkiye’ye geldikten sonra da17. Temmuz 1996 yılında da Ankara’da yayınlanan Hergün Gazetesinde de yazdığım bir yazıyı sizlerle yeniden paylaşmak istiyorum.
Bakınız ne, nasıl olmuş? Nerden nereye gelmişiz?
ŞERİATI MÜFTÜNÜN EVİNDE UYGULAMAK
Gence Necip Hanımlar Cemiyeti üyeleri ile Bakü’de halen Milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı’nda da Genel Müdür olan Fatma Abdullazade’nin başkanı olduğu Kadınlar Cemiyeti’nde, “İslam’da Kadın Hakları” konusunda konuşma yapmam istenmişti.
Doğrusu bizim toplumumuzda da diğer İslam toplumlarında da bu konu gereği gibi bilinmiyor. Gerçi kitaplarda her şey var. Her şey yazılıyor, ama uygulama ve bunları seslendirme yanlış yapılıyor. Ne yazıktır ki, hiçbir İslam devletinde kadın, İslam’ın kendisine verdiği ferdi (kişisel), sosyal ve siyasal haklara tam olarak sahip değildir. Her şeye rağmen, en ileri ülke Türkiye’dir.
Azerbaycan kadınlarının bu gün içinde bulundukları entelektüel seviye İse, –kabul etmemiz gerekiyor ki– bizden daha ileridir.
Müslüman’ın ilk görevi “okumak” olmasına rağmen, okumadığımız bir gerçek. Bundan da özellikle kadınlarımızın çok şey kaybettiğini söylemeliyiz.
Biz erkeklere kalırsa kadınların az okuması veya okumamaları biz erkeklere ciddi yararlar (!) sağlıyor. Ah bir de kadınlarımız okusa ve gerçekten okusalar bu erkeklerin halleri nice olur? Her halde erkeklerin hali daha da harap olur gibi görünüyor.
Nasıl mı?
Azerbaycan’da Gence ve Bakü’de anlattığım bir hatıramı, bir tecrübemi sizlere de anlatmak istiyorum.
Bu yazıyı okuyan hanımların bir kısmı, okuduklarına inanmayacaklar veya inanamayacaklar. Bu durumda olanlar “İlmihal” kitaplarından veya “Fıkıh” kitaplarından “İslam’da Kadın hakları” konularını incelesinler. İstemiyorlarsa da kendileri bilir. Arzu edenler “İslamda Kadın” adını taşıyan kitaplara baksınlar. Bana kalsa bu isimle ilk yazılmış kitap olan Bekir TOPALOĞLU’nun kitabını görsünler.
Bize kalsa özellikle ve öncelikle de “insan hakları”, “kadın hakları”, “ilericilik” falan diyen, “çağdaş” sayan kadınların öncelikle bu bilgileri okumaları lazım.
Bu yazıyı okuyan bütün hanımların, bu yazıyı okumakla sağlayacakları avantajdan sonra, dostlarımın beni hoş görmeleri arzumdur.
*** ***
1972 yılından itibaren birkaç yıl Tekirdağ ili Malkara ilçesi Müftülüğü yapmıştım. Mesleğine yeni başlamış her insanın her insanın yaşadığı heyecanı yaşıyordum. Bu heyecanla da Gazi Ömerbey camiinde çok heyecanlı vaazlar veriyordum. Hiç olmazsa, haftada bir gün de kadınlara vaaz etmem rica edilince, tam aradığımı buldum. Cemiyeti yönetmenin en kolay tarafı hanımları bulup, onları ikna ederek, erkekleri daha kolay idare etmek mümkün olur, diye düşünmüştüm. Nihayet Çarşamba günleri saat:11.00 için cemaatle mutabakata vardık ve ilan ettik.
Üçüncü veya dördüncü hafta idi ki, “şu kadınlara birde İslam’da kadın haklarından bahsedeyim” diye düşünmüştüm. Bunu düşünürken eskilerin “ulûm-u siyaset-i hariciye” dedikleri şartlara, zemine, zamana göre konuşmayı yeteri kadar bilmiyormuşum. Ben işin o kısmının farkında bile değildim. Hiçbir şeyden habersiz, Gazi Ömerbey camiinin kürsüsüne oturmuş, her zaman olduğu gibi, ön safa oturmuş birkaç kadına bakarak vaaz ediyorum:
“İslam, kadınla erkeği bir tutmamıştır; kadın daha üstün haklara sahiptir. Erkek, evin mânen sahibi olmakla birlikte, hizmetkârıdır. İslam, kadını Cahiliye devrinin, Arap örf ve âdetinin çukurundan, muazzez Ve mübarek analık mevkiine çıkarmıştır. Bu sebeple kadının hakları erkeklerden daha fazladır. Mesela dinimize göre, çocuğa bakmak, evi temizlemek, yemek yapmak, bulaşıkları yıkamak gibi işler kadına ait değildir. Evin erkeği bunları yapmak veya yaptırmak zorundadır”.
Ben bunları anlatırken çok büyük bir heyecan duymuştum, din ölçülerine göre de doğru şeyler söylemiştim. Hani derler ya, “bekâra karı boşamak kolaydır” diye, ben de tecrübesizliğimden bu kabil din kitaplarında ne kadar doğru bildiğim bilgi varsa hepsini hanımlara aktarmıştım.
Vaaz bitip camiden çıkarken de, yaşlı hanımların soruları, konuyu iyi anladıklarını gösteriyordu.
Hatta bir ara, şu caminin erkek cemaati de böyle anlayışlı olsa diye erkek cemaatle de bir mukayese yapmıştım.
*** ***
O zaman henüz üç – dört aylık evli idik ve eşim her akşam beni heyecanla beklerdi. Evde akşam yemeği için masa hazır olurdu. O gün eve geldiğimde ortalıkta hiçbir şey görünmüyordu. Demek olağanüstü bir şey vardı.
— Hanım, hayırdır inşallah, misafirin falan mı vardı?
— Hayır dedi, kimse yoktu.
Demek ki biraz rahatsızdı, diye düşünerek:
— Geçmiş olsun, rahatsız mıydın?
Hanım biraz da gülerek,
— Hayır, hasta falan da değildim, iyiyim elhamdülillah, der demez merakım iyice artmıştı ki, Hanım:
— Haa dedi. Bugün Müftü Efendinin hanımlara vaazı vardı. Camiye komşularla birlikte onu dinlemeye gittim.
Yüreğim ağzıma gelir gibi oldu. Meseleyi anlamıştım. Yaptığım iş çok ciddi bir mesleki yanlıştı.
— Evin düzenini ve sofrayı merak ettin, değil mi? Vallahi bu gün anlattığın şeriatı şu Müftünün evinde uygulayalım. Buyurun mutfak sizin, demez mi?
Aklım, fikrim, bildiklerim, bilmediklerim, tecrübesizliğim her şey, ama her şey bir birine karışmıştı. Serde “kazaklık” da vardı. Sana ne kadın haklarından, bunca yıl bu kadar din adamı, bu kadar okumuş yazmış insan suyu yolunca akıtmışken sana mı düştü doğruculuk? Hadi buyur bakalım. Öp babanın elini…
Ben henüz kendime gelmemiştim, hanım söz tekrar başladı:
— Ne yaparsan yap, yerim, Ama kırıp zarar vereceğinden korktuğum için, bulaşıklara şimdilik kaydıyla yardım ederim, dedi.
Argoda o zamanlar, “buyur buradan yak” diye bir tabir vardı. Başka çare yoktu ve kıs kıvrak yakalanmıştım. Kendi kendime,
— Buyur buradan yak, dedim.
*** ***
O gün yemek olarak ne yaptığımı bilmiyorum, ama o tarihten sonra, bir daha kolay kolay “İslam’da Kadın Hakları”ndan bahsetmediğimi biliyorum. Söz kadın haklarına geldiğinde, hemen töremizde kadın ve töreye göre kadın hakları, sorumlulukları ve görevlerini ön plana çıkarmaya çalışıyordum.
Hiç olmazsa geçen zaman içinde, doğru ile menfaatimizin çatıştığı noktalarda, çoğunlukla menfaatimizi seçtiğimizi hatırlasak ve bunu yanlış yaptığımızı da çocuklarımıza anlatabilsek, onlara güzel örnek oluruz noktasına gelmek onlarla yıl aldı.
Ah şu kişisel menfaatlerimiz olmasa… Dinin yanlış anlaşılması, anlatılması hep bu tür yanlış ve kişisel, basit menfaate dayalı hatalar, yanlışlar, kusurlardan mı oldu?
Bu kadar bid’at ve hurafede, bu tür nefsimize ağır gelen işlerde, kolayını seçmenin payı ne kadardır? Bunu bilen, araştıran kimse var mıdır?
Başkasına şeriat dersi verenlerin aceba kaç tanesi şu “kazak erkekliği” bırakıp da, Hz. Peygamberin sünnetine uyarak eşine mutfakta ve diğer işlerinde yardımcı olmuştur?
“Ele verir takını, kendi yutar salkımı” sözü de benim gibiler için mi söylenmişti?
*** ***
Şeriatı önce Müftünün evinde uygulayalım diyen kadınlarımız olmasa, başımız dik, alnımız açık olur mu?
Hayat boyu dostumuz, arkadaşımız, uyarıcımız, eşimiz, yoldaşımız, kadınlarımızın kıymetini, arada bir de olsa hatırlıyor muyuz?
*** ***
Aynaya bakınca sadece yüzümüzdeki kırışıklıkları değil, dosdoğru göstermeye çalıştığımız hayat çizgimizdeki eğrileri de görüp, düzeltmeye gayret edebiliyor muyuz?
Yüce Allah’ın tevbe diye açtığı kapıyı bir lutf-u ilâhi olarak kaç ke