Türk Milliyetçileri Ve Aşağılanan Kadınlar = Aleviler = Çingeneler

Türk Milliyetçiliğini öteki milliyetçilik anlayışlarından ayıran en nemli yanı ırkçılığı kabul etmemesidir. Bu özelliği ile Araplar, Yahudiler ve batılı Alman ve İtalyanlardan ayrılır. Bunun özellikle bilinmesi lazımdır.

Bu ince ve önemli çizgiyi fark etmemiş aydınlar, siyasetçiler başta olmak üzere pek çok kesimde; özellikle Araplara yakın milliyetçilik duyguları taşıyanlar Türk Milliyetçiliğini öyle zannetmekte ve zaman zaman bu sebeple milliyetçilik ve milliyetçiler aleyhine konuşmalar yapmaktadırlar.

İslam’ın ırkçılığı met ettiğini de kaynak olarak kullanan bunlar tarihi ve kültürel geçmişimizi yeteri kadar değil, hiç bilmeyenler olduğu kanaatini paylaşıyorum.

Unutulmamalıdır ki, Türklüğün İslam’la vuslatı öyle yüksek bir aşk ve cezbe halinde ve yüksek bir hızla olmuştur ki, bu vuslatta, çok yüksek ateşte karışan metallerin yeni metallere dönüşmesi gibi, ayrıştırılamayacak yeni bir hakikate dönüşmüştür.

Bu vuslatla meydana gelen birleşmeyi “analiz” metotlarının tamamını bin yıldır denemiş olan Batı’lılar bunun mümkün olmadığını da görmüşlerdir.

İşte Türklüğün İslam’la bu vuslatına, Merhum Seyyid Ahmet ARVASİ’nin ifadesiyle Türk İslam Ülküsü diyoruz.

Yaklaşık iki yüz yıl süren “Haçlı Seferleri” bu ülkünün dağdaki çobandan devlet başkanına kadar, herkesi baştan aşağı bir “iman abidesi” haline getirmiştir.

Bu kabul, Türk’ün kalbinde ve dilinde “İ’layı Kelimetullah” (Allah adının yüceltilmesi ülküsü) ve elinde “İslam’ın Sancaktarlığı” görevi ile İslam âlemine lider yapmıştır.
Bu gün toplanan parsa da bunların bakiyeleridir.

Türk Milliyetçiliğinin tarihi ve kültürel köklerini oluşturan temel değerler, Karahanlı Devleti uygulamalarından başlayarak, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet uygulamaları ile taçlanır.
Devlet anlayışı ve uygulamaları haline gelen bu anlayışta “Müslim çoğunluk”, ”Gayri Müslim azınlık”tır. Çoğunluğu oluşturanlar arasında asla fark ve farklı uygulama olmaz. Azınlıklar ise, “devletin ve milletin namusuna emanettir ve asla zarar verilemez” bir statüdedirler.

İslam açısından akla aykırı bir şey olmasına rağmen bu topraklarda hâlâ Şeytana tapanların varlığı, Türklerin bu uygulamalarının en önemli ispatı olmalıdır.
Şeytana tapan insanlara, insan gibi davranan Türk devlet yönetimi ve Türk Milletinin başka inanç veya etnik yapılar aleyhine bir şey yapmış olması nasıl kabul edilebilir?

Üstelik çoğunluğun inancı olan İslam’a inanan insanlara karşı olumsuz veya aleyhte iş, eylem veya davranışlar kabul edilemez.

Din uygulamalarındaki bazı uygulamalar ise, Türklerden, Türklükten ve Milliyetçilikten kaynaklanmaz. Bunun en öndeki örneği Cuma ve bayram namazlarında okunan “Hutbe”nin devleti kuran iradenin dilinde okunmasıdır. 

Hz. Peygamberin Medine’de kurduğu devlete tabi topraklarda (Halifeler, Emeviler ve Abbasiler dönemlerinde) hutbe Arapça okunmuştur ve buna itiraz eden hiç kimse olmamıştır.

Kafkaslarda, İran’da, Türkistan’da, Tebriz’de, Yesi’de, Diyarbakır’da hep aynı uygulama olmuştur.

İslam Fıkhı”na ait temel kitaplar Cuma namazını bir inanç ve ibadet olarak anlatırken, aynı zamanda “siyasi bir ibadet” şeklinde de tanımlarlar. Bu sebeple de “Cuma’nın sıhhatinin şartları” olarak, Cuma namazı kılınacak yerin tespiti, caminin yapılması ve kimin Hutbe okuyacağına karar verme yetkisiDevlet Başkanı”na ait kabul edilmiştir.
Cuma namazı konusunda Şii mezhepler dâhil, bütün İslam mezheplerinin görüşleri bir birine yakındır.

Fethu’l Kadir”, “el-İhtiyar” gibi kitaplar başta olmak üzere, Ömer Nasuhi Bilmen’in “Istılahat-ı Fikhiye Kamusu” dahil bütün  “ilmihal” kitaplarında bu konu yer alır. Şia’ya ait “Tavzihu’l Mesail” adlı fıkıh kitapları ile tarihi “El Kafi” ve “El Vafi”de de durum benzer şekildedir.

Ülkemizdeki –büyük küçük olduğuna bakılmaksızın– bütün camilerde, çerçeveli bir “Cuma Beratı” belgesi bulunmaktadır. Bu belgedeki imza ise, caminin bağlı olduğu “il veya ilçe Müftüsü’ne aittir.

Bu yetkiyi kullanmış ve halen kullanan kaç arkadaşımız bu yetkinin, 16. şubat 1934 tarihinde “Devlet Başkanı” olarak Mustafa kemal ATATÜRK tarafından “Yetki Devri” şeklinde kendilerine verildiğini bilir?

Müftü’den başkasına Atatürk’ün böyle önemli ve süresiz yetki devrettiği hiç kimseyi hatırlamıyoruz.

Sultan Abdülhamid döneminde, Bosna’da Piriştina Belediye Meclisinin, hutbelerin “Arnavutça” okunması kararı alarak bunun uygulanması için üst makamlara göndermesi sonrasında, Sultan Abdülhamid Han’ın:

“- Bu benim Hükümranlık (egemenlik) Hakkımdır, hala dilimizi öğrenmemişler mi?” diyerek reddetmesi de bu dini gerekçeye dayanır.

Din kurallarını değiştirmek kimsenin işi veya haddi de olmamalıdır.

SOSYAL VE KÜLTÜREL YOZLAŞMA VE SOSYAL ÇATIŞMA ENDİŞESİ ÖRNEKLERİ

Geçen zaman içinde, ne zaman olduğu, nasıl olduğu belli olmayan ve bu gün “hurafe” deyip geçtiğimiz pek çok yanlışı da yaşadığımızı biliyoruz. Bunların başında da yaygın olarak kullanıldığı halde, düzeltilmesi için dini, sosyal ve kültürel olarak hiçbir alanın harekete geçmediği bir kaç meseleyi gündeme getirmek istiyoruz.

Bu konuların başında kadın meselesi elbette en başta bulunuyor. Kadına şiddet ve tacizin gündemde olduğu ve bu konunun polisiye ve hukuki tedbirlerle çözülmesine gayret edildiği günlerde yaşıyoruz. Biz, farklı bir pencereden dinle ilgili küçük bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz.

Kadının Müslüman olup olmadığı tartışmasını da beraberinde taşıyan bu mesele “Kadının kestiği yenir mi?” sorusunun toplumdaki uygulama şekline verilen cevaptır:

– Kadının kestiği yenmez!

Halbu ki Müslümanlıkta kural belli:

1. Müslüman’ın, 2. Ehli Kitab’ın kestiği yenir.

Uygulamada ise, hem Aleviler de hem de Alevi olmayan büyük kesimde “Kadının kestiği yenmez, düşüncesi yaygındır.

Buna bağlı diğer bir mesele ise, Alevi’nin ve Çingene’nin kestiği de yenmez.

Bu anlayışa göre, (Kadın=Alevi=Çingene) Müslüman değil, anlamı çıkmıyor mu?

KONYA VE EDİRNE’DE BİRER HATIRA

Bu konuda Konya’da yaşadığımız bir hatırayı da nakletmek istiyoruz.

7-8 yıl önceydi. Konya’da genel teftiş yaptığımız sırada, bir Kuran Kursu’na giderken, sokağın başına çıkmış, bir elinde bir tavuk, diğer elinde bıçak olan yaşlı bir hanım gördük.

—Teyze, hayırdır, ne bekliyorsun dedim. Teyze:

—Şu hayvanı kestirmek için bir erkek gelsin diye bekliyorum, yavrum, dedi.

Bunun üzerine,

—Ben kessem olur mu, teyze dedim. Olur, yavrum diyerek, tavuğu ve bıçağı bana verdi. Ben de, gayet dikkatlice, Kıble tarafına döndüm, yüksek sesle bir “tekbir” okuyup, peşinden de, “Bismillahü Alllahü ekber” diyerek tavuğu kestim. Kanı akıp boşaldıktan sonra teyzeye verdim.

Kadına, teşekkür etme fırsatı vermeden de bir soru sordum:

—Teyze beni tanıyor musun?

—Yok yavrum, dedi. Ben bu sefer,

—Ben Aleviyim, dedim. Söz ağzımdan çıkar çıkmaz Teyze,

—Vıyhh! Diye şaşkınlık belirten bir çığlık attı. Peşinden toparlandı ve

—Al yavrum, helâlı hoş olsun, ben bir tane daha keserim, bunu sen ye, dedi. Kadını beş dakikada zorla ikna ettim.

Durumun Alevi köylerinde de aynı olduğuna dair çok hatıram var. Bunlardan yazdıklarım da oldu.

Bir de hatırlatma, Konya’da sabah namazı dâhil, cemaati beş vakit diğer camilerden daha fazla olan cami Çingene mahallesindeki camidir.

Bir de Edirne Selimiye Camiinde, öğle namazı farzına durulacak sırada yanındaki insanın Çingene olduğunu fark edince saf değiştiren birini görmüş ve kahrolmuştum.

Bunun adını ne koyarsanız koyunuz, ama asla Müslümanlık veya Türklük olamaz.

Bu yanlış kabul ve uygulamalar, tamamı Müslüman olan insanları aşağılamak değil de nedir?  

Buna hangi vicdan razı gelebilir?

Din adamları, Din Kurumu bu konularla uğraşma yerine nelerle uğraşır?

Hangi ticari veya siyasi konularda “demeçler”, “vaazlar” vermektedir?

Kadın konusu dahil, uygulama yanlışlarının dayanağında eksik ve/ya yanlış din anlayışları varsa, bunu polisiye tedbir veya hukukla düzeltme imkanı asla yoktur.

Atalarımız, “sinek murdar değildir, ama mide bulandırır” demişler. Bu mide bulandıran işler aramızda uçurumlara sebep olmakta ve sosyal çözülme ve sosyal çatışmaya doğru götürmektedir.

Endişemiz bundandır.

ÇİNGENELERİ TANIYOR MUYUZ?

Bu soruyu sorduğunuz herkes, tanıdığını söyleyecek ve hemen çarşaf satan kadınlardan bahsedeceklerdir. Hiç kimsenin aklına omzunda onca yükle köy köy, mahalle mahalle gezip ekmek parası kazanmanın ne kadar doğru ve “helal bir kazanç” olduğunu hatırlamayacaktır.

Fakirliğin, imkânsızlığın getirdiği yüklere, eğitimsizliği de ekleyerek yahut bu insanların yerine kendimizi koyarak hiç düşündüğümüz olmuş mudur?

1971 yılı son baharında Müftülük görevine başladığımda, oturmak için bulduğum ev bir Çingene’ye aitti. Kendisi de bitişik sayılan bir yerde oturuyor ve hurdacılık yapıyordu. Cami cemaatinden bana,

 “— Tebe Müftü Efendi, tuttuğun evin sahibi Çingene’dir”, diyenler olduğunda, sizin “kiralık eviniz var da onu mu tutmamı istiyorsunuz”, dediğimi hatırlıyorum.

Ev Sahibim Ahmet Mercimek annesi ile birlikte hacca gitmiş bir hacıydı. Beş vakit namazını genellikle camide kılardı ve ayrıca Cami ve Kuran Kursu derneklerinin üyesi ve yöneticilerindendi. Bunlar bile cemaatin gözündeki “pis Çingene” imajını silmemişti.

Evin üst kısmındaki haftalık pazarda yağ, peynir yoğurt alırken bile bazen satıcı köylü hanımlardan ikaz aldığım olurdu:

 “—A be Müftü Efendi, herkesin malı yenmez.”

İlçedeki görevim süresince Malkara’lı merhum Ahmet Mercimek’in evinde oturdum. İnsan olarak, Müslüman olarak, komşu olarak daima hayırla hatırladığımız Ahmet Beyi ve ailesini hep hayırla anmaya devam ediyoruz.

Bu yazıyı yazarken, eski Ankara Müftüsü ve Din İşleri Yüksek Kurulu Emekli Üyesi Hasan Şakir Sancaktar Hoca’nın Sivas Müftüsü iken yaşadığı bir olayı da anlatmak istiyorum.

Sekreterin,

İstasyon Camii cemaatinden bir zat görüşmek istiyor, demesi üzerine Müftülük makamına alınan zat, kapıyı kapatır ve arkasındaki anahtarla kilitler.

Müftü, kızgın bir vatandaş bir şey yapacak endişesiyle masanın altına baktığına, keser sapına benzer bir şey bulur ve yanına doğru çekerken:

— Hayırdır, niye kızdın, anlat bakalım, der. Adam başlar konuşmaya:

— Müftü Efendi, Ben istasyon Camiinin cemaatindenim. Yıllardır beş vakti camide kılarım. Ama Aleviyim. Allah kısmet etti, bu sene Hac’ca gittim. Geleli 15 gün oldu, yine cemaate devam ediyorum. Bir tek Allah’ın kulu çıkıp da bana, “hoş geldin, Allah kabul etsin” Hac nasıl geçti” demedi. Hac’ca gitmeden adet üzere komşulara yemek verdim, gelince tekrarladım, camiden iştirak eden olmadı. Sen benim yerimde olsan ne yaparsın, ben şimdi ne yapayım?, der.

Müftü rahat bir nefes alır, Hacım hele bir otur. Bir çay iç, konuşuruz, derPeşinden ekler:

— Caminin İmamı sizden bahsetmişti, biz de bu gün akşam size gelip, zemzem içmek üzere aramızda anlaşmıştık. Gelişin isabetli oldu, diye gönül alır.

Hacı ayrılınca Cami İmamını arar, akşam ziyarete gidileceğini söyler, yardımcılarından ve vaizlerden de yanına arkadaş arar, ama bir kısmı gitmeyi kabul etmez. Sebep mi, malum değil mi?

— Adam Alevi.

Caminin içindeki adamı bile isyan haline getirenlerin dış kaynaklı olmadığı da belli.

Bu fesadı, insanları aşağılamayı, karalamayı, gâvur saymayı bize kim öğretti, biz bunu nasıl kabul ettik?

Bunu göstermelik “Çalıştay”lar düzenleyerek çözmek mümkün müdür?

Caminin içindeki cemaatini tanımaya çalışmayan ama âleme yüksek ilim ve strateji öğreten din kurumu, toplumla bu sebeple bütünleşemiyor; her köşede mantar gibi artan tarikat ve benzerleri bu boşluktan yararlanıyor. Şimdilerde ise, din kurumu kolayını buldu, tarikat ve benzerlerine mensup olanlara kurumda görev veriyor.

Toplum hayatını müspet yönde etkileyen, dindarlık seviyesini yükselten, ahlak problemini çözmeye yönelik ve ahlaki güzellikleri yaygınlaştıran görebildiğimiz ne var?

ÇİNGENELER BU ÜLKENİN EN ÖNEMLİ VATANSEVERLERİ

Çingene sözü Türkçedir. Türklere has bir ifadedir.

Çingene;  Mısır’da Kıpti, İran’da “Kevli” “Luri”, “Gurbeti”, Azerbaycan Erzurum ve Artvin yöresinde “Poşa”, ülkemizin farklı yerlerinde de “Arabacı”, “sepetçi” “Cono” , “Köçer” , “esmer vatandaş”  gibi isimlerle anıldıkları gibi, bazı yerlerde de Abdallar, Elekçiler, olarak da tanınmaktadırlar.

Bunlar içinde “Abdal” olanların ortasyadan bu tarafa “Düğüncü Türkmenleri” olarak bilindiği ve düğünlerde müzik aleti kullandıkları ve düğünlerin “olmazsa olmazı” olduklarını da hatırlatalım.

 Abdal sözü “derviş” anlamındadır. Bu kavram açısından bakıldığında bu Abdalların, Hacı Bektaş Veli Dergahına bağlı oldukları bilinir. Bunu göstermek üzere de Abdallara ”Hacı Bektaş Abdalları veya Köçekleri” de denir

 Bu insanlar tarihimizi ve kültürümüzü birlikte paylaştığımız, dini dinimizden, dili dilimizden vatandaşlarımızdır.

Bildiğimiz bir şey daha var, ülkemizdeki bütün Çingeneler Müslüman’dır. Bütün Çingeneler Hanefi mezhebindedir.

AB ülkemizdeki Çingeneleri Avrupa’daki Çingenelerle birleştirmeye gayret ederken, Türkiye’de de “azınlık” olarak tanınması için bir takım girişimlerde bulunuyor.

Toplumumuzdaki olumsuz, itici ve bölücü faaliyetlerin tesiri ile de –üzülerek söylemeliyiz ki– Çingeneler aşağılanmakta, itilmekte ve “öteki” sayılmaktadır. 

Kimsenin oyununa gelmemek için uyanık olunması gerekiyor.

Çingeneler Türk varlığının en temel üyelerinden biridir. Türk devletine ve bayrağına saygısızlık etmiş bir tek Çingene örneği yoktur.

Özellikle Çingenelerin, tarihin hiçbir döneminde devlete, bayrağa, Türklüğe başkaldırdıkları veya saygısızlık yaptıklarına şahit olunmamış; yabancıların oyunlarına alet olmayı hiç bir zaman kabul etmemişlerdir.

PKK’lıların “nevruz” onların bayramı imiş gibi kutlanmaya başladığı yıllarda, otobüslerle bir haftalığına, çocuklarıyla birlikte, nevruzda birlikte eğlenmek iddiası ile bütün masrafları karşılanarak Diyarbakır’a götürüp getirme tekliflerini Edirne Çingeleri anında reddederek davete gelenleri ilgililere ihbar etmiş olmaları, en son örnek olarak biliniyor.

Zaten batıda XV. yüz yıldan başlayarak Çingeneler “Türk Ajanı” olarak görülmüş, takibata uğramıştır. Çingeneleri Fransa’dan kovan, sınır dışı eden Sarkozy’nin şuur altında da bu duygunun bulunduğunu söylemek mümkündür.

ÇİNGENE VE ROMAN AYIRIMI VEYA TERCİHİ

Rum veya Roman kelimeleri Roma devleti ile ilgilidir. Rum kelimesi gibi Roman kelimesi de “Romalı” anlamında kelimedir. Avrupalılar, Doğudan geldikleri için ülkelerindeki Çingenelere “Roman” demektedirler. Muhtemel ki, bir kısmı Roma devletinin vatandaşları da olmuştur.

Bir takım aydınlara ve TV tartışmacılarına göre “Çingene” aşağılayıcı kötü bir kelimedir, Roman ise, daha itibarlı olmayı ifade ediyor. Bu tamamen cahilliğe, bilgi eksikliğine veya bunların stratejik olarak kullanılmasıyla ilgili “gerçek niyetleri gizleyen” bir strateji ürünü olmalıdır.

Ülkemizdeki Çingeneleri de “Roman” kelimesinde birleştirerek, boyunlarına kısa yoldan “Haç”ı takma girişimi olarak değerlendirmek istedikleri artık gizlenemeyecek noktaya gelmiştir.

 Bu oyuna gelmemek bir yana bu oyunu bozmamız da gerekiyor.

İstanbul’un fethini Allah bize nasip etti diye şükreden aramızda kaç Türk çocuğu kaldı?

Çingeneler,Allah İstanbul’un fethini nasip etti” diye beş yüz yıldır Allah’a şükreden, her hafta, İstanbul’un fethedildiği gün olan Salı günü, öğle namazından önce Edirne Eski Camide “Şükür Mevlidi” okutan Türklerdir.

Edirne’de oluşan kanaate göre, “Allah, şükür Mevlidi’nde yapılan duaları kabul etmektedir”. Onun için de hastası olan, iş bulamayan, çocuğu olmayan, oğlu evlenemeyen, kimin ne sıkıntısı varsa, şükür mevlidine katılır ve dua eder. Duaya katılanların dualarının kabul olduğunda da kuşku yoktur.

Yolu, Salı günü Türk başkentlerinden Edirne’ye düşen herkesi şükür mevlidine; İstanbul’un fethini nasip eden Yüce Tanrı’ya şükür duasına katılmaya davet ediyorum.

İSLAM TARİHİ AÇISINDAN ÇİNGENELER VE HZ. MARYA

Bilindiği gibi Yahudiler ve Araplar akraba kavimlerdir. Özellikle Yahudiler,  kendilerinin insan olarak yaratıldıkları, Yahudi olmayanların ise, Yahudilere hizmet için yaratıldıklarına inanırlar.

Araplar bu kadar ırkçı olmasalar da, dünya iki ayrı milletin var olduğunu düşünürler:

1.  Araplar,

2.  Arap olmayanlar.

Arap olmayanların tamamı için “Acem” kelimesini kullanırlar. Arap olmayanlar arasında fark yoktur. Arap olmayan hiç kimse, Arap’la eşit “denk” olmadığı için bir Arapla evlenemez. Arap olmayanlar arasında bulunan “Kıpti”ler (Çingene) ise, kategoriye bile giremeyecek konumdadır.

Bu noktadan bakıldığında Hz. Peygamberin Kıbti bir baba ve Romalı Hristiyan bir anneden dünyaya geldiği bilinen Marya binti Şem’un  validemizle evliliği, son derece önem kazanır.

Kur’an, “Muhammed erkeklerden hiç birinizin babası değildir”[1], derken aynı surenin ilk ayetlerinde, “Peygamber mü’minlere her konuda, kendi nefislerinden daha önceliklidir. Peygamberin eşleri mü’minlerin anneleri hükmündedir[2] demektedir.

Hz. Peygamber bu evlilikle Araplar başta olmak üzere bütün Müslümanlara, insanlar arasında gerçek bir eşitliğin varlığını, ret ve inkar edilemeyecek bir şekilde, anlatmış olmuyor mu?

Bir bakıma Araplara, sizin en aşağı olarak gördüklerinizden birini “ananız makamına çıkarttım” "bunu anlayın” mesajı verirken bütün Müslümanlara da aynı şeyi söylemiş olduğunda kuşku bulunmuyor.

Evet, önemli olan insan olmak, adam olmaksa kimseyi hor görmeden; tıpkı Yunus Emre gibi,yaratanda ötürü yaratılmışı sevmekgerekiyor.

Çingene meselesi en uç sayılabilecek örnek olmalıdır.

Türk Milliyetçileri olaya bu anlatılan çerçevede bakmaktadır. Bu bakışımızı bütün millete doğru şekilde sunabilirsek, millet fertleri nereden gelirse gelsin, her türlü ırkçılığı, bölücülüğü reddederek bizi merkeze alacak etrafımızda bir zikir halkası gibi, kenetlenecektir.

Bize göre, her Müslüman’ın şöyle düşünmesi mümkündür:

İyi kötü her insan gibi benim de günahım var. Benim de şefaate ihtiyacım var. Ahirette şefaatçi ararken Annemiz Hazreti Marya ile karşılaşacak olsam ve kendisinden şefaat istesem, bana;

Sen dünyada benim akrabalarımı aşağılamamış mıydın, şimdi ne yüzle şefaat istiyorsun, derse halim nic’olur?

Özellikle de hanımların bunu düşünmesi lazımdır.

Çingenelerden de Hz. Marya’yı tanımamış olanlar, tanımalı ve Hz. Peygamberin hanımının akrabası olduğunu bilerek, O’nun ahlakı ile ahlâklanmayı önemsemeli ve dindarlığını yükseltmeye çalışmalıdır

ÇERİBAŞI VE ÇERİBAŞI CAMİLERİ

Çeribaşı, Yeniçeri teşkilatında ve daha sonraları Sipahi askerleri arasında da bir askeri unvan olarak kullanılmış, hatta bir süre Rumeli’de Evlad-ı Fatihan Çeribaşılığı adıyla görevli de bulunmuştur.

Daha sonraları ise, Çingenelerin yöneticisi, Muhtarı ve/ya Beyi olan kişilere de Çeribaşı denilmiştir[3].

Ülkemizin farklı yerlerinde yapılmış Çeribaşı Camileri vardır. Bunların bir kısmı asker olan çeribaşılar tarafından yapıldığı gibi, bazılarının da Çingene Çeribaşısı tarafından yapıldığı bilinmektedir.

Bugün bu camilerin olduğu çevrelerde genel olarak Çingeneler ikamet etmektedir. Amasya Çeribaşı camii çevresi bu konudaki en önemli örnektir.

İSTANBUL EYUP SULTAN’DAKİ ÇERİBAŞI CAMİİ

Osmanlı devrinde, Peygamberimizin hicrette evinde misafir kaldığı, savaşlarda Hz. Peygamberin Sancağını taşımış Ebu Eyyub El Ensari’den adını alan Eyüp Sutan semtine Müslüman olmayanlar giremezdi. Sadrazamlar, paşalar vezirler Eyüp semtine cami, çeşme ve diğer hayır kurumları yapmak isterdi.

  Eup Sultan’a her türlü bina yapma işine de bizzat Padişah izin verirdi. İstanbul Eyup Semtindeki Çeribaşı Camii halen ibadete açıktır.

İstanbul’da Eyup camiinden denize doğru giderken Feshane Caddesinin Camiikebir Caddesi ile birleştiği köşeye yakın bir yerde olup, köşeden 100 adım ileride küçük bir çıkmaz sokağın sol tarafındadır. Kapısının karşısında bugün bir benzin istasyonu vardır.

Çeribaşı denilen Çingene beyine Cihan Devletinin Başkanı, cami yapma izni vermiştir. Çeribaşı Camii halen tarihi özelliği ile hizmete devam ediyor.

Caminin yapılış tarihi Hicri:952’dir. Son restore tarihi de miladi olarak, 1996’dır.

Ülkemizin başka yerlerinde de çeribaşı camii adıyla camiler vardır. Amasya ve Şanlıurfa Siverek ilçesindeki Çeribaşı camileri önemli yapılardandır.

Biz sadece Eyup Sultan ve Amasya’daki Cami resimlerini sizlerle paylaşmak istedik.



[1] Ahzab Suresi;40

[2] Ahzab Suresi;6

[3] Bakınız:m. Zeki PAKALIN, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü I/353

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!