Türkiye’de yaklaşık 30 yıldır devam eden terör olayları son dönemde maalesef büyük bir tırmanışa geçmiş, bunun sonucu olarak da teröre kurban verdiğimiz şehit sayısında görülür bir artış yaşanmıştır. Türkiye’de teröre çözüm olarak sunulan “demokratik açılım” projesinin meydana getirdiği sanal iyimser hava altında yapılanlarla Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı döneminde teröre çözüm bulma fikri, siyasi düzlemde PKK ile müzakereye indirgenmiş ve diğer yolların eskimiş, bir başka deyişle kullanılmaktan ‘aşınmış’ olduğu her fırsatta kamuoyuna anlatılmaya çalışılmıştır. Türkiye’nin terörle mücadelede yöntem değiştirmesi olarak da halka sunulan bu durum, PKK’lı teröristlerin Habur Sınır Kapısı’ndan festivale benzer girişiyle gölgelenmiş ve uygulanmasının imkansızlığı gözler önüne serilmiştir. Demokratik açılımın ilk yıllarında şiddetle karşı çıkılan askeri yollara şehit haberlerinin kamu vicdanını son derece rahatsız ettiği günlerde başvurulmuş, ‘demokratik açılım’ söylemi içerisindeki çelişki böylece net olarak görülmüştür. Bu makalenin ilerleyen kısımlarında terörle etkin mücadelenin iç ve dış boyutları siyasi, askeri, ekonomik ve sosyal olarak incelenmiştir.
AKP hükümeti cephesinden bakıldığında Türkiye’nin kanayan terör yarasının ilacı ‘demokratikleşme’ olarak görülmekte, ‘ileri demokrasi’ savıyla bunun çözülebileceği savunulmaktadır. Biraz derine inildiğinde ise, Kürt seçmenlerin yaşadığı bölgede demokrasinin vazgeçilmez gereği olan seçimlerde, silah vesayetinin halkın özgür iradesinin önüne geçtiği karşımıza çıkmaktadır. Demokratikleşme ile gündeme oturtulan, gündelik politikalara hizmet edecek şekilde hazırlanmış pragmatik (yararcı) reformlardan ziyade öncelikle demokrasinin çekirdeğindeki problemlerin çözümü üzerinde çalışılmalıdır. Öte yandan, AKP iktidarı tarafından savunulan demokratikleşme yöntemleri de tartışmalıdır. Bazı grupların kollektif hakları üzerinden hazırlanan bir reform programı bazı kesimleri ayrıcalıklı hale getirecek ve diğer insanlarımız düzenlemelerden yaralanamayan dezavantajlı grup olarak kalacaktır. Böylece iki kesim arasında siyasi temelde yaratılan bir farklılaşma sosyal alana da rahatlıkla taşınacak ve sosyolojik olarak topluma olumsuz etkileri olacaktır. Oysa temelinde bireysel özgürlüklerin geliştirilmesi olan yenilemelerle Türkiye genelinde insanlarımız top yekün daha iyi yaşam standartlarına kavuşma imkanı bulabilecektir.
Bir terör örgütünün silahı bırakmasına yönelik politikalar ve uygulamaların kapsamlı bir siyaset anlayışının belirlenmesinde öncelikle terör örgütünün niyetinin ve amacının tam olarak saptanması gerekmektedir. Burada altı çizilmesi gereken nokta “bölücü” olarak tanımladığımız PKK’nın işte bu sıfatının etraflıca analiz edilmesi gerekir. Dolayısıyla bu terör örgütünün amacı ne Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nun (TRT) Kürtçe kanal açmasını ne de bazı köy adlarının değiştirilerek Kürtçe isim verilmesini sağlamaktır. Görüldüğü gibi Bitlis’in Güroymak ilçesine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ‘Norşin’ demesinin terörün bitirilmesine herhangi bir katkısı olmadığı görülmüştür. Zira iktidarın anlamadığı hususun tam da bu noktada ortaya çıktığı görülmektedir. Anlaşılmayan husus şudur: Dağa çıkan teröristin amacı Güroymak’a ‘Norşin’ ismini vermek değil, memleketin bölünmesidir. Terörün önce etkisini kırmak, ondan sonra iç düzenlemeleri yasalara uygun olarak yapmak gerekmektedir. Terör örgütünün dayatması sonucu olarak atılacak her adım teröre verilmiş bir taviz olacaktır.
Birçok konuyla ilgili politika hazırlama süreçlerinde gelgitlerin yaşandığı 2002 sonrası Türkiye’sinin terörle mücadeledeki temel sorunu, askeri ve siyasi yolları birbirini dışlar şekilde algılamak olmuştur. Oysa terör sorunun ne sadece siyasi olarak halledilebileceği ne de tam olarak askeri yöntemlerle çözümü mümkündür. Ülkemizin terörle mücadelede hem teoride hem de pratikte (uygulamada) bir yanlışa düştüğü iktidar tarafından maalesef hala tam olarak fark edilememiştir. Teorik olarak, ‘demokratikleştirme’ söylemi ile sorunun bir çözüme varacağı fikri yanlıştır, uygulamada ise tüm yükün Genelkurmay yani askeri kademeler üzerine bindirilmesi doğru gözükmemektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nin Merkezi Haber Alma Teşkilatı CIA’in ve Rusya’nın Federal Güvenlik Servisi FSB’nin operasyonel birliklerinin bulunduğu göz önüne alındığında dünyanın birçok yerinde terörle mücadele için istihbarat teşkilatları da seferber edildiği anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda, Türkiye’de de Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) terörle mücadelede rol alması önemlidir. Zira istihbaratı toplayan kurumun aynı zamanda operasyonu da yapması ve bu çerçevede siyasi sorumluluğu da üstlenmesi önemlidir.
Türkiye’nin terörle mücadelede en önemli sorunlarından birisi istihbarat almada yaşadığı sıkıntılardır. Bu sıkıntı özellikle Türkiye’de son dönemlerde yaşanan ve maalesef Türk tarihinde önem arz eden Ergenekon Destanı’nın isminin verildiği bir takım davalarla özellikle askeri istihbarat bitirilme noktasına getirilmiştir. Artık sahada istihbarat toplamakla görevli kişilerin yarın hangi davadan haklarında soruşturma açılacağı noktasında bir güvence ve garantileri olmadığından bu konuda çekimser kalındığı gözlemlenmektedir. Bu sebepledir ki, terörle mücadelede istihbarat zafiyetleri ortaya çıkmaktadır.
Diğer yandan, özel birlikler ve kırsal alanlarda da korucular, terörle mücadele etkin olmalıdır. Ne var ki, Türkiye’nin son süreçte terörle ‘mücadele’den çok ‘müzakere’ ettiği gerçeği Oslo’da yapıldığı iddia edilen MİT-PKK görüşmesinin ses kayıtlarının sızdırılmasıyla ile açığa çıkmıştır. Adında ‘milli’ ifadesi bulunan bir kurumun üst düzey yetkililerinin görüşme sırasında terörist başından ‘önderlik’ ve ‘sayın’ ifadeleriyle bahsetmesi de kabul edilebilecek bir durum değildir. Terörle mücadelenin etkin olabilmesi için MİT PKK’nın özellikle üst düzey kadrolarına yönelik operasyonlar yapmak durumundadır. Aksi takdirde sadece örgütün alt kadrolarına yönelik askeri operasyonlarla bu sorunun çözülemeyeceği görülmelidir.
Terörle mücadelede operasyonların yapılış biçimi ise aksaklıklardan birine daha işaret etmektedir. Yapılacak olan silahlı operasyonların habersiz, etkin ve çabuk olması terörist grupların ağır hasar vermelerini sağlayan başlıca özelliklerindendir. Son dönemde Kuzey Irak’a yapılan sınır ötesi operasyonların 2011 yılının Ramazan ayı içerisinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve İçişleri ile Savunma Bakanlarının operasyonların ne zaman başlayacağına ilişkin açıklamaların ipuçlarını vermesi, terör örgütünün hazırlık yapması için gerekli ortamı sunmuştur. Sonuç olarak, gerçekleştirilen hava operasyonlarından öncekiler gibi maalesef gerekli sonuç alınamamıştır. Operasyonlarda asıl yapılması gereken, hava operasyonları ile beraber karadan da birliklerin sokulması Türk sınırına yakın bölgelerin temizlenmesidir. PKK kamplarının bulunduğu Kuzey Irak’ta herhangi bir tampon bölge kurulması girişiminden ziyade Mesut Barzani’nin Dışişleri Bakanı Davutoğlu tarafından “Kak Mesut” (Mesut Abi) olarak karşılanması terörle mücadele zafiyetinin göstergelerinden biri olarak karşımıza çıkmıştır.
Türkiye’nin askeri mobilizasyonun sadece cephede sağlanmasının yanı sıra, iç ve sınır güvenliğinin de terörist grupların maddi kaynaklarının önemli bir bölümünü oluşturan kaçakçılık ile mücadele için ciddi bir şekilde sağlanması elzemdir. Örneğin uyuşturucu kaçakçılığını engellemek hem gençlerimizin zehirlenmesinin hem de terörün bu yollardan nemalanmasının önüne geçecektir. Bundan başka, ülkemize vergisiz mal girişi engellenmiş olacaktır. Kaçakçılığın engellenmesi sadece terörle mücadelede etkinlik sağlamayacak buna ek olarak değişik alanlarda da ülke yararına olacaktır. Ülkeye vergisiz mal girişinin öne geçilmiş olunmasıyla demografik gücümüz olan genç nüfusumuzun sağlığının uyuşturucu bağımlılığı ile tehdit edilmesinin önüne geçilecektir.
Türkiye’nin doğu illerinde kamu görevlilerinin sundukları hizmeti “sürgün” olarak görme algısının acilen değiştirilmesi de Türkiye’nin terörle mücadelede sürecinde işine yarayacak etmenlerdendir. Bölgeye zor şartlarla mücadele etme yeteneği gelişmiş, tecrübeli personellerini ataması terörle mücadelede kriz yönetimi konusunda büyük önem taşımaktadır.
İşin sosyal boyutuna bakıldığında ise terörle en ön safta savaşan şehitlerimizin aileleri ve gazilerimiz ile ailelerine sosyal haklarında sağlanması son derece önemlidir. Terör örgütü PKK tarafında “vurduklarımız mağdur oluyor” gibi bir bakış açısının olgunlaşmasını engellemek için şehit ve gazi ailelerine sosyal anlamda daha fazla ayrıcalıkların tanınması ve maddi destek verilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, milletvekili kimliğimle, benim ve bağlı olduğum Milliyetçi Hareket Partisi’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) çatısı altında gerçekleşmesi için büyük çaba harcadığı bedelli askerlikten sağlanan gelirin şehit ailelerine aktarılması konusundaki düzenleme bu konuyla ilgili politikalar için bir yol gösterici olabilir. Aksi takdirde, şehit ve gazi ailelerinin mağduriyeti, psikolojik olarak terör örgütünü daha da güçlendirecektir. Aynı zamanda toplum vicdanı sızlatılacak ve bu konulardaki toplumsal duyarlılıklar törpülenecektir.
Terör vakalarının 2011 yılındaki tırmanışının arkasında bulunan nedenlerden biri de Türkiye’nin dış siyasetinde önceliğini tam olarak belirleyememesidir. Başbakan Erdoğan, Birleşmiş Milletler’in (BM) 66. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşma incelendiğinde rahatlıkla Türk dış politika ajandasının öncelikli sayılan konuları anlaşılmaktadır. Konuşmada genellikle Filistin-İsrail anlaşmazlığı ve Arap Baharı süreci üzerinde durulmuş, dünyanın dikkati PKK terörüne çekilmemiştir.
Özellikle, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun göreve gelmesi sonrasında Türkiye’nin dış politikasında ana hatları Davutoğlu tarafından çizilen “komşularla sıfır sorun” politikasının hayata geçirilmesi için uğraşılmış; ama Tunus’ta yaşanan Yasemin Devrimi ile başlayan Arap Baharı bu politikasının imkansızlığını göstermiştir. Türkiye, Arap Baharı’nda model olma isteği çerçevesinde önce resmi ağızlardan “NATO’nun Libya’da ne işi var?” ifadelerini kullanmış, sonrasında ise Libya’ya giren kuvvetlerden biri olmuştur. Benzer şekilde, AKP kadrolarının kısa süre önce kucaklaştığı Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a da şu anda “Git” çağrıları yapılmakta ve Suriye’de devam etmekte olan gerginliği bir iç sorun olarak tanımlamaktadır. PKK’nın bünyesinde birçok devletten teröristi barındıran bir örgüt olması sebebiyle PKK içerisindeki Suriyeli kanat ve örgüt üzerinde etkinliği büyük olan Suriye’nin istihbarat teşkilatı El Muhaberat’ın son dönemde 24 şehit verdiğimiz PKK saldırısında katkılarının olduğu şüphelerine zemin hazırlamıştır. Topkapı Sarayı’na 30 Kasım 2011 tarihinde Suriye asıllı bir Libyalı tarafından yapılan silahlı saldırı, Türkiye’nin dış politikadaki bu tutumu sonucu, Türkiye içinde PKK’nın yanı sıra başka taşeron güçlerin de devreye girebileceğinin sinyallerini vermiştir. Suriye’de olası rejim değişikliği İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarına olan bir değişimdir; fakat ABD’de ve çeşitli Avrupa ülkelerinde yaklaşan seçimlerle nedeniyle Batı’nın Suriye ‘ihalesi’ Türkiye’ye yıkılmak istenmektedir.
Türkiye’nin dış siyasetinde önemli bir yere sahip olan Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerle de terör konusunda sağlam bir söylem belirlenemediği üzülerek görülmektedir. AB resmi olarak PKK’yı bir terör örgütü olarak tanımasına rağmen, Avrupa ülkeleri içerisinde terör örgütü yapılanmalarına izin verilmiş hatta ve hatta artık bir uluslararası ‘holding’ haline gelen PKK’nın finans kaynaklarının birçoğunun bu bölgelerde olmasına ses çıkartılmamıştır. Çeşitli adlarla kurulan derneklerin, Avrupa içerisinde “sivil toplumun güçlülüğüne” katkı yaptığı söylenirken buradan PKK’ya para akışı, terör örgütünün palazlanmasına yol açmaktadır. PKK’ya yardım eden kuruluşlar ifade özgürlüğü içerisinde değerlendirilirken Fransız Ulusal Meclisi’nde sözde Ermeni soykırımını inkar yasası ile düşünce özgürlüğü, Fransa’nın iç siyasi kaygılarına kurban gitmiştir. Avrupa’nın PKK sorunu ile ilgili iki yüzlü tavırlarının son açığa vurmuş, Danimarka’da terör örgütünün yayın organı olan Roj TV’nin kapatma davasında net şekilde görülmüştür. Kopenhag Şehir Mahkemesi, bir taraftan Roj TV’nin terör örgütünün propagandasını yaptığını kabul etmiş diğer yandan da kapatma konusunda yetkili olmadığını öne sürerek yayınların devam edebileceğini vurgulamıştır.
AB’nin ülkemizden beklentilerine karşı Türkiye’nin terör bağlamında Avrupa’dan bekledikleri müzakere sürecinde masaya yatırılmamıştır. Tam tersi olarak Türkiye’nin kendine has özellikleri göz ardı edilerek Avrupa’nın terörün bitirilmesi konusundaki tavsiyeleri Türk halkına empoze edilmeye çalışılmıştır. Avrupa’nın ekonomik gelişmişliği ve Türkiye’den ileri yaşam koşularına sahip olmasına atıf yapılmasından bağımsız olarak burada asıl sorulması gereken soru, son yıllarda Avrupa’nın yaklaşık 30 bin kişinin canına kıyan bir terör örgütü ile mücadele edip etmediğidir? Cevap, elbette ki ‘hayır’dır. Doğal olarak, yaklaşık 30 yıldan sonra artık Türkiye kendine has yöntemleri bulmak zorundadır.
İşin diğer boyutunda, Türkiye’nin 18 Şubat 1952’den beri üyesi olduğu Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) PKK terörü ile mücadelede etkisiz kalması ise Türkiye’ye terör konusunda uygulanan çifte standartlı politikaların diğer yüzünü oluşturmaktadır. 11 Eylül 2001’de ABD’deki İkiz Kuleler’e yapılan saldırı sonrasında NATO’nun herhangi bir üyesine yöneltilmiş bir saldırıya toplu olarak cevap verilmesine dayanan ittifakın antlaşmasının 5. maddesi Afganistan gibi bölgelerde işler hale getirilirken PKK’ya karşı kullanılmamıştır. Son dönemlerde Malatya Kürecik’te kurulacak olan Füze Kalkanı ile de NATO çerçevesinde Türkiye İsrail’e kalkan haline getirilmeye çalışılmakta ve bu da Türkiye’nin bölgesel çapta ilişkilerini zedelemektedir; fakat yine de Türkiye karşıtı söylemler bitmek bilmemektedir. Son olarak, ABD’de Cumhuriyetçi Başkan Aday Adayı Teksas Valisi Rick Perry’nin Türkiye’nin NATO’dan atılması gerektiğini söylemesi son dönem dış politikasının ABD’nin çeşitli kesimlerinde de etki bırakmadığını önümüze sermektedir.
Değerlendirme:
İç politikadaki demokratik açılımda çelişkiler, dış politikadaki açılımlarda imkansızlıklar görülmüştür. Demokratik Sol Parti (DSP) – Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) – Anavatan Partisi (ANAP) döneminde birçok açıdan bitirilme noktasına yaklaşmış terör sorunu AKP iktidarı döneminde tekrar bir yükselme trendine geçmiştir. Bunun en önemli nedenlerinden biri olarak, iç siyasette yanlış bir dilin benimsenmesi, siyasi ve askeri çözüm olanaklarının birbirinin karşıtı gibi sunulması pekala gösterilebilir. Terör örgütüne operasyonun alt kadrolara yapılacak silahlı eylemlerle değil, karar alıcı kademelere düzenlenecek gerek askeri gerek siyasi harekatlarla sonuç getireceği en kısa sürede anlaşılmalıdır. Bunların ötesinde sadece siyasi çözümler ya da kısır askeri operasyonların çözüm olmadığının görülmesi gerekmekte, askeri operasyonların devam etmesine paralel olarak başta finansal kaynakların kesilmesi, MİT’in operasyonel hale getirilmesi, sosyal alanda yasal düzenlemeler yapılması, dış ilişkilerde terör vurgusu yapılması ve dünyanın dikkatinin bu vahşete çekilmesi üzerinde durulmalıdır.
* Dr. Sinan OĞAN: Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezi – TÜRKSAM Başkanı ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Iğdır Milletvekilidir.
(Dr. Sinan OĞAN’ın “Türkiye’nin Kanayan Yarası Terör ve Konuya İlişkin Alternatif Çözümler” başlıklı makalesi Ekonometri dergisinin Mart/Nisan sayısında yayınlanmıştır.)